Doris Pilkington – Cit

Perth’in kuzeyinde bulunan Moore River Yerli Merkezi ’nde başlayıp Batı Avustralya’nın kuzeybatısındaki Jigalong’da tamamlanan eve dönüş yolculuğu sadece tarihi bir olay değil, aynı zamanda insanın hayal etmekte bile zorlanacağı bir başarıydı. Bu yolculuğu 1930’larda üç Aborijin kız kardeş gerçekleştirdi. Üçlünün hayatta kalan iki üyesi, annem ve kız kardeşi Daisy şimdi altmışlarının ve yetmişlerinin sonlarındalar. Hikâyelerinin onlar ölmeden yayımlanacak olması fikri ikisini de heyecanlandırıyor. Konuşmalarında kardeşleri Gracie’den “kaybettiğimiz kardeşimiz” ya da “teyzen” diye söz ediyorlar. Aborijinlerin gelenekleri gereğince, bir insanın adı ölümünden sonra asla telaffuz edilmiyor. Aynı ismi taşıyan birinden de “malum kişi” anlamına gelen “gurmanu” ya da ismin yerine kullanılan bir sözcük olan Nguberi diye söz ediliyor. Örneğin, Adam Thomas. Adam adındaki bir başka kişinin ölümünden sonra Nguberi Thomas olarak anılmaya başlıyor. Merkezden eve doğru yapılan uzun yolculuğu yeniden canlandırmak, hem zorlu hem de ilginç bir iş oldu. İnsanın bu konuda her şeye rağmen başarılı olabilmesi için geniş bir hayal gücüne ve azizlerin sabrına ve kararlılığına sahip olması gerekiyor. Zaman zaman kendimi yeniden on yaşında bir kız çocuğu gibi hissedip Molly, Daisy ve Gracie’nin yaşadıklarını kestirmeye çalıştım. Zihnimde onların geçtiği yollardan geçtim ve bir yazar olarak becerilerimi kullanıp her sahneyi onların gözünden canlandırmaya çalıştım. Hayal gücümle coğrafi ve botanik keşiflere ilişkin kayıtları birleştirdim. Sonunda üç kızın yolculuğuna sahne olan bitki örtüsünü ve manzarayı oluşturmayı başardım.


Annemle kardeşlerinin öyküsünü anlatırken dikkate alınması gereken başka pek çok faktör vardı. Birincisi, ya büyük ölçüde değişmiş ya da tamamen ortadan kalkmış bir manzarayı nasıl oluşturacaktım? O zamanlar bölgenin büyük bölümü yabani otlar ve çalılarla kaplıydı; Batı Avustralya’nın çöllerinden gelen üç kız için bu son derece garip ve korkutucu bir görüntüydü. Buna ek olarak, Perth’in kuzeybatısına dağılmış olan kasabaları birbirine bağlayan anayollar da yoktu. Molly, Daisy ve Gracie’nin geçtiği yerlerin özellikleri her 15-20 kilometrede bir değişiyordu. Yiyecek ve içecek bir şeyler bulmak gitgide daha da zorlaşıyordu. Kendimi onlarla birlikle yürürken hayal etmeye çalıştım; ben de zihnimde yolculuğu onlarla birlikte tamamladım. Annem ve teyzem için yaşları bir engel oluşturmadı. İkisinin de bellekleri son derece güçlüydü. Yolculuk boyunca yaşadıkları deneyimleri hatırlamakta zorlanmadılar. Ancak yine de ben aradan geçen zamanın oldukça uzun olduğunun dikkate alınması gerekliğini düşünüyorum; kimi zaman anılarda belirsizliklerin ve bulanıklıkların olması oldukça doğal. Röportajlar başlayana dek gözden kaçırdığım bir gerçek de annemle teyzemin cahillikleri. Bu onların sayılar konusundaki yetersizlikleriyle birleşince birtakım ölçülerin sağlıklı olması olanaksızlaştı. Geleneksel Aborijin toplumunun sayılarla, tarihlerle, daha doğrusu genel anlamda matematikle hemen hemen hiç ilgisi yoktu. Doğa onların sosyal takvimiydi, her şey mevsimsel değişikliklere bağlı olaylar ve gelişmelerle ölçülürdü. Örneğin yaz sıcağa, toza ve sineklere bağlı göz sorunlarının ortaya çıktığı bir pink eye (pembe göz) zamanıydı.

Bu dönemde çiftlik işçileri yıllık tatillerini yaparlardı. Pembe göz zamanı, Pilbara bölgesindeki çiftliklerde çalışanların işlerinden izin aldıkları zamanları ve hafta sonlarını ifade etmek için kullanılan bir terimdi. Kış ve yağmur mevsimi yalta ya da gulya zamanıydı. Benzer şekilde haftanın günleri de o günlerde yapılan işlere göre adlandırılırdı; pazartesi çamaşır, salı ütü, çarşamba yama günü gibi. Zamanı belirleyip adlandırmak açısından kültürel ve törensel etkinlikler de önemliydi. Örneğin Jigalong ve Gibson Çölü’ndeki insanlar öykü anlatırken belirli bir olayı kullanırlar. Öyküleri ister sözlü tarih ister anekdot olsun, Batı’nın öyküleri gibi başlamaz: “Hiç unutmam. 1968 yılında Noel tatiliydi…” gibi. Konuşmacı dinleyicilere hatırlatmada bulunur. “Galyu zamanıydı. Her yer Galyu idi… Yollar kapanmıştı… ” Ya da: “O büyük toplantı yapıldığında Ngulungga zamanıydı…” Dinleyiciler bunun geleneksel ritüellerin gerçekleştirildiği zaman olduğunu bilirler. Yani bu topluluklarda zaman belirli olaylara ve mevsimlere dayalıdır. Eve dönüş yolculuğunu anlatırken, Daisy Teyze, Meekatharra’nın güneyindeki Nannine tren yolunda emu yavrularını nasıl ovaladıklarından söz etti. Yavruların siyah-beyaz çizgili olduklarını anlattı. Araştırmalarla kişisel gözlemlerimi birleştirerek yavruların belli bir yaşta olması gerektiğini düşündüm ve aylardan ağustos ya da eylül olduğunu tahmin ettim.

Bu yolculuğu hatırlarken sayılar değil, mevsimler önemli oldu. Batılılar için tarih ve uzaklık önemlidir; Aborijinlerin öykü anlatma tarzında ise mevsimler ve doğal ortamın özellikleri çok daha büyük önem taşır. Ben, okuyucuların bu tarihi yolculuk konusunda çok daha ayrıntılı bilgi sahibi olabilmeleri için farklı bilgi formlarını birleştirmeye çalıştım. Bu yolculuğun gerçekleştiği dönemlerde anayollar, asfalt yollar yoktu. Hemen her yer taşlı ve toprak yoldu. Bir de at arabalarıyla ilkel arabaların açtığı yollar vardı. Kızlar bu yollardan uzak durdular, çünkü beyazların kendilerini görebileceğini ve yerlerinin hemen polise bildirilebileceğini biliyorlardı. Molly, Daisy ve Gracie, Batı Avustralya ’nın kuzeybatısından, beyazların birbirine çok bağlı olduğu ve telsizle, telefonla, mektupla iletişimi koruduğu ücra bir yerinden geliyorlardı. Bunun bilincinde olan kızlar fark edilmemeye çalışarak sessizce ilerlediler ve evlerine olabildiğince çabuk ulaşmaya çalıştılar. Birinci Bölüm Yazın ilk günleriydi, o sabah hava henüz serindi. Ciğerlerine çektiği tertemiz hava ona çok iyi geldi. Ayağa kalktı, kollarını başının üzerine kaldırıp indirdi. İlk uyanan oydu. Gerçi bu çok doğaldı; Kundilla her zaman herkesten önce kalkardı, o sabah da farklı olmamıştı. Ağaç dallarından ve kalın kabuklardan yapılmış barınaklarının dışında, hayvan derisinden yapılmış, sıcak battaniyelerinin altında uyuyanlara baktı.

Etrafta bol bol ağaç ve çalı vardı; bu nedenle kış kampı için burayı seçmişlerdi zaten. Kundilla sabah ritüellerini yerine getirmek için sessizce yürüdü, nehrin yüz metre ötesindeki bir alana kurulmuş olan kamptan uzaklaştı. Geri dönerken, nehrin kıyısında durup önceki gün atmış olduğu balık ağlarını çekti. Ne kadar huzur dolu bir gündü; kuşlar bol yapraklı dallarda cıvıldaşıyor, nehirden balıkların çıkardığı şapırtılar duyuluyordu. Kundilla şafak vaktini çok severdi. Güneş yükselirken derinlemesine düşünebilir, son birkaç gündür yaşanan olayları hatırlayabilirdi. Daha da önemlisi, gelecekte yapacaklarını planlayabilirdi. Hiçbir şey düşüncelerini bölmez, onu rahatsız etmezdi. Yakında bu huzurlu ortamın mahvolacağını, bu bozulmamış ormanda acı dolu çığlıkların ve binlerce insanın -kendi insanlarının- çaresiz hıçkırıklarının yankılanacağından habersizdi. Yabancıların ona eziyet edeceğini, onları topraklarından süreceğini bilemezdi. Kahvaltıda yiyecekleri balıklarla dolu ağları kampa taşırken, uzun, gri, kır saçları ve beyaz sakalı ona daha da ağırbaşlı bir görünüm veriyordu. Herkeste saygı uyandıran bir güce sahipti. Önceki gün yapılan yıllık çalı yakma etkinliğinin sonuçlarından memnun kalmıştı. Bu mevsimsel takvimde önemli bir zamandı. Bütün aileleri üyeleri, uzakta yaşayanlar da dâhil olmak üzere, aynı yerde toplanıyor ve civarda barınan kanguruları ve diğer hayvanları ortaya çıkarmak için ateş yakıyordu.

Hayvanlar panik içinde dışarı fırlarken, bütün erkekler çalıların etrafında stratejik yerlerde bekliyorlardı. Sonra da hayvanları mızrakla ya da sopayla öldürüyorlardı. Hayvanların postlarından, kendilerini kuzeybatının dondurucu soğuğuna karşı koruyacak pelerinler yapıyorlardı. Daha küçük hayvanların derilerini ise kürklü deri kese yapımında kullanıyorlar, bunların içinde bebeklerini taşıyorlardı. Kundilla’nın iki karısı vardı. Kampa vardığında, büyük karısı Ngingana günün ilk yemeğini pişirmek için ateşi yakmıştı bile. Kömürlerle külleri bir tarafa toplayıp balıkları bunların üzerine attı. Pişen balıkları uzun, yeşil bir sopayla tutup yaprakların üzerine koydu. Üzerlerindeki külleri temizlerken bir yandan da herkesi yemeğe çağırdı. Kundilla’nın ikinci karısı Mardina en küçük çocukları Jalda’yı emziriyordu. Ergenlik çağındaki iki oğlu Wandani ve Binmu, yakında kamptan ayrılacak olanların arasına katılacaktı. Yasa ’nın gerekliliklerini öğrenecekler ve birer “adam” olarak geri döneceklerdi. Oğullarına gururla bakarken bir parça da hüzünlendi. Onun gözünde ikisi de daha çocuktu; aradan bir yaz geçmesi bir şey ifade etmiyordu. Ama o sadece anneleriydi; kabile büyükleri karar vermişti bir kere, elinden bir şey gelmezdi.

Mardina gözyaşlarını sildi, başını kaldırdı ve Jalda’yı emzirmeye devanı etti. Kundilla’nın evli üç oğlu ve aileleri, hemen yanlarında kamp yapıyordu. Diğerlerinin kampı da yakınlardaydı, bir yarım daire oluşturuyordu. Grupta yaklaşık altmış kişi vardı. Burası balıkçılar ve avcılar için çok uygun bir yerdi. Bazıları, yiyecek bol olduğu için, günlerce yolculuk yapıp buraya gelerek gruba katılmıştı. Kundilla yakında nehrin ağzının bulunduğu yere taşınmayı planlıyordu; böylece ailesi su ürünlerinden rahatça yararlanabilecekti. Herkes bu yolculuğu dört gözle bekliyordu. Kahvaltıdan sonra Kundilla, kampın biraz ilerisindeki bir okaliptüsün altında gölgeye oturup mızraklarını ve balık ağlarını yolculuk için hazırlamaya başladı. Arkadan, kampta günlük faaliyetlerin sürdüğünü gösteren sesler geliyordu. Anneler ve büyükanneler çocuklarına emirler veriyorlardı. Çocuklar oyun oynuyordu; bazıları kavga edip bağrışıyor, bazıları keyif içinde suda eğleniyordu. Kundilla mızrağını bilemek için sivri bir taşa uzandığında, ormanda tüyler ürpertici bir ses yankılandı. Korkup paniğe kapılan kadınlar, bebeklerini ve çocuklarını kaptıkları gibi erkeklerin yanına koştular. “Bu da neydi?” diye soruyordu herkes liderlerine.

Kuşlar bile korku içinde ötüşerek sığınacak bir yer arıyorlardı. “Sesin kime ait olduğunu ve nereden geldiğini bilmiyorum,” diye karşılık verdi Kundilla. “Ama gidip bakacağız.” Yetişkin erkekleri yanma çağırdı. “Geri geldiler. Kadınlarımızı götürmeye geldiler,” dedi, heyecan, endişe ve korku dolu bir sesle. “Peki onlara nasıl engel olacağız?” diye sordu en büyük oğlu Bunyun. “En son geldiklerinde neler olduğunu biliyorsunuz.” Adamlar başlarını salladılar. Olay, Bunyun’un körfeze yakın bir kumsalda kamp yapan Tumi Amcası ile ailenin diğer bireylerinin başına gelmişti. Erkekler, kadınlarını kaçırmaya çalışan baskıncılara engel olmaya çalışınca vurulmuşlardı. Aile hâlâ onların yasını tutuyordu. Kundilla ve ailesi, kardeşleri ve amcalarının vicdansız korsanlar, kaçak mahkûmlar tarafından nasıl öldürüldüğünü duymuştu. Bu vahşi ve cani adamlar gelip Aborijin kadınlarını kaçırmışlar, cinsel köleleri olarak gemilerine bindirmişler, ihtiyaçlarını giderdikten sonra da hepsini öldürüp cesetlerini okyanusa atmışlardı. Caniler, Batı Avustralya ’nın güney kıyılarında balina avına çıkan gemilerin mürettebatını oluşturuyordu.

Yürekli Nyungar savaşçıları onlarla cesurca mücadele etmiş, ama güçleri kötü ruhlu beyaz istilacıların kılıçlarının ve silahlarının üstesinden gelmeye yetmemişti. İstilacılar güney bölgesinde Nyungarlar ile karşılaştıklarında, karşılarında dost canlısı, misafirperver insanlar bulup memnun olmuşlardı. Önceleri Aborijin erkekleri balina avcılarını hoş karşılamıştı. Adamların tekneleri Aborijinlerin çok ilgisini çekmişti. Bu ilgiyi işaret diliyle ifade etmeyi de başarmışlardı. Dostluklarının ve iyi niyetlerinin göstergesi olarak, beyaz mürettebatı kamplarına davet etmişlerdi. Kadınlar pek ortaya çıkmamışlar, kendilerini yabancılara göstermemeye çalışmışlardı. Nyungarlar, balina avcılarına, kuş yumurtası toplamak için bir adaya (Yeşil Ada olarak bilinen bir adaydı burası) gitmek istediklerini ifade etmişlerdi. Hiçbir şey, sinsi beyazları bu istek kadar memnun edemezdi herhalde. Onların istediği de buydu zaten. Hemen kabul etmişlerdi. Altı adamı adaya götürüp, yiyeceksiz susuz orada bırakmışlardı. Kendileri geri dönmüşler, bir süre aradıktan sonra Aborijin kampını bulmuşlar ve altı kadını kaçırıp gemilerine götürmüşlerdi. Önce tecavüz ettikleri kadınları daha sonra öldürmüşlerdi. Balina avcıları, Nyungarların kendilerine saygı duyduklarını, çünkü onları genga’lar olarak gördüklerini fark etmişlerdi.

Kanguru Adası kıyıları ve Batı Avustralya sahilleri boyunca kamp kurmuşlardı. Buralara Kral George Bölgesi adı verilmişti. Binbaşı Edmund Lockyer, 93. alaydan on sekiz asker ve elli mahkûmla birlikte, New South Wales’ta Vali Darling tarafından askeri bir taban oluşturmak üzere Kral George Bölgesi’ne (bugün Albany’nin olduğu bölge) gönderildi. Amaçları mahkûmlara ve balina avcılarına engel olmaktı. Amirty gemisiyle yolculuk yaptılar. 1826 yılında sıcak bir yaz günü Binbaşı Lockyer ve iki görevlisi kıyıya çıktılar, tepelere tırmanıp etrafı araştırdılar. Kıyıların güzelliği çok hoşlarına gitti, ama toprağı beğenmediler. Nyungarları korkutan o ses, askerlerin İngiliz bayrağını ilk kez Batı Avustralya kıyılarında çekerken attıkları topun sesiydi

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir