Doris Lessing – Altin Defter

Okuyacağınız romanın genel hatları şöyledir: “Özgür Kadınlar” adlı, yaklaşık 60 000 sözcükten oluşan, başlı başına kısa bir roman sayılabilecek bir iskelet ya da temel yapı var. Bu kısa roman, beş bölüme ayrılıyor, bu bölümler de Siyah, Kırmızı, Sarı ve Mavi olmak üzere dörder defterden oluşuyor. Defterleri, “Özgür Kadınlar”ın ana karakteri Anna Wulf tutuyor. Tek defter yerine dört defter tutuyor, çünkü karmaşa, biçimsizlik ve bunalımdan korkuyor ve bazı şeyleri birbirinden ayırmak zorunda olduğunu hissediyor. İç ve dış baskılar defterlerin sonunu getiriyor; Anna hepsinin üstüne koyu siyah birer çizgi çekiyor. Defterdeki kayıtlar sona erdiğine göre, onların parçalarından yeni bir şey doğabilir: “Altın Defter.” Defterlerde insanlar tartıştılar, kuramlar ürettiler, dogmalaştırdılar, etiketlediler, bölümlendirdiler –bazen o kadar genel ve yaşadıkları döneme özgü yorumlar yaptılar ki, anonimleştiler. Bu kişilere alegorik oyunlardaki gibi adlar verilebilir: Bay Dogma ve Bay Özgürüm-çünkü-hiçbir-yere-ait-değilim, Bayan Âşık-ve-mutlu-olmalıyım, Bayan Yaptığım-her-şeyde-en-iyiolmalıyım, Bay Gerçek-kadın-nerede, Bayan Gerçek-erkek-nerede, Bay Ben-deliyim-çünkü-öyle-olduğumu-söylüyorlar, Bayan Yaşamboyu-deneyler-yapan, Bay Devrim-yapıyorum-öyleyse-varım, Bay ve Bayan Küçük-sorunlarla-uğraşırsakbüyük-sorunlara-eğilmeye-cesaret-edemediğimizi-unuturuz. Ancak bu kişiler aynı zamanda birbirlerini, birbirlerinin çeşitli yönlerini yansıttılar, birbirlerinin davranış ve düşüncelerini etkilediler; birbirleri oldular, birbirlerini tamamlayıp bütünleştiler. Romanın iç bölümü olan “Altın Defter”de birçok şey bir araya geldi, bölümlerin duvarları yıkıldı, bölümler ortadan kalkınca kalıplar yok oldu, böylece konusu “uyum” olan ikinci izlek, bir zafer kazandı. Anna ve “bunalımlı” Amerikalı Saul Green. İkisi de çılgın, deli, kudurmuş… ne derseniz deyin. Bunalımlarını, birbirlerine ve başkalarına yansıtıyorlar; geçmişte yarattıkları hatalı kalıpları yıkıyorlar; kendilerini ve birbirlerini kurtarmak için yarattıkları kalıplar eriyip gidiyor. Birbirlerinin düşüncelerini okuyor, kendilerini birbirlerinde görüyorlar. Saul Green, Anna’yı kıskanıyor, onu yıkmaya çalışıyor; öte yandan Anna’ya destek ve öğüt, hatta son kitabı “Özgür Kadınlar”ın – “İki kadın Londra’daki evde yalnızdılar,” cümlesiyle başlayan bir roman için ironik bir başlık– ana izleğini veriyor.


Saul’u delicesine kıskanan, onu sahiplenen, üzerinde hak iddia eden Anna da, daha önce vermeyi reddettiği güzel “Altın Defter”in ilk sayfasına, “Cezayir’de kuru bir yamaçta askerin biri, tüfeğine yansıyan ay ışığını seyrediyordu,” cümlesini yazarak, Saul’a bir sonraki kitabının izleğini de bu defterle birlikte veriyor. İkisinin birlikte yazdığı Altın Defter bölümünü okumaya başladığınızda artık bunu yazanın Saul mu, Anna mı, yoksa romandaki öteki karakterler mi olduğunu anlayamıyorsunuz. İnsanlar kişilik bölünmesi yaşadığında, hatalı biçimde bölünen ve parçalanan “iç benliğin” kendini sağaltabilmesinin yolu olan “bunalım” izleği, elbette başkaları, hatta benim tarafımdan sık sık işlenmişti. Ama o tuhaf kısa öykü dışında, bu izleği ilk kez bu kitapta işliyorum. Bu izlek bu kitapta daha çarpıcı, daha gerçekçi bir biçimde, deneyimin düşünceye ve kalıplara dönüşmesinden önceki haliyle yansıtılıyor; böylesi, belki henüz hammadde sayıldığı için daha değerli. Ancak kimse bu izleğin farkına bile varmadı, çünkü düşman eleştirmenler kadar dost eleştirmenler de, kitabın kadın-erkek savaşıyla ilgili olduğunu ileri sürdüler; kadınlar “Altın Defter”in kadın erkek savaşında yararlı bir silah olduğunu ileri sürdüler. O zamandan beri yanlış anlaşılıyorum; kadınları desteklemeyi reddettiğimin düşünülmesini hiç istemezdim doğrusu. Kadın hareketi konusuna gelince… Bu hareketi elbette destekliyorum, çünkü birçok ülkede birçok insan, kadınların hâlâ ikinci sınıf vatandaş olduğuna içtenlikle inanıyor. Bu insanların ne kadar ciddiye alındıkları göz önüne alınırsa bu düşüncelerini kabul ettirmekte başarılı oldukları sonucuna varılabilir. Daha önce kadın hareketine karşı düşmanca bakan ya da tarafsız kalan her tür insan, “Amaçlarını destekliyorum ama edepsiz sözlerini ve kaba davranışlarını onaylamıyorum,” diyor. Bu, bütün devrimci hareketlerin geçirdiği kaçınılmaz bir evredir; devrimciler, kendileri için kazanılan hakların tadını büyük bir zevkle çıkaranlar tarafından reddedilmeyi göze almalıdır. Yine de kadın hareketinin fazla değişeceğini sanmıyorum. Bunun nedeni, amaçlarının yanlış olması değil, dünyanın, yaşadığımız felaketler, belki de içinde bulunduğumuz dönem tarafından sarsılarak yeni bir biçim kazanacak olmasıdır. Belki de bu dönemi atlattıktan sonra –atlatabilirsek elbette– kadın hareketinin amaçları bize çok önemsiz ve tuhaf görünecek. Ama bu kitap, kadın hareketinin savaş borusu değil.

Kadınların saldırganlık, kötülük, nefret gibi duygularını tanımlamaya çalıştı, bunları yazıya döktü, o kadar… Besbelli kadınlar, bu kitabın bütün düşüncelerini, duygularını, deneyimlerini anlattığını keşfettiler. Birden birçok eski silah çıktı ortaya; bu silahların en sık karşılaşılanları, her zamanki gibi, “dişilikten yoksun kadın”, “erkek düşmanı” konularını işliyordu. Düşünmeksizin verilen bu tepki, ortadan kaldırılamaz gibi görünüyor. Erkekler ve birçok kadın, haklarını arayan bu kadınların, kadınsılıktan, insanlıktan uzak, erkeksi ve duygusuz olduklarını ileri sürdüler. Kadınlar doğanın kendilerine tanıdığından fazlasını istediğinde, erkeklerin –ve bazı kadınların– onlara gösterdiği tepkilere bütün toplumların kayıtlarında rastlanır. Altın Defter, birçok kadını kızdırdı. Kadınların birbirlerine mutfakta homurdanarak, yakınarak ve dedikodu niteliğinde söyledikleri, kendilerine acı vermekten hoşlandıklarını belli eden sözcükler, çoğunlukla yüksek sesle söyleyebilecekleri son şeylerdir; çünkü bir erkek duyabilir. Kadınlar korkaktır, çünkü uzun zamandır birer köle gibi yaşamaktadırlar. Sevdiği adamla birlikteyken düşüncelerini, duygularını ve deneyimlerini savunmaya hazır kadın sayısı hâlâ çok azdır. Bir erkek kendisine, “Kadınsı değilsin, saldırgansın, erkekliğimi öldürüyorsun,” dediğinde, birçok kadın hâlâ taşa tutulan küçük köpekler gibi kuyruğunu kıstırıp kaçar. Bana göre böyle bir adamla evlenen ya da kendisini böyle tehdit eden bir adamı ciddiye alan bir kadın, bunların hepsini hak eder; çünkü böyle bir erkek zorbanın tekidir, içinde yaşadığı dünyayla, onun tarihiyle ilgili hiçbir şey bilmemektedir; erkekler ve kadınlar, geçmişte farklı toplumlarda, sonsuz türde rol oynamakta ve bu rolleri oynamaya devam etmektedirler. Kısacası, böyle konuşan bir erkek cahilin tekidir, başkalarına uyum sağlayamamaktan korkar, bir korkaktır… Bu sözleri yazarken kendimi, uzak geçmişe gönderilecek bir mektup yazıyormuş gibi hissediyorum; doğruluğunu kabul ettiğimiz her şey, on yıl içinde doğruluğunu yitirecek, bundan eminim. (Öyleyse neden roman yazıyoruz? Gerçekten, neden! Sanırım yaşam sürmeli, sanki…) Bazı kitaplar gerektiği gibi okunmuyor, çünkü bu kitaplar toplumda henüz gerçekleşmemiş bir aydınlanmanın var olduğunu varsaydığı için, bir düşünce basamağını atlamış oluyor. Bu kitap, kadın hareketiyle yaratılan davranış biçimlerinin daha önceleri de var olduğu varsayılarak yazıldı. Kitap piyasaya on yıl önce, 1962’de çıktı.

Piyasaya ilk kez şimdi çıkıyor olsaydı, yalnızca tepki almakla kalmazdı; çünkü her şey büyük bir hızla değişti. Bazı ikiyüzlü davranışlar sona erdi. Sözgelimi on, hatta beş yıl önce –cinsel başkaldırı zamanıydı– piyasa, kadınları öfkeyle eleştiren erkekler tarafından yazılmış roman ve tiyatro oyunlarıyla doluydu, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde… Elbette burada, İngiltere’de de. Bu eserlerde kadınlar, zorba, hain, özellikle erkekleri el altından çökertmeye ve onları temelden yıkmaya çalışan kişiler olarak betimlendiler. Ne var ki, kimse erkek yazarların yanlış davrandığını düşünmedi; kadın düşmanlığı yaptıkları, saldırgan ve sağlıksız davrandıkları değil de, düşüncelerini sağlam bir felsefi temele dayandırdıkları, bu düşüncelerinin doğal olduğu kabul edildi. Bu durum devam ediyor ama hiç kuşkusuz düzelmekte… Bu kitabı yazmaya kendimi öyle kaptırmıştım ki, insanların bunun için ne düşünecekleri aklıma bile gelmedi. Kendimi kitaba böylesine kaptırmamın nedeni, yalnızca yazmanın güç oluşundan değil –bütün planı kafamda tutarak baştan sona durmaksızın yazdım, bu da çok güç oldu– yazdıkça birçok şey öğrenmemdi. Belki de belli bir kalıp belirlemek, yazarken kendine sınırlar koymak, hiç beklenmedik yerlerden yeni cevherlerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Bana yabancı çeşitli düşünceler ve deneyimler, yazım sürecinde su yüzüne çıkıverdi. Bu yüzden yalnızca malzemeyi oluşturan deneyimler değil, yazım süreci de zorlayıcıydı; bu süreç beni değiştirdi. Metne son biçimini verdikten sonra bunu yayıncıma ve arkadaşlarıma gösterdim ve kadın erkek savaşıyla ilgili bir kitapçık yazmış olduğumu, söyleyeceğim hiçbir şeyin bu kanıyı değiştiremeyeceğini öğrendim. Oysa kitabın özü, planı, içindeki her şey, doğrudan ya da dolaylı bir biçimde hiçbir şeyi bölmememiz, bölümlendirmememiz gerektiğini anlatmakta. “Bağlı. Özgür. İyi.

Kötü. Evet. Hayır. Kapitalizm. Sosyalizm. Seks. Aşk…” diyor Anna, “Özgür Kadınlar” bölümünde, bir izleği dile getirerek, bağırarak, davullarla, borazanlarla motifini ilan ederek… ya da ben öyle sanmıştım. Tıpkı romanın içindeki “Altın Defter” bölümünün kitabın en önemli bölümü olduğunun, kitabın yükünü omuzlarında taşıdığının ve her şeyi açıkladığının anlaşılacağına inandığım gibi. Ancak hayır. Bu kitap, başka izleklerin de katılmasıyla tamamlandı; bu benim için güç bir dönemdi. Yıllardır zihnimde olan düşünceler ve izlekler bir araya geldi. Bu düşüncelerden biri, Tolstoy’un Rusya’yı, Stendhal’in Fransa’yı anlattığı gibi, İngiltere’nin yüz yıl önce geçen yüzyılın ortasında içinde bulunduğu düşünsel ve ahlaki ortamı anlatan bir romanı, bulmanın olanaksızlığıydı. (Bu noktada bu iddiadan vazgeçmek zorunda bırakılıyoruz.) Kızıl ile Kara’yı ve Lucien Leuwen’i okuyunca o dönemin Fransası’nı, orada yaşamış gibi tanırsınız, Anna Karenina’yı okuyunca o dönemin Rusyası’nı görmüş gibi olursunuz. Oysa Kraliçe Victoria dönemini anlatan, gerçekten yararlı olabilecek bir roman yoktur.

Hardy bize yoksulluğun, kısıtlı bir zamanın olanaklarından daha geniş bir düş gücüne sahip olmanın, bir kurban olmanın ne demek olduğunu anlatır. George Eliot, olabildiğince başarılı. Ancak galiba Kraliçe Victoria döneminde yaşayan bir kadın. Kadın olmanın bedelini –dönemin ikiyüzlüleri bunu kabul etmese bile– toplum kurallarına uyan bir kadın olarak tanıtılmak zorunda kalarak ödedi, iyi ahlaklı olduğu için anlamadığı çok şey var. Ne tuhaftır ki, kıymeti bilinmeyen yazar Meredith. Belki içlerinde bu kitabı yazmaya en çok yaklaşanı. Trollope bu konuda yazmayı denedi ama anlayışı kıttı. William Morris’in başarılı yaşamöyküsündeki kadar etkileyici düşüncelere ve bunların çatışmasına hiçbir romanda rastlanmaz. Elbette, bir kadının yaşama bakış açısının, bir erkeğinki kadar doğru olduğunu varsayarak giriştim bu işe… Bu sorunu bir kenara bırakarak daha doğrusu göz önüne almayarak, yüzyılımızın son elli yılının “ideolojik havası”nı doğru olarak yansıtabilmek için konuyu sosyalist ve Marksist bir çevre içinde işlemem gerektiğine karar verdim. Çünkü zamanımızda büyük tartışmalara yol açan birçok olay, sosyalizm tarafından incelenmiştir; akımlarda, savaşlarda, devrimlerde yer alanlar, bu olayları sosyalizmin ya da Marksizmin türleri olarak görüyorlar; bazen bir şeyin üzerinde egemenlik kurmak ya da geri çekilmek olarak algılayarak daha da ileri gidiyorlar. (Galiba, en azından gelecek kuşakların bizim zamanımızı, bizim gibi algılamayacaklarını kabullenmek zorundayız; aynen bizim, İngiliz, Fransız ve hatta Rus devrimlerine baktığımızda bunları o dönemlerdeki insanlardan farklı algıladığımız gibi.) Ancak Marksizm ve onun filizleri, her yerde düşünceleri etkiledi; hem de öyle hızlı ve güçlü biçimde etkiledi ki, kısa bir süre önce “çıkış yolu” olarak algılanırken, kanıksanıvermiş ve sıradan düşünüşün bir parçası olmuşlardı. Otuz kırk yıl önce aşırı solcu olarak kabul edilen görüşler, yirmi yıl önce bütün solu istila etti, son on yıldır da, sağ sol gözetmeksizin, her yerde karşımıza çıkan basmakalıp görüşlere dönüştüler. Böylesine kanıksanan bir görüş, etkinliğini yitirir; yine de bu görüş toplumda egemendi ve benim yazmaya çalıştığım romanda ana izlek olmalıydı. Uzun süre aklımı kurcalayan bir başka düşünce de, romanın kahramanının bir sanatçı olmasıydı, ama “tıkanmış” bir sanatçı olmalıydı bu.

Bu kararımın nedeni, sanatçı konusunun sanatta uzun süredir, sıkça kullanılmış olmasıydı; çoğu kitabın kahramanı ressam, yazar, müzisyendi sözgelimi. Büyük yazarların hepsi ve önemsiz yazarların çoğu bu izleği kullanmıştır. Sanatçı ve tam karşıtı işadamı tipleri, kültürümüzü dengelemişlerdir. Biri kaba, duyarlılıktan uzak; ötekiyse yaratıcı, fazlasıyla duyarlı, çok acı çeken, çok bencil, ama yaratıcı olduğu için bağışlanması gereken biri gibi gösterilmiştir. Elbette, aslında işadamı da yarattıklarından dolayı bağışlanmalıdır. Bu fikri kanıksayıverdiğimiz için, sanatçının örnek olarak kullanılmasının yeni bir izlek olduğunu unutuyoruz. Yüz yıl öncenin kahramanları genellikle sanatçı değildi. O zamanın kahramanları askerler, imparatorluk kurucuları, kâşifler, din adamları ve politikacılardı. Ne yazık ki Florence Nightingale olmayı başarabilen çok az kadın vardı. Yalnızca tuhaf ve çatlak tipler sanatçı olmayı isteyebilir, bunun için savaşabilirlerdi. Ancak günümüzün konusu olan “sanatçı”yı, “yazar”ı kullanırken, bu izleğin, zavallıyı tıkayarak ve bu tıkanmanın nedenlerini tartışarak geliştirilmesi gerektiğine karar verdim. Kahramanımızın artık yazamamasının nedeni savaş, açlık, yoksulluğun ezici sorunlarıyla bunları topluma aktarmaya çalışan küçük bireyin arasındaki uyuşmazlık olmalıydı. Asıl dayanılmaz, artık katlanılmaz olan, temel alınan erdem örneğinin –sanatçının– inanılmaz ölçüde yalıtılmış ve kendini beğenmiş olmasıydı. Görünüşe bakılırsa gençler bunun farkına varmış ve yüzlerce, binlerce insanın film çektiği, çekimlere yardım ettiği, gazeteler çıkardığı, müzik yaptığı, resim çizdiği, kitap yazdığı, fotoğraf çektiği, kendilerine özgü bir kültür yaratarak bu durumu değiştirmişler. Onlar bu yalıtılmış, yaratıcı, duyarlı tipi yüz binlerce kişi içinde çoğaltarak yok etmişlerdir.

Bu eğilim uç noktasına, sona ulaştı artık, her zamanki gibi, buna karşı bir tepki oluşması kaçınılmaz. “Sanatçı” konusu bir başka izleğe bağlanmalıydı: öznelliğe. Benim yazarlığa başladığım dönemde, yazarlara “öznel” olmamaları gerektiği yolunda baskı yapılıyordu. Bu baskı, Rusya’da on dokuzuncu yüzyılda, komünist hareketler çerçevesinde, sanatı, özellikle de edebiyatı Çarlığa ve baskıya karşı savaşmakta kullanan toplumsal edebiyat eleştirilerinin bir uzantısı olarak başladı; bu eleştiri türünü geliştiren kayda değer yeteneklerin arasında ünlü Belinski de vardı. Bu eleştiri türü her yerde moda oldu ve İngiltere’de “bağlılık” adı altında ellili yıllara kadar etkili oldu. Komünist ülkelerdeyse etkisini hâlâ sürdürmekte. Bu, sıradan yaşamda, “Roma yanarken, aptalca kişisel sorunlarımızla ilgilenmek” biçiminde ifade edilmekte. Bu baskıyı yapanlar, en yakınımız, en çok sevdiğimiz, hep saygı duyulan şeyler yapan, sözgelimi Güney Afrika’daki ırk ayrımına karşı savaşan kişiler olduğu için buna direnmek güçtü. Yine de romanlar, öyküler, sanatın her türü, giderek daha öznel olmaya başladı. “Mavi Defter”de Anna verdiği derslerle ilgili olarak şunları yazar: “Ortaçağ’da sanat, bireysel değil toplumsaldı; grup bilincinden doğmuştu. Burjuvazi döneminin insanı gayrete getiren, acınası öznelliğinden yoksundu ve bir gün bizler öznel sanatın katı bencilliğini geride bırakacağız. İnsanın kişiliğinin bölünüşü ve başka insanlardan farklılığını değil, başkalarına karşı sorumluluğunu ve onlarla kardeşliğini anlatan bir sanata döneceğiz. Batı’daki sanat gitgide daha çok acıyı anlatan, acı dolu bir çığlığa dönüşüyor. Acı, en derin gerçekliğimiz haline geliyor… İşte böyle bir şeyler söylüyordum. Yaklaşık üç ay önce, bu dersin ortasında kekelemeye başladım ve konuşmanın sonunu getiremedim…” Anna, kaçamak yorumlar yaptığını fark ettiği için kekelemeye başlamıştı.

Baskı ve akım bir kez başladı mı, bundan uzak durmak olanaksızdır; iyice öznel olmaktan kaçınamazdınız; doğrusunu isterseniz, o sıralar yazarların amacı da öznel olmaktı. Bunu göz ardı edemezdiniz: köprü ya da baraj yapımıyla ilgili bir kitap yazıp da, onu inşa eden insanların duygu ve düşüncelerini paylaşmamanız olanaksızdı. (Bunun kötü bir benzetme olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hiç de değil. Tartışma yaratan bu ikilem, şu sıralar komünist ülkelerde en büyük edebiyat sorunu.) Sonunda bu ikilemden, “önemsiz kişisel sorunlarımızı” yazarken duyduğumuz kaygıdan kurtulmanın yolunun ya da bu sorunun çözümünün, hiçbir şeyin kişisel – yani tam anlamıyla kişiye ait– olmadığını fark etmek olduğunu anladım. Kendimizi anlatırken, aynı zamanda başkalarını anlatırız, çünkü sorunlarımız, acılarımız, zevklerimiz, duygularımız –hatta olağanüstü ve kayda değer düşüncelerimiz bile– yalnızca bize ait olamaz. “Öznellik” sorununu çözmenin, korkunç ve harika olasılıkların ortasında kararsız kalakalmış önemsiz bireyle uğraşmanın yolu, onu küçük bir dünya olarak görmektir. Böylece öznel ve kişisel olan şeyleri aşarak, aslında yaşamda hep olageldiği gibi, kişiseli genelleştirebiliriz; sözgelimi büyüdükçe, küçükken “Âşık oluyorum”, “Şöyle hissediyorum” ya da “Şöyle düşünüyorum”, biçiminde dile getirdiğimiz kişisel bir deneyimin herkesçe paylaşıldığını öğreniriz. Aslında büyümek, insanın benzersiz ve inanılmaz deneyimlerinin herkes tarafından paylaşıldığını öğrenmesidir. Bir başka düşüncem de, kitaba gerektiği gibi bir biçim verirsem, beylik roman üzerine kitabın kendi yorumunu yapabileceğiydi. Roman konusundaki tartışmalar, roman doğduğundan beri sürüp gitmekte. Günümüz akademisyenlerinin yarattığı kanının aksine, roman yeni bir tür değil. Yazarın bir kitabı yazmayı bitirdiğinde duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirmenin, beylik romanla ilgili yorum yapmanın bir başka yolu da, Özgür Kadınlar adlı kısa romanın, ne kadar ayrıntılı bir malzemenin özeti ve kısaltılmış biçimi olduğunu okuyucuya göstermekti. Böylece yazarın bitmiş kitabı için neler hissettiğini okuyucuya yansıtabilecektim: “Gerçeğin ne kadar küçük bir bölümünü dile getirebildim, o karmaşanın ne kadar az bir bölümünü yansıtabildim; yaşadığım şey bu kadar fırtınalıyken, herhangi bir kalıp ya da biçim sahibi değilken, ortaya çıkan bu küçük, derli toplu şey nasıl doğruyu yansıtabilir.” Ancak benim asıl amacım, kendi yorumunu yapacak, yalnızca biçimiyle bir şeyler söyleyecek bir roman yazmaktı; söylemek istediklerimi bu romanın biçimi aracılığıyla dile getirecektim.

Söylediğim gibi, bu çabam fark edilmedi. Bunun bir nedeni, romanın İngiliz geleneğinden çok, daha doğrusu günümüz İngiliz geleneğinden çok, Avrupa geleneğine uygun olarak yazılmasıydı. Ne de olsa İngiliz romanı, Clarissa’yı, Tristram Shandy’yi, Trajik Komedyenler’i ve Joseph Conrad’ı içermekte. Ancak hiç kuşkusuz, insanın düşüncelerini söyleyeceği romanı yazmaya çalışması, kendini belli yönlerde kısıtlaması demektir: kültürümüze dar fikirler egemen. Sözgelimi, her yıl zeki, genç erkek ve kadınlar, göğüslerini gere gere, “Elbette Alman edebiyatıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum,” diyerek üniversitelerden mezun olabiliyorlar. Moda böyle. Kraliçe Victoria dönemindekiler, Alman edebiyatıyla ilgili her şeyi biliyorlardı, ama Fransız edebiyatıyla ilgili hiçbir şey bilmeyebiliyor ve bundan hiç rahatsız olmuyorlardı. Geri kalanına gelince, geçmişte ya da şimdi Marksist olanlardan akıllıca eleştiriler almam bir rastlantı değildi. Onlar amacımı anladılar. Bu, Marksizmin her şeyi bir bütün olarak, her şeyin birbiriyle olan ilişkisini göz önüne almasından –ya da almaya çalışmasından– kaynaklanıyor ama şu anda konumuz Marksizmin eksik yönleri değil. Marksizmden etkilenen biri, Sibirya’daki bir olayın Botswana’daki bir olayı etkileyeceğini kabul eder. Bence günümüzde Marksizm, resmî dinler dışında, bir dünya görüşüne, bir dünya ahlakına ulaşma yolundaki ilk girişimdi. Ancak başarılı olamadı, öteki dinler gibi, o da bölümlere ve alt bölümlere, gitgide daha küçük kiliselere, mezheplere ve inançlara ayrılmaktan kurtulamadı. Yine de denedi. Yapmaya çalıştığım şeyin anlaşılması konusu, beni eleştirmenlerle ve esnemeye yol açma tehlikesiyle burun buruna getiriyor.

Yazarlarla ve tiyatro yazarları ile eleştirmenler arasındaki şu acıklı çekişmeye halk o kadar alıştı ki, onları sürekli kapışan çocuklara benzetiyorlar: “Ah evet, sevimli ufaklıklar, yine başladılar,” ya da “Siz yazarlar bütün övgüleri, övgü olmasa bile, bütün dikkatleri topluyorsunuz. Peki bu alınganlık niye?” Halk bu konuda çok haklı. Bazı nedenlerden dolayı buna şimdi değinmeyeceğim, edebiyat yaşamımda edindiğim eski ve değerli deneyimlerim sayesinde eleştirmenler konusunda belli bir görüşe vardım; ama Altın Defter’i yazarken bu görüşü unuttum: Uzunca bir süre eleştirilerin doğru olamayacak kadar aptalca olduğunu düşündüm. Sonra dengemi bulunca sorunun ne olduğunu anladım. Sorun yazarların, eleştirmenlerde “öteki ben”i, ne yapmaya çalıştıklarını anlayan ve kendilerini yalnızca amaçlarına ulaşıp ulaşmadıklarına bakarak değerlendiren, kendilerinden daha zeki bir “ben”i aramasından kaynaklanıyor. Şimdiye kadar o seyrek karşılaşılan yaratıkla, gerçek eleştirmenle karşılaşıp da, paranoyaklıktan vazgeçip, minnettarlıkla nazikleşmeyen tek yazar görmedim; ihtiyaç duyduğunu sandığı şeyi bulmuştur. Ancak aslında yazarın aradığı şeyi bulması olanaksızdır. Aslına bakarsanız, arada sırada karşılaşılan bu olağanüstü yaratığı, mükemmel eleştirmeni neden beklesin, neden yapmaya çalıştığını anlayan başka biri bulunsun ki? Ne de olsa bu özel kozayı ören, görevi örmek olan tek kişi var; o da yazarın kendisi. Eleştirmenlerin, yaptıklarını iddia ettikleri –yazarların anlamsızca ve çocukça özlemini duydukları– şeyleri yapmaları olanaksızdır. Eleştirmenler bunun için eğitilmemiştir, eğitimleri tam tersi yöndedir. Bu eğitim, çocuğun beş ya da altı yaşlarında okula gitmesiyle başlar. Notlar, ödüller, “mevkiler”, “eğilimler” –ve hâlâ bazı yerlerde– “yıldızlar ve çizgiler” 1 ile başlar bu süreç. Bu at yarışı zihniyeti, kazanan ve kaybeden biçimindeki düşünüş, “Yazar X, Yazar Y’den birkaç adım ileride, geride, yazar Y geride kaldı; son kitabında yazar Z, yazar A’dan daha iyi olduğunu kanıtladı…” yorumlarına kadar gider. Çocuk başından beri, başarı ve başarısızlık terimleri kullanarak, karşılaştırmalı düşünmek için eğitilir. Bu bir ayıklama sistemidir: Zayıf olan umudunu yitirir ve aradan çıkar; birbiriyle devamlı yarışacak birkaç kazanan kişi yaratmak için planlanmış bir sistemdir bu.

Bence –gerçi burası bu düşünceyi geliştirmenin yeri değil– çocuğun sahip olduğu yetenekler, resmî zekâ katsayısı göz önüne alınmaz, başarı ödülü kazanmak için gerekli mallar olarak görülmezse, hayatı boyunca çocuğu ve başkalarını zenginleştirir. Başta öğretilenlerden biri de, kişinin kendi yargılarına güvenmemesi gerektiğidir. Çocuklara otoriteye boyun eğmeyi, başka insanların fikirlerini ve kararlarını öğrenmeyi, alıntı yapmayı, razı olmayı öğretiyorlar. Politik alandaysa çocuğa özgür, demokrat, özgür irade ve düşünceye sahip, özgür bir ülkede yaşayan, kendi kararlarını kendi veren biri olduğu öğretiliyor; oysa bu çocuk, çağının tutum ve dogmalarının kölesidir, bunları sorgulayamaz bile, çünkü var olduğu kendisine söylenmemiştir. Genç bir insan, sosyal bilimler ve fen bilimleri arasında seçim yapma yaşına geldiği zaman (hâlâ seçimin kaçınılmaz olduğunu düşünüyoruz), genellikle sosyal bilimleri seçer, çünkü bu alanda insanlık, özgürlük, seçim olduğunu sanır. Sistem tarafından bir kalıba sokulduğunun farkında bile değildir: Aslında seçimin, kültürümüzün özünde köklenmiş hatalı bir bölünmenin sonucu olduğundan haberi bile yoktur. Bunu hissedip daha fazla kalıba sokulmak istemeyenler, yarı bilinçsiz, içgüdüsel bir biçimde ayrılıp, istekleri dışında ayrıma tabi tutulmayacakları bir yerde iş bulmaya çalışırlar. Polis gücünden akademiye, tıptan politikaya kadar bütün kurumlarımızdan ayrılıp giden insanları pek fark etmeyiz. Özgün ve reform yapmaya hazır olanları daha başından dışlayıp, bir şeye zaten şu anda olduğu şeye benzediği için bağlananları geride bırakan, sürekli bir eleme işlemidir bu. Genç bir polis, yapması gereken işten hoşlanmadığını söyleyerek Polis Gücü’nü terk eder. Genç bir öğretmen, hevesi kırıldığı için öğretmenliği bırakır. Bu toplumsal mekanizma neredeyse fark edilmeksizin işler, buna karşın kurumlarımızın katı ve baskıcı kalmasını sağlayacak kadar güçlüdür.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir