Sadiye Furkan Demirtas – Susturun Ezanlari Dedi ve

Saygı değeri hak eden sayın okuyucularım. Yine hüzün yüklü bir hayat hikâyesiyle sizlerin huzurunuzdayız. “Susturun Ezanları” kitabım yazmak için kalemi elime aldığımda yaklaşık bir saat kadar öylece durup düşündüm. Çünkü kitabın ismi, insanları şaşırtabilir düşüncesi oluştu. Fakat hikâyeyi başından sonuna kadar takip ettiğimde, “Susturun Ezanları” garip bir slogan gibi görünse de, asıl maksadın önemine binaen bu isimde karar kıldım. Bu isim vicdanî rahatsızlıkların tesirinde kalan, ezan sesinin de, onun vicdanına uyguladığı baskı ve tesirden çılgına dönen bir mağdurun feryatlarıydı. Bu isim, konunun esasını bilmeden duyan bazı kişiler tarafından tepkiyle karşılanabilir. Ama ben, özellikle herkes tarafından bu kitabın okunmasını öneriyorum. Çünkü ben her yazdığım hikâyenin tesirinde kalmışımdır. Mağduru dinlerken ve hayatını yazarken de, kendimi onun yerine koyuyor ve onun anlattıklarını yaşıyorum. Biliyorum ki, insan hayatını yorumlamak için onu anlamak lazım. Birçok mağduru dinledim ve birçoğunun hayatını yazdım. Bunu yazarken de her zaman kendimi o değişik hayatların içinde gördüm. “Cehennemden Kaçış” adlı eserimin içinde birçok hayat hikâyesi yer almaktadır. Bazı okuyucularım: “Hakikaten, bu yazdıklarınız gerçek midir?” diye soruyorlar.


Cevap; “Elbette gerçek”, ama isimleri ve memleketleri, onların bilinmemesi açısından, hayır. Çünkü onların özel hayatları yalnızca kendilerine aittir ve benim yazdıklarım onların anlattıklarından farklı değildir. Fakat ne yazık ki, bu mağdurların hayat hikâyeleri gerçektir. Bazı olaylar tahkik edilmemiş olabilir. Ama yaşanan her hayatın da bir hikâyesi vardır. Hayat hikâyelerini araştıran her yazar, bazı gerçekleri atlayabilir. Ama gerçekler de her zaman gerçektir ve hiç değişmez. İnsan ruhunun merkezinde gizlenen utanç, acı, ümitsizlik ve bunlardan doğan korkular karşısında, insan da büyük bir karışıklığa düşüyor. Bütün bu gerginlikler inşam büyük bir boşluğa sürüklediği gibi, aynı zamanda umutlarım da bitiriyor. İnsan hayatı, acı ve tadı olaylarla doludur. Hayatın tek gerçeği ise, “her şeyin insan için olduğu gerçeği”dir. Eğer hayatınızı yıkmak, hayat bağlarınızı tamamen koparmak istemiyorsanız, Hayatın gerçeklerini kabul edin ve: “Nasıl düzeltebilirim”in hesabına odaklanın. Çünkü hayatımız, Yaradan tarafından bize bir armağandır ve yalnız bize aittir. Ne kadar zaman yaşayacağımız hariç, nasıl ve ne şekil yaşayacağımız kendi elimizdedir. Bir felâketin eşiğinde isen, kurtulmaktan ziyade kendini o kötü akışa bırakıp: “Nasıl olsa hayatımın bütün değerlerini yitirdim.

Bundan sonra ne fark eder!” diyorsanız, şayet korkularınızla birlikte umutlarınızı da yitirmişsiniz demektir. İnsanların Hayatında her şey paramparça olduğu zaman, insanlar ilk önce umudunu kaybeder. Bu durumda da hayatını yeniden tanzim etmeyi hiç düşünmezler. Hâlbuki bu gibi durumlarda, “Hayatınım geri kalan kısmına sahip çıkayım bari…” düşüncesine odaklanmalıyız. “Kurtaracak neyim kaldı ki?” düşüncesi, insanın kendine yapabileceği en büyük haksızlıktır. Her zaman insanın kurtarabileceği birçok şeyi vardır. Denize düşüp boğulmak üzere olan bir insanı düşünün. O gayretle kurtulmak için çırpınır ve onun kurtulmasına en büyük etken ise, umududur. Eğer hayat sizi yanlış bir yere sürüklüyorsa, kendinizi o kötü hayatın akışına bırakmayın, çünkü güçlü bir hamleyle doğru yönü bulabilirsiniz. Yanlış üstüne yanlış yapmak, insanları süratli bir gerilime sokar. Yolunu nasıl bulacağını bilmez. Hatta dünyada iyi insanların da olabileceği, inancını bile yitirir bazen. Çünkü yaşadıkları ona, dünyanın ve insanların çok acımasız olduğuna inandırmıştır. Psikolojisi bozuk olan insanların hayatında, her zaman kötü bir özgeçmiş vardır. Fakat, o insanları yadırgamadan önce onlan dinlemek ve kendimizi onların yerine koymak lâzım: “Ben bunları yaşamış olsaydım ne yapardım?” Hikâyemizi okuyalım ve düşünelim.

Siz olsaydınız ne yapardınız? Bırakmış olduğumuz boş satırlara şahsî fikirlerinizi not edin. SUSTURUN EZANLARI Hayatımda hatırladığım tek güzel şey, babamın akşamları işten gelirken trende aldığı nane şekerleriydi. Benle abim, babamın bize getirdiği nane şekerlerini sayarak paylaşırdık. Ama bu mutlu günler bir gün acı bir haberle son bulmuştu. Babam iş kazasında çok ağır yaralanmıştı. Yaklaşık elli gün hastanede kaldıktan sonra eve getirmişti annem. Babamın belden aşağısı tutmuyordu. Omuriliğin aşırı zedelenmesi sonucu babam felçti. Ben o zamanlar sekiz yaşındaydım. Abim ise on yaşındaydı. Evimiz kiraydı. Babam çalışamaymca durumumuz da kötüleşmişti. Öyle ki, annem evde yemek bile pişiremez oldu. Bir zaman, ancak yağlı ekmek yıyebiliyor-duk. Bazen de ekmeğe salça sürüp yiyorduk.

Babam her geçen gün biraz daha küçülüyordu sanki. O zamanlar ben öyle sanıyordum. Ama şimdi anlıyorum ki, babam açlıktan her gün zayıfhyormuş, zavallı babam. Ne kadar çaresiz olduğumuzu annemin her gün ağlamasından anlayabiliyordum. Bu durumda annem abimi okuldan aldı, işe koydu. Babam iyi beslenemediğinden küçülüyordu sanki. Sırtı ve kalçaları çok kötü yara olmuştu. Abimin ve komşuların getirdiği yetmeyince, annem de işe girmişti. Abim bütün gün yorulduğu için uykusunda sürekli inler ve sayıklardı: “Tamam patron anladım! Bir daha olmaz söz” diye. Babam her zaman ağlardı. Öyle ki, sürekli yastığında damla damla ıslaklıklar olurdu. Annemin işte olduğu bir gün, babam aniden ateşlendi ve nefesini bile zor alıp veriyordu. Telâşa kapıldım ne yapacağımı bilmiyordum. Babam korktuğumu anlayınca bana: – Korkma güzel kızım, ben iyiyim, dedi. Biliyordum, babam açtı ve üstelik altını da pisletmişti.

Çünkü ona yaklaştığımda çok kötü kokuyordu. Annem, babamın altını bezliyordu. Ben de paketten bir bez aldım ve babamın altını değiştirmek istedim. Ama babam başmı sallayarak bunu istemediğini anlatmaya çalışınca, ben de altını değiştirmedim. Onun aç olduğunu biliyordum. Mutfağa gittim, tencerede yemek yoktu. Buzdolabını açtım, orada da zeytinden başka yiyecek bir şey yoktu. Babamın yanma geldim, babam yine kötü görünüyordu. Biliyordum, babam açtı. Halime Teyzeye gittim ve: “Halime Teyze, babamın kamı çok aç. Onun için de hep ağlıyor, bana biraz yemek verir misin, babama götüreyim. – Gel kızım, sana yemek vereyim, dedi. Halime Teyze bir tabağa çorba doldurdu, bana verdi. Yemeği alıp babama getirirken çorba elime dökülmüş ve elimi yalamıştım. O çorbanın tadı o kadar güzeldi ki, annem hiç öyle çorba pişirmemişti.

Çünkü o çorbanın içinde bir sürü kıyma vardı. Mutfaktan bir kaşık aldım ve birazcık çorba yedim. O kadar güzeldi ki, hepsini yemeyi çok isterdim, ama babamın da karnı açtı. Çorbayı aldım, babamın yanma gittim. – Babacığım, bak sana yemek getirdim. Ye bak, tadı çok güzel, birazını sen ye, bitiremezsen gerisini ben yerim. Babamda hiçbir hareket yoktu. – Baba! Uyudun mu? Hadi aç gözlerini, sana çok güzel çorba getirdim. Babam gözlerini açmayınca çorbayı indirdim, babamı uyandırmaya çalıştım. Ama yine gözlerini açmadı. Ben de çorbayı masaya koydum. – îyi o zaman, uyanınca yersin!., dedim ve gidip babama sarılıp ben de onunla uyudum. Sonra annemin ağlama sesiyle uyandım. Annem çığlık çığlığa ağlıyordu.

Annemin sesini duyan komşular telâşla bize koşuyorlardı. Ben babamın uyuduğunu sanıyordum, ama babam ölmüştü. Annem bir hafta işe gitmedi. Komşular bize yemek getiriyorlardı. Bir hafta sonra annem de işe gitti. Bana: – Sakın kapıyı kimseye açma kızım, diye hep sık sık tenbih ederdi. Ben de kapıyı hiç kimselere açmazdım. Sabahlan kalktıktan sonra evi toplayıp okula gidiyordum. Saçlarımı güzel bağlayıp öremediğim için, arkadaşlarım benimle hep dalga geçerlerdi: “Bitli Canan! Pasaklı Canan!” deyip beni kızdınrlardı. Okulda beni ne kadar üzseler de, eve geldiğimde hemen uyur, uyandığım zaman da unuturdum. Ama bu arada unutamadığım kötü bir şey daha olmuştu. İçinde oturduğumuz gecekonduyu belediye yıkınca dışarda kaldık. Komşumuz Halime Teyze, bizi birkaç günlüğüne evine almıştı. Annem işteydi. Sultan Teyze, Halime Teyzeye kahve içmeye gelmişti.

Sultan Teyze, Halime Teyzeyle konuşurken onları duymuştum: “Ayol komşum! Sen iyilik yaptım sanıyorsun ama, sen bir başkasına iyilik yapayım derken kendine kötülük yapıyorsun.” – Neden kendime kötülük yapayım ki, garipler dışarıda kalmışlardı. Ben de onlan birkaç günlüğüne misafir ettim, bunda ne var ki? – Eh, ben diyeyim de sonra demedin deme! – Aman, ne olacak Sultan Hanım, bir-iki gün kalıp kendilerine bir yer bulup gidecekler. Temelli yerleşmediler ya! “Ayol kadın, hem genç, hem güzel bunlar; isterse bir günde bile adamı yoldan çıkarırlar, sen de yaptığın iyilikle kalırsın. Bunlar, “Başımı bir damın altına koyayım da neresi olursa olsun” derler. Bunlar, kocayı mezara gidene kadar, “vah beni, vah beni” derler. Ama gömdükten sonra, “kim bana, kim bana” derler.” – İlahi Sultan Hanım, benim de içime korku düşürdün şimdi, dedi. Ben okula giderken o gün Halime Teyze benimle hiç ilgilenmedi. Okuldan geldikten sonra da beni sebepsiz yere azarlamıştı. Akşam annem işten gelince de, Halime Teyze her zamankinden daha farklı davranmıştı. Zavallı annem, Halime Teyzenin yüzüne bakıp olan biteni anlamaya çalışıyordu. Sonra beni odaya çağırdı ve: “Canan, kızım, sen bugün Halime Teyzeni üzecek bir şey mi yaptın?” – Hayır anne ben yapmadım. Sultan Teyze yaptı. – Sultan Teyze ne yaptı ki?.

– Sultan Teyze gelip Halime Teyzeye senin hakkında kötü şeyler söyledi. – Ne söyledi kızım? – Hani babam öldü ya! – Eee… – İşte babamı mezara götürdükleri zaman sen, “vah beni” demişsin. Sonra da “kim bana” diyecekmişsin. – Bunları Sultan Hanım mı söyledi? – Evet anne! Sonra ben okula giderken de, Halime Teyze benimle hiç ilgilenmedi. Saçlarımı da taramadı. – Anlaşıldı kızım. Yarından tez hemen bir yer bulup gitmemiz lazım. Hüseyin Amca da işten geldikten sonra, Halime Teyze akşam yemeği için sofrayı hazırladı. Annem ona yardım etmek için elini neye attıysa, Halime Teyze anneme: “Sen bırak” diyordu. Sonra anneme; “Zahide, sen yemeğini mutfakta ye” dedi. Annem de: “Yok, ben yemek yemeyeceğim, iş yerinde bir şeyler yemiştik” dedi. Annem yemeyince ben de yemedim. Sonra döndü anneme: – Zahide, yarINdan tez kendinize bir yer bulun. Yarın annemler bana yatıya geliyorlar, dedi. – Olur Halime Abla.

Sağolun, biz de yarın gidecektik zaten. Hüseyin amca hemen lafa karıştı. – yer buldunuz mu Zahide bacım? – Yarın bulacağım inşallah Hüseyin Abi. Size de yük olduk, hakkınızı helâl edin. – Helâl olsun bacım, ne demek yarın gideceğiz. Yer buldunuz mu ki yarın gidiyorsunuz? – Buluruz, Hüseyin Abi. – Olmaz öyle şey, yarm bir ev bakın, tuttuktan sonra gelir, eşyalarınızı da alır gidersiniz. Halime Teyze kızarak; “Sana ne canım nasıl biliyorlarsa öyle yapsınlar. Sen otur yemeğini ye!” – Neden hep beraber yemiyoruz? – Hüseyin Abi, ben aç değilim, iş yerinde bir şeyler yemiştim. – Canan! Sen gel kızım. – ben de yemeyeceğim. Halime Teyze; sen yemeğini yesene, yemiyoruz diyorlar. Neden bu kadar ısrar ettiğini anlayamıyorum. – Canım, Zahide Hanım yediyse, çocuklar açtır. – La havle vela kuvvete! Senin de içine dert oldu, de abim işten yeni gelmişti.

Ben de açtım, abim de açtı. Ama Halime Teyze anneme öyle kötü davranınca, biz de yemeğe oturmadık. Yattığımız odaya geçtik, oturduk. Annem ağlıyor ve ağladığım da bizden gizlemeye çalışıyordu. Abim anneme: “Anne, ben bugün öğle yemeği de yemedim” dedi. – Neden öğle yemeği yemedin ki, ben sana yemek için para vermiştim. – Çay bardaklarını devirdim, dört tanesi kırıldı. Patron bana bağırınca ben de o parayla bardak aldım. – Tamam oğlum, biraz sabredin. İnsan bir günde açlıktan ölmez. Şimdi yatıp uyuyalım, yarına Allah kerim, dedi. Uyumaya çalıştık, ama açlıktan bir türlü uyuyamamıştık. Annem arkasmı dönmüş uyuyor gibi yapıyordu, ama annemin uyumayıp ağladığını biliyorduk Abim; “Ağlama anne, ne olur. Söz, çok çalışıp para kazanacağım ve kimsenin seni üzmesine izin vermeyeceğim. Hem artık aç da yatmayacağız” dedi.

– Canım oğlum inşallah! Bizim de sıkıntılarımız bitecek, dedi. Bir müddet yatakta dönüp durduk Sonra abim, anneme; “Anne ben çok susadım” dedi. – Oğlum, ne olur biraz sabredin ve uyumaya çalışın, dedi. Bir müddet sustuktan sonra tekrar anneme döndü: “Anne, çok sıkıştım tuvalete gitmem lazım. Bunun için de bana kendini tut demeyeceksin herhalde.” – Tamam oğlum. Ama ne olur ses çıkartma, bugün yeterince olay yaşadık zaten, dedi. Abim yatağa döndüğünde sırtını dönüp yattı. Ben de uyudum. Gecenin bir yarısıydı. Abim beni uyandırdı. “Canan! Kalk bak sana ne vereceğim.” Ekmeğin kokusu öyle güzel geliyordu ki, hemen kalktım abim; “Sus, annem uyanmasın. Al ye bu ekmeği kardeşim.” – Abi! Bunu nereden aldın?

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir