Diana Gabaldon – Atesin Cagrisi – Kisim 1

Tenteye vuran yağmurun sesine uyandığımda dudaklarımda ilk kocamın öpücüğünün tadı vardı. Kafam karışmıştı, gözlerimi kırpıştırdım ve refleks olarak parmaklarımı ağzıma götürdüm. Bu hissi korumak, yoksa saklamak için miydi? Merak etmiştim. Jamie yanımda gerinip uykusunda mırıldandı, kıpırdanmasıyla yatağın altından etrafa sedir dallarının kokusu yayıldı. Belki de onu rahatsız eden yanı başından geçen hayalet olmuştu. Boşluğa kaşlarımı çatarak baktım. Git buradan Frank, diye düşündüm öfkeyle. Dışarısı hâlâ karanlıktı ama nemli topraktan yükselen sis gri renkteydi; tan ağarmak üzereydi. Ne içeride, ne de dışarıda kımıldayan bir şey vardı ama içimde, tenimde hissettiğim o yumuşacık dokunuşun alaycı neşesi duruyordu. Gelip kızımın evlendiğini görmese miydim? Sözcüklerin -ve o öpücüğün- aklımda kendi kendilerine mi oluştuklarına, yoksa yalnızca benim bilinçaltımın bir oyunu mu olduklarına karar veremiyordum. Uyuduğumda zihnim düğün hazırlıklarıyla yorgun düşmüştü; düğün rüyalarından uyanmam gerektiğine şüphe yoktu. Ve düğün gecelerinden de. Buruşmuş muslin giysimi düzelttim, belime kadar toplandığını ve tenimin uykunun dışında bir sebepten de kızardığını fark ettiğimde, endişelenmeye başladım. Beni rüyamdan uyandıran şeye dair herhangi somut bir şey hatırlamıyordum; yalnızca bulanık bir görüntü ve his vardı. Bunun belki de iyi bir şey olduğunu düşündüm.


Hışırdayan dalların üzerinde dönüp Jamie’ye yanaştım. Sıcaktı, hoş bir is ve viski kokusunun altındaki uyuyan erkekliği, bir çalgının derin notasını anımsatıyordu. Kalçalarım onun kalçasına iyice yapışana kadar yavaşça sırtımı kamburlaştırarak gerindim. Uyuyor ya da isteksiz görünse de bu hareketim fark edilemeyecek türden değildi; eğer öyle değilse de… Öyle değildi. Hafifçe gülümsedi, gözleri hâlâ kapalıydı ve kocaman eli yavaşça sırtımdan aşağı doğru uzanıp kalçalarımı sıkıca kavradı. “Mmm?” dedi. “Hmm.”İç çekti ve devam ederek uykusuna geri döndü. Rahatlamıştım, biraz daha sokuldum. Jamie’nin vücudunun hemen tepki vermesi, yavaşça kaybolan rüyaların dokunuşunu kafamdan atmak için oldukça yeterliydi. Ve Frank -eğer o hayalet Frank’sehaklıydı. Eğer böyle bir şey mümkünse, Bree’nin düğünde her iki babasını da isteyeceğinden emindim. Artık tamamen uyanmıştım ama hareket etmek istemeyecek kadar rahattım. Dışarıda yağmur yağıyordu; hafif bir yağmur fakat soğuk ve nemli hava, yorganların oluşturduğu rahat sığınağı sıcak kahvenin uzak görüntüsünden daha çekici kılıyordu. Üstelik kahveye konacak su için dereye kadar küçük bir yolculuk yapmak gerekecek, suyu ısıtmak için ise kamp ateşi yakılacaktı, -ah, Tanrım, ateş tamamen sönmüş olmasa bile odunlar ıslak olacaktı- kahvenin taş değirmende öğütülmesi gerekecekti ve kahve demlenirken ıslak yapraklar bileklerime dolanacak ve aşağı doğru uzanan ağaç dalları sırtıma sürünecekti.

Bu düşünceyle ürperip yorganı çıplak omuzlarıma kadar çektim ve zihnimde canlandırdığım kahve hazırlama merasimiyle yorulup yeniden uykuya daldım. Yiyecek, içecek… neyse ki bu konularda endişelenmem gerekmiyordu. Jamie’nin halası Jocasta tüm bu düzenlemelerle uğraşacaktı; daha doğrusu bu konularla zenci kâhyası Ulysess ilgilenecekti. Düğün davetlileriyle ilgili bir zorluk yaşanmayacaktı. Kolonilerdeki en geniş İskoçyalı Toplantısı’ndaydık ve yiyeceklerle içecekler onlar tarafından sağlanıyordu. Kabartmalı davetiyeler yollamaya gerek kalmayacaktı. Bree en azından yeni bir elbise giyecekti; bu da Jocasta’nın hediyesiydi. Elbise koyu mavi yündendi; ipek kumaş hem çok pahalıydı, hem de ormanın derinliklerindeki yaşam için hiç uygun değildi. Evlenirken giyeceğini hayal ettiğim beyaz saten ve turuncu çiçeklerden çok farklıydı -fakat hâlihazırda bu, 1960’lardaki insanların hayal edeceği türden bir düğün de sayılmazdı. Frank, Brianna’nın kocası hakkında ne düşünürdü, diye merak ettim. Büyük ihtimalle bu evliliği onaylardı; Roger tarihçiydi -ya da bir zamanlar öyleydi-, tıpkı Frank gibi. Akıllı ve eğlenceliydi, yetenekli bir müzisyen ve kibar bir adamdı, kendini tamamen Brianna’ya ve küçük Jemmy’ye adamıştı. Ki bu da bu şartlar altında çok takdire şayandı, diye düşündüm sislerin arasında. Kabul ediyorsun, değil mi? Sözcükler, sanki o hem kendisiyle, hem de benimle dalga geçermişçesine alaycı bir biçimde iç kulağımda oluşmuştu. Jamie kaşlarını çattı, kalçamı sıkıca kavradı, uykusunda ufak ufak homurtular çıkardı.

Kabul ettiğimi biliyorsun, dedim sessizce. Hep ettim ve sen de bunu biliyorsun, o yüzden defolup git, olmaz mı?! Sırtımı sertçe döndüm, buruşmuş gömleğinin yumuşak dokusunda bir sığınak arayarak başımı Jamie’nin omzuna yasladım. Jamie, Roger’ın Jemmy’yi kendi çocuğuymuş gibi kabul etmesine benden -ya da belki Frank’tendaha az güveniyordu. Jamie’ye göre bu kabullenmenin nedeni zorunluluktan başka bir şey değildi; onurlu bir adam bundan farklı davranmazdı. Roger’ın Carolina’nın yaban hayatında bir aileyi koruyup kollayabileceğine dair şüpheleri olduğunu biliyordum. Kalçamdaki el birden etimi sıkıca tutup konuşmaya başladı. “Sassenach,” dedi Jamie uykulu bir biçimde, “çişi olan bir çocuk gibi kıvranıp duruyorsun. Kalkıp tuvalete mi gitmek istiyorsun?” “Ah, uyanıksın demek,” dedim, kendimi aptal gibi hissediyordum. “Artık öyleyim,” dedi. Kalçamdaki eli kaydı, homurdanarak gerindi. Çıplak ayakları yorganın ucundan dışarı çıktı, parmaklarını esnetti. “Özür dilerim, seni uyandırmak istememiştim.” “Dert etme,” diyerek beni rahatlattı. Boğazını temizleyip elini dağınık ama sağlıklı saçlarının arasında gezdirip göz kırptı. “Kâbus görüyordum; üşüyerek uyuduğumda hep böyle olur.

” Kafasını kaldırıp yorganın ucuna doğru baktı, yorgandan taşan ayak parmaklarını hoşnutsuz bir biçimde salladı. “Neden çoraplarımla uyumadım ki?” “Gerçekten mi? Ne gördün rüyanda?” diye sordum, biraz huzursuzlanarak. Benim gördüğüm türden bir rüya görmemiş olmasını diledim. “Atlar,” dedi, rahatlamıştım. Güldüm. “Atlarla ilgili nasıl bir kâbus görmüş olabilirsin ki?” “Ah, Tanrım, korkunçtu.” Ellerini yumruk yaparak gözlerini ovuşturdu, kâbusu aklından uzaklaştırmaya çalışır gibi başını salladı. “İrlanda krallarıyla ilgiliydi. MacKenzie’nin dün gece ateş başında neler söylediğini biliyor musun?” “İrlanda kra… Ah!” Hatırlayınca yeniden gülmeye başladım. “Evet, biliyorum.” Evlenecek olmasının zaferiyle adeta kanatlanan Roger, bir gece önce herkesi ateşin başına toplamış, şarkılar söylenmiş, şiirler okunmuş ve bir de eski İrlanda krallarının taç törenlerine dair eğlenceli tarihi hikâyeler anlatılmıştı. Bunlardan bir tanesinde başarı gösteren aday, toplanan halkın önünde erkekliğini kanıtlamak için beyaz bir kısrakla ilişkiye giriyordu -gerçi ben bunun daha çok o centilmenin soğukkanlılığının bir kanıtı olabileceğini düşündüm. “Ben attan sorumluydum,” diyerek açıklama yaptı Jamie. “Ve hiçbir şey yolunda gitmedi. Adam çok kısa boyluydu ve üzerinde durması için bir şeyler bulmam gerekiyordu.

Bir kaya buldum ama kaldıramadım. Sonra bir sandalye buldum ama bacağı elimde kaldı. Sonra bir yükselti oluşturabilmek için tuğlaları yığmaya çalıştım ama tuzla buz oldular. Sonunda sorun olmadığını, kısrağın bacaklarını keseceklerini söylediler. Bense bunu yapmalarını engellemeye çalışıyordum. Kral olacak olan adam, pantolonunun düğmelerinin açılmadığından yakınıyordu. Sonra biri atın siyah bir kısrak olduğunu fark etti ve böylelikle birleşme gerçekleşmeyecekti.” Yakınlarımızda kamp kurmuş olanları uyandırma korkusuyla suratımı gömleğinin kıvrımlarına bastırarak kahkahamı engellemeye çalıştım. “O sırada mı uyandın?” “Hayır. Nedendir bilinmez, kendimi çok hakarete uğramış hissettim. Birleşmenin gerçekleşeceğini söyledim. Aslında siyah olan çok iyi bir attı, çünkü herkes beyaz atların güçsüz olduklarını bilir. Onlar hayır, hayır, siyah at talihsiz dediler ve ben öyle olmadığı konusunda ısrar ediyordum ve…” Durdu, boğazını temizledi. “Ve?” Omuzlarını silkip bana doğru baktı, boynu hafifçe kızarmıştı. “Evet, işte.

Bu işin olacağını söyledim, onlara gösterecektim. Kıpırdamaması için kısrağın dizginlerini tutmuştum ve kendimi… Ah… İrlanda kralı yapmaya hazırlanıyordum. İşte o sırada uyandım.” Gülmeye başladım, onun da kahkahalarını bastırdığı için titrediğini hissettim. “Ah, şimdi gerçekten seni uyandırdığım için çok üzgünüm!” Gözlerimi yorganın köşesiyle sildim. “Eminim bu İrlanda için büyük bir kayıp olmuştur. İrlanda kraliçelerinin bu özel tören hakkında neler hissettiklerini çok merak ediyorum doğrusu,” diye ekledim sonra. “Hanımefendilerin bu kıyaslama yüzünden acı çekeceklerini sanmıyorum,” diye beni rahatlattı Jamie. “Gerçi duyduğuma göre bazı erkeklerin tercihi…” “Ben onu kastetmemiştim,” dedim. “Tıbbi sonuçlardan bahsediyordum, bilmem anlatabildim mi? Arabayı atın önüne koymak başka, atı kraliçenin önüne koymak başka…” “Ah, evet.” Gülmekten kızarmış teni gittikçe koyulaşmıştı. “İrlandalılar hakkında istediğini söyle, Sassenach fakat arada bir yıkandıklarını düşünüyorum. Ve bu şartlar altında, kral bir parça sabunun gerekli olduğuna bu olayların…” “Her şeyin ortasında mı?” diye atıldım. “Eminim değildir. Yani, sonuçta, bir at yeterince geniştir, nispeten…” “Bu hazır olmakla ilgili Sassenach,” dedi, bana doğru sert bir bakış attı.

“Ve bence bir adam, bu şartlar altında biraz cesaretlendirilmeye ihtiyaç duyabilir. Herhangi bir durumda, her şeyin ortasında da olsa,” diye ekledi. “Sen hiç Horace okumadın mı? Ya da Aristo?” “Hayır. Hepimiz eğitilemeyiz. Kadınları doğal hayat sınıflandırmasında kurtçukların altında bir yere koyduğunu duyduktan sonra, benim de Aristo okuyacak pek zamanım olmadı.” “O adam evlenmiş olamaz.” Jamie elbisemin altından omurgamın boğumlarını okşayarak elini yavaşça sırtımdan yukarı doğru kaydırdı. Gülümseyip elimi kestane rengi sakallarından elmacık kemiğine doğru kaydırdım. Bu sırada dışarıda tan ağardığını gördüm; barınağımızın soluk renkli tentesine başının gölgesi düşmüştü ama yüzünü açık seçik görebiliyordum. İfadesi bana dün gece çoraplarını neden çıkarttığını hatırlattı. Maalesef ikimiz de uzayan şenliklerden sonra öyle yorgun düşmüştük ki daha sarılmalarımızın ortasında uyuyakalmıştık. Aslında bu hem elbisemin durumunu hem de rüyalarını gayet iyi açıklıyordu. O sırada soğuk bir esintinin parmaklarını yorganın altına soktuğunu hissedip ürperdim. “Öp beni,” dedim birden Jamie’ye. İkimiz de henüz dişlerimizi fırçalamamıştık ama o dediğimi yapıp dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı.

Kafasını kavrayıp daha da kendime doğru bastırdığımda, bacaklarımızı örtüyle örtmek için bütün gücünü elinde topladı. “Ha?” dedi onu bıraktığımda. Gülümsedi, mavi gözleri loş aydınlığın içinde karanlık üçgenlere dönüştü. “Güvenlikten emin olmak için Sassenach, önce hemen dışarı çıkmalıyım.” Yorganın altından çıkıp ayağa kalktı. Uzun gömleğinin altından görünen çekici manzara yüzünden alışılmışın dışında oldukça farklı bir haldeydim. Bakmakta olduğum şeyin, gördüğü kâbusunun sonucu olmamasını umsam da, sormamak daha iyiydi. “Acele etsen iyi olur,” dedim. “Hava aydınlanıyor; insanlar birazdan kalkacak ve etrafta dolanmaya başlayacaklar.” Başını sallayıp dışarı çıktı. Ben sessizce uzanıp dinledim. Uzaklarla birkaç kuş ötüşüyordu ama mevsimlerden sonbahardı; aydınlık bir hava bile baharın ve yazın gürültülü korosunu geri getirmeye yetmezdi. Dağ ve kamp yerleri hâlâ uykudaydı ama etraftan gelen küçük sesleri duyamasam da hissedebiliyordum. Parmaklarımı saçlarımda dolaştırdım, omuzlarımın hizasında kabartıp açık bıraktıktan sonra su şişesini aramaya koyuldum. Soğuk havayı sırtımda hissederek arkama baktım ama tan ağarmıştı ve sis kaybolmuştu; dışarıda hava gri fakat hareketsizdi.

Geçen gece bulduğum sol elimdeki altın yüzüğe dokundum, uzun yokluğunun ardından hâlâ yabancı geliyordu bana. Belki Frank’i rüyalarıma sokan onun yüzüğüydü. Belki de bu gece düğün töreninde ona yeniden dokunacaktım, bilerek ve kızının mutluluğunu bir şekilde benim gözlerimden görebilmesini umacaktım. Şimdilik gitmişti ve bundan memnundum. Uzaktaki kuş ötüşlerinden daha gürültülü olmayan küçük bir ses havada yankılandı. Bu, uyanan bir bebeğin kesik ağlayışıydı. Bir zamanlar, şartlar ne olursa olsun evlenen bir çiftin yatağında iki kişiden fazla olunmaması gerektiğini düşünürdüm. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Yine de bir bebeği akıldan çıkarmak, ilk aşkın hayaletini akıldan çıkarmaktan daha zordu; Brianna ve Roger’ın yatağı ister istemez üç kişiye uygun olmak zorundaydı. Tentenin köşesi kalktı ve Jamie’nın yüzü belirdi, heyecanlı ve telaşlı görünüyordu. “Kalkıp giyinsen iyi edersin Claire,” dedi. “Askerler derenin üst yakasına gelmişler. Çoraplarım nerede?” Kalkıp oturdum, dağ eteklerinde davul sesleri yankılanmaya başlamıştı. Soğuk sis etrafa yayılmıştı; bir bulut, kuluçkaya yatmış bir tavuk gibi Helicon Dağı’na çökmüş, hava nemden ağırlaşmıştı. Altmış yedinci İskoç yönetiminin tüm ihtişamıyla konuşlandığı derenin üst yakasındaki ot yığınına, uykulu bir halde gözlerimi kırpıştırarak baktım; davullar çalıyor, birliğin gaydacısı yağmura aldırmadan etrafta dolanıyordu.

Üşüyordum ve biraz kızgındım. Yatağa, sıcak kahveyle ve mükellef bir kahvaltıyla uyanacağımı sanarak gitmiştim ve tüm bunları iki düğünün, üç vaftizin, iki diş çekiminin, bir enfeksiyonlu ayak tırnağı çekiminin ve viski içimini gerektirecek diğer sosyal etkinliklerin takip edeceğini sanmıştım. Bunun yerinde sıkıntılı rüyalarla uyandırılmış, şehvetli oynaşmalarla karşılanmış ve sonra da lanet soğuk bir yağmura sürüklenmiştim. Görünüşe göre bunun tek nedeni bir çeşit duyuruydu. Kamp yerlerindeki İskoçların uyanıp tepeden aşağı inmeleri biraz zaman almıştı. Gaydacının yüzü ise son kez çalgısını üflemeden önce mosmor kesilmişti. Dağ eteklerinde hâlâ gaydanın sesi yankılanırken Teğmen Archibald Hayes adamlarının önüne geçti. Teğmen Hayes’in genzinden çıkan Fife 1 , aksanı her yerde yankılanıyor, rüzgâr da ona yardım ediyordu. Yine de dağdan uzakta olan insanların pek az duyabildiklerinden emindim. Biz ise yamaçta duruyorduk, Teğmen’den en fazla yirmi metre uzakta olmamızdan ötürü söylediği her sözcüğü duyuyordum. “Ekselansları William Tryon, beyefendi, Majestelerinin Yüzbaşı ve Generali, Eyalet Valisi ve Başkumandanı,” diye okudu Hayes, rüzgârın ve suyun gürültüsünü, kalabalığın uyarıcı fısıltılarını bertaraf etmek için sesini yükseltti. Havadaki nem ağaçları ve kayaları sisle donatmıştı, bulutlardan dondurucu bir yağmur çiseliyordu, dengesiz rüzgâr ise hava sıcaklığını iyiden iyiye düşürmüştü. Soğuğa çok duyarlı olan sol bacağımın iki sene önce kırdığım noktası sızlıyordu. Kehânetlere ve mecazlara inanan biri bozuk hava ile Eyalet Valisi’nin duyurusunun okunması arasında bir bağlantı kurabilirdi, diye düşündüm -azizler de tıpkı böyle soğuk ve öngörü sahibidir. “Öğrendiğime göre,” diye kükredi Hayes, kâğıdının altındaki kalabalığa ters ters bakarak, “çok sayıda başıbozuk, geçen ayın 24’ünde ve 25’inde, Eyaletlerinin adalet önlemlerine karşı çıkmak amacıyla ve ülkelerinin kanunlarını açık seçik bir biçimde çiğneyerek, Yüksek Adalet Mahkemesi oturumu sırasında Hillsborough Kasabası’nda toplanmışlar, coşkulu bir biçimde ofisindeki Majestelerinin toplu mahkeme üyelerine saldırmışlar, bahsi geçen oturumda birçok insanı barbarca dövmüşler ve yaralamışlar, yasal hükümdarları Kral George’a lanetler okuyup tahtının talibine başarılar dileyerek, bahsi geçen kasabanın sakinlerine ve onların mülklerine en vahşi biçimde saldırmışlar ve Majestelerinin Hükümetine hakaretlerde bulunmuşlar.

” Hayes durup, ciğerlerini bir sonraki cümleyi tamamlayabilmek için havayla doldurdu. Göğsünü gürültüyle şişirerek duyuruyu okumaya devam etti: “İşbu duyuruyla, bahsi geçen taşkın eylemlerde bulunan kişilerin adalete teslim edilmelerini, Majestelerinin bu eyalette sağladığı barışı ve nizamı bozanlar hakkında, yukarıda anlatılan suçlardan dolayı derinlemesine bir soruşturma yapılmasını ve bu suçları işleyen kişi ya da kişilerin yeminli ifadelerinin alınmasını; önümüzdeki kasım ayının 30’unda acil olarak halk hizmetinde görev dağıtımı yapılması için New Bern’de toplanacak olan Genel Kurul’a teslim edilmek üzere ifadelerin bana iletilmesi gerektiğine karar verildiğini, Majestelerinin Kurulunun onayıyla ve tavsiyesiyle bildiririm.” Son kez derin bir nefes alan Hayes’in yüzü neredeyse gaydacının yüzü kadar morarmıştı. “Benim kontrolüm altında ve Eyaletin resmi mührüyle, New Bern’de, Ekim’in 18’inde, Majestelerinin iktidarının onuncu yılında, milattan sonra 1770. İmza, William Tryon,” diye bitirdi Hayes, son nefesini de tüketerek. “Biliyor musun,” dedim Jamie’ye, “tüm bu duyuru tek cümleden oluşmuş gibi. Bir siyasetçiye göre olağanüstü sayılır.” “Sus, Sassenach,” dedi Jamie, gözleri hâlâ Archie Hayes’teydi. Arkamdaki kalabalıktan gelen bastırılmış homurtularda bir parça alaya karışmış ilgi ve dehşet vardı. Bu İskoçların bir toplantısıydı, birçoğu Stuart Ayaklanması’ndan sonra kolonilere yollanmışlardı ve Archie Hayes de geçen gece ateşin etrafında devrilen bira ve viski kupaları arasından söylenenleri resmi olarak kayda geçirmişti… Öte yandan kırk askeri vardı ve Kral George ve onun hükümdarlığının olası çöküşü hakkındaki düşünceleri ne olursa olsun, akıllı davranıp bu düşünceleri yalnızca kendine saklamıştı. Dört yüz İskoçyalı, davullar çalarak Hayes’in dere kıyısındaki küçük birliğinin etrafını çevirdi. Erkekler ve kadınlar artan rüzgârda uçuşan ekose eteklerini sıkı sıkı tutarak meydandaki ağaçların altlarına sığındılar. Onlar da kendi düşüncelerini, uçuşan eşarpların ve bonelerin altından görünen katı suratlarla paylaşıyorlardı. Elbette yüz ifadeleri doğal bir temkinden olduğu kadar soğuktan da kaynaklanıyordu; yanaklarım sertti, burnumun ucu hissizleşmişti ve gün ağardığından beri ayaklarımı hissetmiyordum. “Bu ciddi konulara dair söylemek istedikleri olan kişiler, ifadelerini bana güvenerek verebilirler,” diye duyurdu Hayes, yuvarlak yüzünde resmi bir ifadesizlik vardı.

“Günün geri kalanında kâtibimle çadırımda olacağım. Tanrı Kralı korusun!” duyuruyu katladı, dağılan kalabalığa doğru eğildi, sonra sert bir biçimde, yanında hükümet bayraklarının çılgınca dalgalandığı, ağaçların yanında yükselen çadırına doğru döndü. Ürpererek elimi Jamie’nin paltosunun içine sokup koluna dokundum, soğuk parmaklarım vücudunun sıcaklığıyla rahatladı. Jamie soğuk dokunuşumu hissetti ama bana bakmadı; ısıran rüzgâr nedeniyle gözlerini kısmış, uzaklaşmakta olan Archie Hayes’in arkasından bakıyordu. Kısa ve sert bir adam olan Teğmen, tepenin yamaçlarındaki kalabalıktan habersizmişçesine, oldukça temkinli bir şekilde yürüdü. Çadıra girip davetkâr bir biçimde kanadını bağladı. Vali Tryon’ın siyasi içgüdülerine ilk kez hayran kalmıyordum. Bu duyuru koloninin her kasabasında ve köyünde okunacaktı; bu toplantıya duyulan resmi öfkeyi barındıran mesajın yayınlanması için yerel bir mahkemeye ya da şerife yollayabilirdi. Bunun yerine, Hayes’i yollama zahmetine girişmişti. Archibald Hayes yirmi yaşındayken Culloden’da, babasının yanında yer almıştı. Savaşta yaralanıp esir düşmüş, güneye yollanmıştı. Sürgün edilmek ya da orduya katılmak arasında seçimini yapmış, Kralın yanında yer alıp elinden gelenin en iyisini yapmıştı. Otuzlu yaşlarının ortasında subaylığa terfi etmiş olması, atamaların kazanılmaktan çok satın alındığı bir dönemde, yeteneklerinin yeterli bir kanıtıydı. Profesyonel olduğu kadar, cana yakındı da; önceki gün yemeğimizi ve ateşimizi paylaşmaya davet etmiştik, gecenin bir yarısını Jamie’yle konuşarak -diğer yarısını da Jamie’nin varlığının himayesinde ateşten ateşe geçip, orada bulunun tüm önemli ailelerin reisleriyle tanıştırılarak- geçirmişti. Bu kimin fikriydi? Jamie’ye bakarak düşündüm.

Uzun, düz burnu soğuktan kızarmıştı, gözleri rüzgârdan kısılmıştı ama yüzünde aklından geçenlere dair en ufak bir iz yoktu. Ben de bunun tehlikeli bir şey düşünmekte olduğunun kahrolası bir belirtisi olduğu fikrine kapıldım. Acaba bu duyurudan haberi var mıydı? Hiçbir İngiliz görevli, böylesi haberleri, hiçbir destek umudu gütmeksizin bunun gibi bir toplantıya getiremezdi. Ama Hayes bu çadırın arkasını gür çam ormanına dayamıştı; Teğmenle konuşmak isteyen biri gizli gizli, kimseye görünmeden ormana yaklaşabilirdi. “Hayes birinin kalabalıktan sıyrılıp, hızla çadırına gidip oracıkta hemen teslim olmasını mı bekliyor?” diye fısıldadım Jamie’ye. Duyuruyu dinleyenlerin arasında Hillsborough ayaklanmalarına katılmış en az on tane adam biliyordum; üç tanesi de burnumuzun dibinde duruyordu. Jamie bakışlarımın yönünü görüp elini elime koydu, sessiz olmamı istercesine hafifçe sıktı. Kaşlarımı çatarak ona baktım; elbette dikkatsizlik sonucu herhangi birini ele vereceğimi düşünmemiştir? Belli belirsiz gülümseyip, sözcüklerden çok daha fazlasını anlatan o can sıkıcı koca bakışlarını attı: Kendinin nasıl olduğunu biliyorsun, Sassenach. Yüzünü gören herhangi biri ne düşündüğünü kolayca anlayabilirdi. Biraz daha yanına sokulup gizlice ayağına tekme attım. Belki yüzüm ayna gibiydi ama kesinlikle böyle bir kalabalığın içinde rengimi belli etmezdi! Yüzünde bir acı ifadesi değil, gittikçe büyüyen bir gülümseme vardı. Kolunu paltomun içine sokup beni kendine doğru çekti; elini sırtıma koydu. Hobson, MacLennan ve Fowles hemen önümüzde duruyorlar, kendi aralarında sessizce konuşuyorlardı. Üçü de bizim Fraser Tepesi’ndeki evimize yirmi beş kilometre kadar uzakta bulunan Drunkard Creek adındaki küçük bir yerleşim yerinden geliyorlardı. Hugh Fowles, Joe Hobson’ın damadıydı, çok gençti ve yirmiden büyük olamazdı.

Duruşunu korumak için elinden geleni yapıyordu ama duyuru okunduğunda yüzü kireç gibi olmuştu. Tryon’ın ayaklanmada parmağı olduğu kanıtlanan birine ne yapmak istediğini bilmiyordum ama duyurunun yarattığı huzursuzluğun sudaki dalgalar gibi kalabalığın içinde nasıl yayıldığını hissedebiliyordum. Hillsborough’ta birçok bina yıkılmış, kamu görevlileri binalardan sürüklenip sokakta saldırıya uğramışlardı. Söylentiye göre sulh hakimi, bir kırbaçla patlak veren isyanı neredeyse kaybediyordu. Bu halk ayaklanmasını kesinlikle ciddiye almak gerekiyordu, Başyargıç Henderson pencereden ve kasabadan kaçmış, böylelikle mahkemenin oturumu etkili biçimde engellenmişti. Hükümetin Hillsborough’ta olanlar yüzünden canının çok sıkkın olduğu apaçıktı. Joe Hobson arkasını dönüp Jamie’ye bakıp kafasını çevirdi. Teğmen Hayes’in önceki gece ateşimizin başındaki varlığı gözlerden kaçmamıştı. Jamie bu bakışı gördüyse de karşılık vermedi. Omzunu silkip benimle konuşmak için kafasını eğdi. “Hayes’in, birinin teslim olacağını beklediğini düşünmemeliyim, hayır. Bilgi istemesi işinin bir parçası olabilir; Tanrıya şükür cevap vermek benim işim değil.” Yüksek sesle konuşmamıştı ama Joe Hobson’ın kulağına gitmişti bile. Hobson, Jamie’ye dönüp söylediklerini duyduğunu belli etmek istercesine başını salladı. Damadının koluna dokundu, kadınlarının küçük çocuklarıyla ilgilenmekte oldukları kamp alanına gitmek için yokuşa doğru seğirttiler.

Toplantının son günüydü. Bu gece, aşkın ve onun meyvelerinin resmi kutsaması olan vaftiz törenleri ve düğünler yapılacaktı. Son şarkılar söylenecek, son öyküler anlatılacak, sayısız ateşten yükselen alevlerin başında son danslar edilecekti -yağmur yağsın ya da yağmasın. Sabah olduğunda İskoçlar ve aileleri, Hükümetin duyurusuna ve Hillsborough’ta olan bitenlere dair haberlerle Cape Fear Nehri kıyılarından, batının vahşi ormanlarına doğru yol alarak evlerine geri döneceklerdi. Islak ayakkabılarımın içindeki parmaklarımı hareket ettirdim, kalabalığın arasında kimin Hayes’in itiraf ya da suçu üstlenme davetine cevap verenin kim olacağını merak ediyordum. Jamie değildi, hayır. Belki diğerleri. Toplantı haftası boyunca Hillsborough’taki ayaklanmalar hakkında epey bir böbürlenme olmuştu ama öyle ya da böyle, tüm dinleyiciler isyancıları kahraman olarak görmeye hevesli değillerdi. Duyuru sonrası yayılmaya başlayan fısıltıları hissedebildiğim kadar, duyabilmiştim de; başlar dönüyor, aileler birbirlerine yaklaşıyor, erkekler gruptan gruba gidiyor, uzakta durup duyuruyu işitemeyenlere haberi yayıyorlardı. “Gidelim mi? Düğünden önce yapacak çok işimiz var.” “Öyle mi?” Jamie bana baktı. “Jocasta’nın kölelerinin yemeği ve içkiyi ayarladığını sanıyordum. Viski varillerini Ulysses’e verdim, o soghan olacak.” “Ulysses? Peruğunu getirdi mi?” Bunu düşünmek bile beni güldürmeye yetmişti. Soghan İskoçya dağlarındaki düğünlerde içecek ve hafif yemekleri dağıtan adama verilen addı; terim daha çok ‘candan, neşeli insan’ anlamı taşıyordu.

Ulysses ise muhtemelen gördüğüm en ağır başlı insandı -uşak elbisesi ve pudralanmış at kılı peruğu olmadığı zamanlarda bile. “Peruğunu getirdiyse gece boyunca kafasında olacaktır.” Jamie batmakta olan güneşe bakıp kafasını salladı. “Eskilerin dediği gibi; ne mutlu geline, güneş parlıyor,” dedi Jamie. “Ne mutlu ölüye, yağmur yağıyor.” “İskoçların en sevdiğim tarafı bu,” dedim soğuk bir biçimde. “Her duruma göre uygun bir atasözleri var. Bunu Bree’nin yanında söyleyeyim deme.” “Sen beni ne sanıyorsun Sassenach?” diye sordu, bana bakarken yüzünde yarım yamalak bir gülümseme vardı. “Ben onun babasıyım, öyle değil mi?” “Elbette öylesin.” Brianna’nın diğer babasının düşüncesiyle birden irkilip, Brianna’nın bunu duymadığından emin olmak için kafamı çevirip arkama baktım. Civardaki kalabalığın arasında onun kafasına benzer hiçbir işaret yoktu. Kesinlikle babasının kızıydı, çoraplı ayaklarıyla 1,80 boylarındaydı; kalabalığın içinde onu seçebilmek, Jamie’yi bulmak kadar kolaydı. “Çözmem gereken düğün yemeği değil zaten,” dedim Jamie’ye dönerek. “Kahvaltıyı ve Murray MacLeod’la sabah muayenesini ayarlamam gerek.

” “Ah, öyle mi? Murray’in bir şarlatan olduğunu söylediğini sanıyordum.” “Cahil dedim, inatçı ve halk sağlığını tehdit ediyor,” diyerek düzelttim. “Tam olarak aynı şey değil.” “Tam olarak,” dedi Jamie, sırıtarak. “Onu eğitmek, sonra da… Onu zehirlemek mi istiyorsun?” “Hangisi daha etkili görünürse. Hiçbir şey yapamazsam, kazara neşterinin üstüne basıp kırarım; bu büyük ihtimalle insanları kesmesine mani olmanın tek yolu olur. Haydi gidelim, donuyorum!” “Evet, gidelim o halde,” dedi Jamie, gösteri gürültüsünden uzaktaki dere kıyısına çekilmiş olan askerlere baktı.“Hiç şüphesiz Archie, kalabalık dağılana kadar adamlarını orada tutmak isteyecektir; köşelerine çekiliyorlar.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir