David Morrell – Intikam Cocuklari

Yirmi sekiz pazar günü Fransa Savunma Bakanı Edouard Daladier radyo kanalıyla Fransız halkına şu haberi duyurdu: «Bugün öğleden sonra erken saatlerde Alman hükümetinden aldığım davette Şansölye Hitler, Mussolini ve Neville Chamberlain ile Münih’de buluşmam istenmektedir. Yapılan daveti kabul ettim.» Ertesi günü öğleden sonra, Münih buluşmasının yapıldığı saatlerde. Gestapo adına çalışan eczacı, 1938 model siyah Mercedes’lerden beşincisinin de kontrol noktası olan köşedeki eczanesinin önünden geçtiğini, Berlin’in Bergener Caddesinde yer alan 36 numaralı eski taş binaya ulaştığını önündeki deftere kaydetti. Her defasında iriyarı ve sade giysili bir sürücü arabadan indi, belli etmeden kalabalık caddedeki öteki yayaları inceledi ve arka koltuğun kapısını açtığında, tek yolcusu ,olan iyi giyimli, oldukça yaşlı bir erkek aşağıya indi. Sürücü yolcusunun üç katlı binanın kalın tahta kapısından girip gözden kaybolmasına dek eşlik etti, sonra da yine arabasına bindi, verilecek emirleri bekleyeceği üç blok ötedeki bir depoya gitti. Beşinci arabanın yolcusu gelecek son kişiydi, içeriye girince kapının sağ tarafındaki masada oturan gözcüye şapkasını ve paltosunu bıraktı. Nezaket gereği üzeri aranmadı, ama elindeki çantayı bırakması istendi. Nasılsa ihtiyacı olmayacaktı. Çünkü herhangi bir not tutulmasına izin verilmiyordu. Gözcü yaşlı adamın kimliğini kontrol etti, sonra da masasının altındaki Luger marka tabancanın yanında yer alan düğmeye dokundu. Konuğun arkasındaki bürodan çıkan ikinci Gestapo ajanı, onu koridorun sonundaki odaya götürdü. Konuk içeriye girdi. Geride kalan Gestapo ajanı kapıyı arkasından kapadı. Konuğun adı John «Tex» Auton’du.


Elli beş yaşında, uzun boylu, çok yakışıklı biriydi ve ince bıyığı vardı. Odadaki tek boş koltuğa oturup kendisinden önce gelen dört adamı başıyla selamladı. Tanıştırılması gerekmiyordu, çünkü kim olduklarını biliyordu. Adları Wilhelm Smeltzer, Anton Girard, Percival Landish ve Vladimir Lazensokov’du. Almanya, Fransa, İngiltere ve Sovyetler Birliği casusluk örgütlerinin şefiydiler. Kendisi de ABD Dışişleri Bakanlığını temsil ediyordu. Oturdukları koltuklar ve altlarındaki kül tablaları dışında oda tümüyle boştu, başka hiçbir eşya yoktu. Ne bir tablo, ne bir kitaplık, ne bir perde, ne bir halı, ne de bir avize vardı. Smeltzer’in odayı böylesine çıplak bırakmasının nedeni, herhangi bir gizli mikrofon olmadığına konuklarını inandırmak istemesiydi. «Baylar,» dedi Smeltzer. «Bitişik odalar da aynı bunun gibi bomboş.» «Münih,» dedi Landish. Smeltzer güldü. «Bir İngiliz olarak hemen konuya giriyorsunuz.» «Neden gülüyorsunuz?» diye Girard, Smeltzer’e sordu.

«Hepimiz biliyoruz ki, şu anda Hitler ülkemden ve İngiltere’den Çekoslovakya, Polonya ve Avusturya’yı koruma garantisini kaldırmalarını istemektedir.» Amerikalının anlaması için İngilizce konuşmuştu. Soruyu önemsemeyen Smeltzer bir sigara yaktı. «Hitler Çekoslovakya’yı işgal etmeye niyetli mi?» diye sordu Lazensokov. Smeltzer sigaranın dumanını üflerken omuz silkti. «Sizi buraya çağırdım, çünkü aynı mesleği icra eden toplulukların birer üyesi olarak beklenmedik herhangi bir duruma karşı hazırlık yapabiliriz.» Tex Auton kaşlarını çattı. Smeltzer devam etti. «Birbirimizin ideolojisine saygı duymuyoruz ,ama yine de bir bakıma hepimiz birbirimize benziyoruz. Mesleğimizin güçlüklerinden zevk alıyoruz.» Başlarını sallayarak onayladılar. «Önereceğin yeni bir güçlük mü var?» diye sordu Rus. Tex Auton sözcükleri uzata uzata, «Aklınızdan geçenleri neden doğru dürüst söylemiyorsunuz?» diye sordu. Ötekiler kıkırdadı. «Açık sözlülük alınacak zevki yarı yarıya azaltır,» dedi Girard.

Sonra da Smeltzer’e dönüp diyeceklerini beklemeye başladı. «Yakında çıkma olasılığı bulunan savaşın sonucu ne olursa olsun,» dedi Smeltzer. «Temsil ettiğimiz insanların korunma şansları olacağını birbirimize garanti etmeliyiz.» «İmkânsız,» dedi Rus. Fransız, «Ne tür bir korunma?» diye sordu. «Parasal yönden mi yardım görmeli diyorsunuz?» diye atıldı Teksaslı Amerikalı. «Para yerine, her zaman geçerli altın ya da elmas olmalı,» dedi İngiliz. Alman başını salladı. «Ve tabii bunlar güvenilir yerlerde bulundurulmalı. Örneğin, Cenevre, Lizbon ve Mexico City’deki büyük bankalarda.» «Altın.» Rus alaylı alaylı dudak büktü. «Peki, bu kapitalist değerle ne yapmamızı öneriyorsunuz?» «Güvenilir evler sistemi oluşturmak,» diye yanıtladı Smeltzer. «Ama bunun neresi yeni? Bu tür evlere şimdi de sahibiz,» dedi Tex Auton. Ötekiler ona aldırmadı.

Girard, «Ve tabii, ayrıca huzur evleri de, değil mi?» diye Smeltzer’e sordu, «Elbette,» dedi Alman. «Amerikalı dostumuz için izin verirseniz açıklayayım. Her birimizin örgütleri tarafından kullanılan kendi güvenilir evleri var, bu bir gerçek. Buraları ajanların sığındıkları, görev sonrası ayrıntılı rapor verdikleri ya da bir muhbiri sorguya çektikleri güvenilir yerlerdir. Ne var ki, her örgüt kendisine ait bu tür yerleri ne denli gizli tutmaya çalışırsa çalışsın, sonuçta öteki örgütler buraları öğrenmektedir, yani gerçek anlamda güvenilir değillerdir. Gerçi oraları koruyan silahlı adamlar bulunuyor, ama onlardan daha güçlü herhangi bir rakip grup, bu tür bir evi ele geçirebilir ve oraya sığınan kişileri rahatlıkla öldürebilir.» Tex Auton omuz silkti. «Böyle bir risk kaçınılmaz bir şey.» «Ben aynı kanıda değilim,» diyen Alman devam etti. «Benim önereceğim şey tümüyle yepyeni… daha akıllıca ve geliştirilmiş bir sistem. Buna göre, temsil ettiğimiz örgütlerden herhangi birine üye herhangi bir kişiye, olağandışı durumlarda dünyanın belirli kentlerinde korunma şansı verilecek. Örneğin, ben Buenos Aires, Potsdam, Lizbon ve Oslo’yu öneriyorum. Nasılsa hepimizin bu kentlerde işi oluyor.» «İskenderiye,» diye ekledi İngiliz. «Kabul.

» «Montreal,» dedi Fransız. «Eğer savaş benim için kötüye giderse, orada yaşamımı sürdürebilirim.» «Durun bir dakika,» diye atıldı Tex Auton. «Ne yani, savaş sırasında bu tür yerlerden birinde sizin adamlardan birinin benim adamlarımdan birini öldürmeyeceğine inanmamı mı bekliyorsunuz?» Alman, «Karşı örgüt ajanları bu tür evlerde bulunduğu sürece evet,» dedi. «Bizim meslekte hepimiz tehlikeleri ve baskıları biliriz. Bu nedenle Almanların bile zaman zaman dinlenme ihtiyacı olduğunu itiraf ederim.» «Tabii, gerilen sinirlerini dinlendirmek ve yaralarını tedavi etmek için,» dedi Fransız. İngiliz, «Aynı durum hepimiz için geçerli,» diye kabul etti. «Ayrıca eğer bir ajan çalıştığı örgütten tümüyle ayrılmak isterse, o zaman da bir güvenilir evden bir huzur evine gidebilme şansı olmalı ve ömrünün sonuna dek aynı dokunulmazlığın tadını çıkararak yaşamalı. Tabii, emeklilik ikramiyesi olarak kendisine verilecek bir miktar altın ya da elmasla birlikte.» «Sadık hizmetlerinin karşılığı bir ödül olarak,» diye tamamladı Alman. «Ve bir de mesleğe yeni girecek ajanlara cezbedici bir faktör olsun diye.» Fransız, «Eğer olaylar düşündüğüm gibi gelişirse,» dedi. «O zaman hepimizin tüm bu cezbedici faktörlere ihtiyacı olabilir.» «Ve eğer olaylar benim beklediğim gibi gelişirse,» dedi Alman.

«O zaman tüm bu cezbedici faktörlere kesin ihtiyacım olacak. Her şey bir yana, ben geleceği düşünen biriyimdir. Önerim herkes tarafından kabul ediliyor mu?» İngiliz, «Adamlarımızın bu tür güvenilir evlerde öldürülmeyeceği konusunda nasıl bir garantimiz olacak?» diye sordu. «Tek garanti birer profesyonel olarak vereceğimiz sözdür.» «Peki, kuralı bozanlar ceza görecek mi?» «Kesinlikle.» «Kabul,» dedi İngiliz. Amerikalıyla Rus bir şey söylemedi. «Aramıza yeni katılan ülkelerin temsilcileri acaba bu konuda isteksiz mi?» diye sordu Alman. «İlke olarak kabul ediyorum, gerekli maddi yardımı sağlamak için de girişimde bulunurum,» dedi Rus. «Ama Sovyet topraklarında yabancı ajanların korunmasına Stalin asla razı olmayacaktır.» «Yine de önceden belirlenecek bir güvenilir eve sığındığı sürece düşman ajanını öldürmemeye söz verebilirsiniz.» Rus istemeye istemeye başını sallayarak kabul ettiğini belirtti. «Ya siz Bay Auton?» «Şey, ben de katılıyorum. Gerekli maddi yardım/ yapacağım, ama bu tür yerlerden hiçbirinin Amerikan sınırları içinde olmasını istemiyorum.» «Bu duruma göre hepiniz yaptığım öneriyi kabul ediyorsunuz, öyle mi?» Ötekiler başlarını sallayıp onayladılar.

«Bu düzenlemeye bir kod adı vermeliyiz,» dedi Landish. Smeltzer, «Ben misafirhane olmasını öneriyorum,» dedi. «Olmaz,» diye İngiliz karşı çıktı. «Çünkü bizde hastanelerin yarısına misafirhane adı verilir.» «Öyleyse ben başka bir şey önereceğim,» dedi Fransız. «Hepimiz kültürlü insanlarız. Eminim ortaçağda yaşamış bir yurttaşımızın öyküsünü anımsıyorsunuz. Adı Peter Abefard’dı.» Tex Auton şaşkınlıkla sordu. «Kim bu adam?» Girard anlattı. «Demek sonunda bir kiliseye gitti ve koruma altına alındı, öyle mi?» «Bir sığınak.» «Öyleyse buna korunma diyelim,» dedi Smeltzer. «Abelard Korunması.» İki gün sonra, 1 Ekim Çarşamba günü, Fransa Savunma Bakanı Daladier Münih’te Hitler’le yaptığı görüşmeyi tamamlayıp uçakla Paris’e geri döndü. Uçağı Le Bourget Havaalanına indi.

Adımını dışarıya attığı anda karşısında coşkun bir kalabalık gördü. Şöyle bağ iriyorlardı: «Yaşasın Fransa! Yaşasın İngiltere! Yaşasın barış!» Ellerindeki bayraklarla çiçek demetlerini sallayan kalabalık, polis barikatlarını yardı. Dönen savunma bakanlarından bir demeç almak isteyen gazeteciler, uçağa dayanan merdivenin alüminyum basamaklarına hızla atıldılar. Daladier şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Reuter Haber Ajansında görevli Foucault’a dönerek mırıldandı. «Yaşasın barış mı? Yoksa bunlar Hitler’in ne yapmayı planladığını bilmiyorlar mı? Zavallı aptal yaratıklar.» Paris. 3 Eylül 1939. Pazar, öğleden sonra saat 5 Radyoda yayınlanmakta olan piyes ansızın kesildi spiker şu haberi verdi: «Fransa Almanya’ya karşı sa vaşa girdiğini resmen bildirmiş bulunuyor.» Daha sonra da radyo tümüyle sustu. Buenos Aires, Potsdam, Lizbon, Oslo, İskenderiye ve Montreal’de dünyanın bütün casusluk örgütleri tarafından kullanılacak uluslararası güvenilir evler oluşturuldu. Bu örgütlere 1941 yılında Japonya, 1953 yılında da Kıta Çini katıldı. Ve böylece sığınak kurulmuş oldu. Birinci Bölüm Sığınak ALIŞKANLIKLARI OLAN ADAM 1. Vail, Colorado.

Kar yağışı tipiye dönüşmeye başladı, Saul’un görüşü gittikçe azaldı. Yamaçtan aşağıya zikzaklar çizerek kaymaya devam etti. Biraz sonra gökyüzü görünmez oldu, çevresindeki her şeyi tam bir beyazlık sardı. Artık gözlerinin önünde yalnızca uçuşan kar tanecikleri vardı. Göremediği bir ağaca çarpabilir ya da bir uçurumdan aşağıya uçabilirdi. Aldırmadı. Aksine daha çok hoşuna gitti. Sert rüzgâr yanaklarına diken gibi batarken keyfinden sırıttı. Önce sola, sonra sağa kıvrıldı. Yamacın bittiğini hissedince dümdüz gitmeye başladı. Bir sonraki yamaç daha dikti. Kayak sopalarını sertçe iterek hız kazanmaya çalıştı. Midesinde bir yanma duydu. Hoşlandı bundan. Boşluk.

Ne geride, ne de önde bir şey vardı. Geçmiş ya da gelecek hiçbir anlam taşımıyordu. Yalnızca şimdi vardı ve harika bir duyguydu. Önünde koyu bir şekil belirdi. Durmak için yana sıçrayıp kayaklarının kenarlarını kara gömdü. Ani nabız yükselmesinden kafası çatlayacakmış gibi oldu. Şekil önünde sağdan sola doğru hızla geçti, beyazlık içinde gözden kayboldu. Saul rüzgârın uğultusu arasında bir çığlık duyunca gözlüğünü hafifçe araladı. Gözlerini iyice kısarak sesin geldiği yöne baktı. Beyazlık içinde gölgeler farketti, ilerde ağaçlar vardı. Bir inleme duydu. O yönde biraz ilerleyince ağaca çarpmış bir kayakçıyla karşılaştı. Karda kan damlaları görülüyordu. Saul dudağını ısırdı. Kayakçının yanma diz çöktü, alnından kan sızdığını, bir bacağının da kırılmış gibi durduğunu gördü.

Bir adamdı. Gür sakallı, geniş göğüslüydü. Saul yardım çağırmaya gidemezdi, çünkü böyle bir tipide burasını bir daha bulamayabilirdi. Daha da kötüsü, bulup yardım getirebilmeyi basarsa bile o zamana dek yaralı adam ölmüş olabilirdi. Tek şansı vardı. Kafasındaki yarayla ya da kırık ayağıyla hiç ilgilenmedi. Çünkü boşa harcayacak zamanı yoktu. Önce kendi kayaklarını, sonra da yaralının kayaklarını çıkardı. En yakındaki çam ağacına gitti, sık yapraklı bir dal kırdı. Dalı adamın yanma koydu, sağlam bacağı kırık bacağına destek olacak şekilde yaralıyı dikkatle dalın üzerine yatırdı. Sonra da dalı sapından yakaladı, çekerek geri geri yürümeye başladı. Tipi iyice artmıştı, soğuk kayak eldivenlerinin içine işliyordu. Adım adım gerileyerek çekmeye devam etti. Saul dalı hafif bir tümsekten aşırınca ani sarsıntı adamın acıyla kıvranıp inlemesine neden oldu. Az kalsın dalın üzerinden devriliyordu.

Saul hızla atıldı, adamı yine dalın üzerine iyice yerleştirdi. Tam doğrulacağı anda bir elin arkadan omzunu kavradığını hissetti. Hemen geriye döndü. Karşısında biri dikiliyordu. Sırtındaki sarı parkada siyah harflerle «Kayak Devriyesi» yazmaktaydı. «Yamacın dibinde! Yüz metre aşağıda! Bir baraka var!» diyerek bağıran parkalı adam, bir yandan da Saul’un dalı çekmesine yardım etti. Yaralı kayakçıyı yamaçtan aşağıya indirdiler. Saul barakayı görmedi, ama sırtı barakanın madeni duvarına çarpınca geldiklerini anladı. Kilitsiz kapısına hızla yüklenip açınca sendeleyerek içeriye devrildi. Aynı anda da rüzgârın ıslık çalan sesinin kaybolduğunu, ortalığı derin bir sessizlik kapladığını fark etti. Beş barakada doğrulup geri döndü. Kayak Devriyesinde görevli adamla birlikte yaralı kayakçıyı içeriye çektiler. Kayak Devriyesi, «Sen iyi misin?» diye Saul’a sordu, olumlu yanıt alınca, «Öyleyse sen burada kal, ben gidip yardım getireyim,» dedi. «On beş dakika sonra kar arabalarıyla geri dönerim.» Saul olur anlamında başını sallayarak karşılık verdi.

Adam dışarıya çıkıp kapıyı arkasından kapadı. Saul yorgunluktan olduğu yere çöktü, inleyen kayakçıya baktı, gözkapakları kıpır kıpır hareket ediyordu. Saul soluk soluğa, «Bacağını sakın oynatma,» dedi. Yaralı adam hafifçe irkilerek başını salladı. «Sağol.» Saul omuz silkti. Adam gözlerini güçlükle açtı. «Amma acemice davrandım.» «Aldırma. Herkesin başına gelebilir,» dedi Saul. «Hayır. Bu basit bir işti.» Saul anlamadı. Adam ağzında bir şeyler geveliyordu. «Fırtınayı hesaba katmadım.

» Kaşlarını çattı, şakakları zonkluyordu. «Aptallık…» Saul dışardaki fırtınayı dinledi. Kar arabalarının gittikçe yaklaşan gürültüsünü duydu. «Geliyorlar.» «Arjantin’de hiç kaydın mı?» Saul’un boğazı düğümlendi. Adam saçmalıyor muydu? Hiç de öyleye benzemiyordu. «Bir kez. Burnum kanadı.» «Aspirin…» «…Başağrısını geçirir,» diye ekledi Saul. Böylece parola tamamlanmış oldu. «Bu gece saat onda.» Adam inledi. «Kahrolası fırtına. Böyle olacağını nasıl bilebilirdim?» Kar arabaları barakanın yanında durduğunda gürültü de iyice arttı. Biraz sonra kapı açıldı, içeriye Kayak Devriyesinde görevli üç adam girdi.

«Hâlâ iyi misin?» diye biri Saul’a sordu. «Ben iyiyim. Ama bu yaralı bir şeyler sayıklıyor. »

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir