Dogan Hasol – Mimarlar Dik Durur!

İnsanları mutlu edecek türden yaşanabilir çevreler yaratma mesleği ve sanatı “mimarlık” çok keyifli fakat o kadar da zor ve ciddi bir iştir. Mimarlıkta, öğrencilikten başlayıp yaşam boyu süren bir yarış söz konusudur. Mimar, yaşam boyu, başkalarıyla olmasa bile kendisiyle sürekli bir yarış içinde olur. Sürekli olarak tasarlamak, daha iyisini tasarlamak ve yapmak… Ürününü, mimar tek başına da ortaya çıkaramaz üstelik… Bir birliktelik, adetâ sürüp giden bir orkestra etkinliği söz konusudur. İş sahibinden, birlikte çalışılan mimarlardan, mühendislerden, çeşitli danışmanlardan, müteahhitten, işleticilerden vb. kurulu geniş bir orkestra… Bu orkestradaki uyum, ürünün kalitesini etkiler. Bu nedenle mimar iyi bir orkestra şefi, yaratıcı, örgütleyici ve uzlaştırıcı olmak zorundadır. Bütün bu karmaşık düzen ve hayhuy içinde mimarlar genellikle keyifli ve renkli kişiliklerdir. Yaratmak için yaşamayı severler. Bu kitap, mimarların iş dünyası kadar, iç dünyasına da eğilmeye çalışıyor. Kitapta, tuhaflıkları, garip olayları, mimarların insancıl yanlarını, değişik espri parıltılarını bulacaksınız. Burada yazılanlar daha önceden tutulmuş notlara dayanmıyor. Bizzat içinde yaşayarak tanığı olduğum ya da dinlediğim bazı gülümsetici/düşündürücü ilginç olayları belleğimin süzgecinden geçirip aktarmaya çalıştım. Olaylar ve kişiler gerçektir; tarafımdan yapılmış herhangi bir yakıştırma ya da kurgu söz konusu değildir. Kitabın, mimarlık dünyamızın belli bir dönemine değişik bir bakışla ışık tutacağına inanıyorum.


Öykülerin çoğunun keyifli olduğunu göreceksiniz. Bazı öykülerin sizleri gülümseteceğini, bazılarının da şaşırtıp düşündüreceğini sanıyorum. Ayrıca, kitabın yalnızca mimarların değil, mimarlığa yakınlık duyan kişilerin de ilgisini çekeceğini düşünüyorum, çünkü aktarılan olaylar, kanımca okuyucunun tanımayabileceği öznelerinden bağımsız olarak da ilgiye değer. Burada ilginç öykülerini aktarmaya çalıştığım, dünyada izler bırakarak aramızdan ayrılmış olan mimarları bir kez daha saygıyla anıyorum. Hayatta olanlara da sağlık, mutluluk, iyi mimarlık diliyorum. Teşekkürlere gelince… İlk teşekkürüm Güngör Kabakçıoğlu’na… Güngör Kabakçıoğlu’nun kullanmama gönülden izin verdiği portreler, kitaba renk kattı. Sevgili Güngör’le birlikteliklerimiz ve yaşam boyu yakınlığımız oldu. Uzun süren komşuluk ve ortaklık ilişkilerimiz zaman içinde kardeşliğe dönüştü. Kendisine, çizgi desteğinin yanısıra, paylaştığımız güzel anlar ve anılar için de teşekkür ediyorum. Ayrıca, yazdıklarımı defalarca gözden geçirerek değerli katkılar getiren ve her zaman ilk okuyucum olan eşim, Mimar Hayzuran Hasol’un ve baskıyı gerçekleştiren YEM Yayın’daki değerli çalışma arkadaşlarımın emeklerini şükranla anmak isterim. Mimarlık dünyasının bilinmeyen kıvrımlarında kâh keyifli, kâh düşündürücü bir yolculuk yapmanız dileğiyle… Dik Durmak!. İstanbul Serbest Mimarlar Derneği’nin aylık yemekli toplantılarında genellikle güncel olaylar, mesleki konular ekseninde dile getirilir; bazen de dertleşilir. Bu toplantılardan birinde bir arkadaşımız, son zamanlarda projesini gerçekleştirdiği kompleksin yapımı evresinde yaşadığı sıkıntıları anlattıktan sonra, “Biz mimarlar sürekli kazık yiyoruz” diye bitirdi sözlerini. Levent Aksüt atıldı: “İşte o sayede hepimiz dimdik ayaktayız ya!.” Böylece, mimarların nasıl dimdik ayakta kalabildiklerinin sırrı çözülmüş oldu.

Toplumumuzun bireyleri sürekli olarak mimari mekânlarda, mimarlık ortamlarında yaşıyorlar, ama denizdeki balıklar örneği, bunun pek farkında değiller. Anlaşılıyor ki toplumumuzun yaşamında “mimarlık” daha yerini almamış durumda. Herkes Mimar Sinan’ı anıyor, ama büyük çoğunluk onun ne yaptığını bilmiyor. Toplumun genel eğitim düzeyinin mimarlığı gereken yere oturtmaya yetmediği açık. Tabii hemen sorabilirsiniz: “Yalnızca toplum mu kusurlu, mimarların hiç mi kusuru yok?… Mimar da bu toplumun bireyi olduğuna göre doğaldır ki o da kusurdan arınmış olamaz. Her meslekte olduğu gibi, mimarın da kusurları vardır kuşkusuz. Öteki meslek insanlarınınkinden ne eksik, ne fazla… Bizde nedense, insanlar koleksiyonlarındaki resimler ve onların ressamlarıyla övünürler ama, evleri ya da binaları beğenildiğinde mimarlarının adının ortaya çıkmasından pek hoşlanmazlar; nedense başarıyı paylaşmakta cimri davranırlar. Çoğu kez, mimarın adının binaya değer katabileceği bilinci daha oluşmamıştır. Mimarın aklını, yeteneğini, emeğini, göz nurunu hiçe sayan böyle bir anlayışı anlamak zordur. Oysa, dış dünyada malsahipleri, binaları kadar binalarının mimarlarıyla da övünürler. Oralarda binalar çoğu kez mimarlarının adıyla birlikte anılır… Hattâ bazen Paris Operası örneğinde olduğu gibi binaya mimarının adı verilir. Paris’in ünlü operası bugün, mimarı Charles Garnier’nin adını taşır ve “Opéra Garnier” olarak anılır. İstanbul’da deniz kenarında, yeni bitmiş büyük bir oteli sahiplerinden biriyle geziyorduk. Otelin mimarını sordum. Aldığım yanıt: “Benim” oldu.

“Sen mimar değilsin ki!” diyecek oldum. Yanıtı ilginçti: “Bunca zamandır inşaatın içindeyim; artık ben de mimar sayılırım”. Yine mimarlar arasında sıkça anlatılan bir öykü vardır: Adam, konuğuna evini gezdirir. Konuk, evin bir mekânını beğendiğini belirtir. Evin sahibi, “evet”, der, “orayı bizim hanım düzenledi.” Konuk başka bir hacmi beğenmediğini söylediğinde ise yanıt şöyledir: “Mimara bir türlü anlatamadık derdimizi… Kendi başına yapa yapa bunu yaptı”… Öyküdeki sahnelerin her gün defalarca tekrarlandığına kuşku yoktur. Öyküler çoğaltılabilir… Mimar Doğan Tekeli, yukarıda anılan toplantılardan birinde anlatmıştı… Tasarlayıp bitirdikleri bir komplekste kafe olarak tasarlanmış olan yere işletmeci, bir köfteci-hamburgerci yerleştirmek istemiş. Tekeli, idareye itirazını bildirmiş. İşin, anlamsızlığını, mimari bakımdan sakıncalarını ve mekanik tesisatın o işleve hiç de uygun olmadığını anlatmaya çalışmış. Karşısındaki üst düzeyden yönetici, “Çok haklısınız Doğan Bey” demiş, “Siz proje müellifi olarak ne isterseniz o yapılır; istemediğiniz şey kesinlikle yapılamaz. Ama isterseniz gelin bunu yapalım!.? Meslek Şeref ve Haysiyeti [1] Unkapanı’ndaki Tekel Genel Müdürlüğü binasının projeleri, açılan bir yarışma sonucunda elde edilmişti. Yarışmayı iki mimar; Yılmaz Sanlı ve İlhan Tayman kazanmıştı. Projelerin ileriki aşamalarını ve inşaatın mesleki kontrolluğunu ikili adına İlhan Tayman yürütüyordu. Ben öğrenciliğimin bir bölümünde Tayman’ın bürosunda bu projede çalıştım.

Bu yapı, bildiğim kadarıyla, sınırlı teknolojik olanaklara karşın Türkiye’de yapılmış olan giydirme cepheli ilk yapıdır. Koruma Kurulu’nca, korunması gerekli yapı olarak tescil edilmiştir. Bir gün İlhan Tayman’la inşaata gittik. Giriş saçağının betonarmesi dökülmüş, ama uygulama tasarımdan farklı olmuş. Tayman köpürdü… Önce şantiye şefi olan mimara bir hayli söylendi. Tartışmalardan anlaşılıyordu ki, değişikliği müteahhit yaptırmış. Biraz sonra müteahhit Cemal Okçuoğlu geldi. Aynı öfke sahnesi bu kez de müteahhit için tekrarlandı. Tayman söylevini, “Bu yaptığınız, meslek şeref ve haysiyetine sığmaz” diye noktaladı. Bir zamanlar “meslek şeref ve haysiyeti”nin önemi vardı. Okçuoğlu’nun, söylenenleri büyük bir sessizlik içinde dinledikten sonraki yanıtı son derece sakin ve sadeydi: “İlhan Bey boşuna yoruluyorsunuz. Bütün bu söyledikleriniz beni bağlamaz, çünkü ben meslekten değilim.” Gerçekten de Okçuoğlu mühendis ya da mimar değildi. İşte bu deyiş, Türkiye’deki ihale ve müteahhitlik düzeninin ironik bir çerçevede özetiydi. O günden bugüne değişen fazla bir şey var mı? Hiç sanmıyorum.

Yanlış Alkış 1956-57 ders yılında Mimarlık Fakültesi’nin birinci sınıfındaydık. O zamanlar cumartesi günleri saat 13:00’e kadar ders vardı. Hem de ne ders… Topoğrafya. Hoca, İnşaat Fakültesi’nden Doç. Dr. Mustafa Aytaç’tı; genelde kimi liselerdeki aşırı disiplini aratmayacak tavırlar içindeydi. Dört saat boyunca derslerin çok tatlı geçtiği söylenemezdi. Cumartesi günü… Üstelik mimarlık öğrencileri için pek de zevkli olmayan bir ders. Bir defasında son zil çalmadan önce hoca, uzun bir diskurdan sonra hafta sonu için güzel sözler söyledi. Hocanın güzel sözlerinin yanısıra sıkıntının bitmesinin sevinciyle hepimiz kendisini coşkuyla alkışladık… Bu alkış faslı sonraki haftalarda da gerekli gereksiz tekrarlandı. Yine bir cumartesi ders bitimine yakın, hoca yeni bir diskur çekti. Bu kez ses tonu sert ve öfkeliydi. “Ben bu alkışın altında yatan mânayı anlıyorum” türünden bir şeyler de söyledi. “Bundan böyle alkış sesi duymak istemiyorum” diye bitirdi sözlerini. İşte tam bu sırada, hepimiz şaşkınlık içinde ne olup bittiğini çözmeye çalışırken arkadaki bir kişiden alkış sesi geldi.

Herkes hayretle geriye döndü. Alkışlayan, henüz Türkçeyi iyi sökememiş bir Arap arkadaşımızdı. Hoca, sınıfı terk etti, hışımla! Sonraları çok düşünmüşümdür. Alkışlarımız doğru anlamaya mı dayanıyor her zaman? Her zaman doğru değerlendirerek mi alkışlıyoruz? Ergun Köknar’ın Cüssesi Nisan 1960… Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum kötü, siyasal ortam karmakarışık. İktidardaki Demokrat Parti’nin, “her mahallede bir milyoner yaratılması” düşü iflas etmiş, 1958’de Cumhuriyet döneminin en büyük devalüasyonu yapılmış, doların değeri bir anda 2,80 liradan 9,20’ye çıkmış, döviz darboğazı nedeniyle ithalat durma noktasına gelmiş, kıtlıklar başlamıştı. Oysa daha bir yıl önce Cumhurbaşkanı Celal Bayar, “30 yıl sonra Türkiye küçük bir Amerika olacak” diyordu. 14 Mayıs 1950’de serbest seçimlerle iktidara gelen Demokrat Parti, zaman içinde, liberal ekonomi sevdası, tüketim ekonomisi özentileri ve plansız gidişle bütün dengeleri bozmuş; işler kötü gidince de hırçınlaşmaya, demokrasi dışı yollara yönelmeye başlamıştı. Değişik bir demokrasi anlayışı vardı DP’nin. Belki de bu nedenle takma adı “Demirkırat”tı. Demokrasiyi oy çokluğu ve çoğunluk tahakkümü olarak algılamaktaydı. Bu anlayışın sonucu, “gelsin antidemokratik uygulamalar, haksız yasaklamalar” oldu. Muhalefet sözcülerinin gezileri yasaklanıyor, kısıtlanıyor, çeşitli baskılarla engelleniyordu. Bazen propaganda gezileri sırasında muhalefete tuzaklar bile kurulduğu oluyordu. Baskı giderek artıyor; üniversiteler, hattâ liseler kaynıyordu. 28 Nisan günü Ankara’da ve İstanbul’da olaylar patlak verdi.

Ankara’da Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültelerinde… İstanbul’da da İstanbul Üniversitesi’nde polis okullara girmiş, öğrencilerle polis arasında çatışmalar olmuştu. Basına uygulanan sansür nedeniyle olaylar, haliyle biraz da çarpıtılarak kulaktan kulağa yayılıyordu. Polis, İstanbul Üniversitesi’nde Rektör Sıddık Sami Onar’ı tartaklamış; olaylar daha sonra Beyazıt Meydanı’na taşmıştı. Söylentilere göre, çatışmalarda ölen öğrenciler vardı. Çetin Altan’ın 29 Nisan 1960 günü Milliyet’teki makalesi, boş bir sütunda yalnızca, “Bugün canım yazı yazmak istemiyor” cümlesinden oluşuyordu. Yine aynı gün bu kez İstanbul Teknik Üniversitesi’nde olaylar başlıyordu. Olay dedimse, derslere girmemiş ve üniversitenin Gümüşsuyu binasının önünde toplanmıştık. Sıkıyönetim ilan edildiği için bu kez polis yerine karşımıza asker çıkmıştı. Askerlerin başındaki bir tuğgeneral, dağılmazsak ateş açtıracağını söylüyordu. Öğleye doğru olaysız dağıldık.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir