Doris Lessing – Buyukanneler

Kafeterya ve restoranlarla dolu dağlık küçük burnun iki yanındaki deniz, kıpırtılı ama sakindi; koyun ağzında ve Baxter’ın Dişleri olarak bilinen, hatta deniz haritalarında yer alan sığ kayalıkların ötesinde kükreyip gürleyen gerçek okyanusa hiç benzemiyordu. Baxter kimdi? Bu sıkça sorulan, iyi bir soruydu; yanıt ise burnun ucunda, en iyi, en yüksek ve en saygın konumdaki restoranın duvarında asılı duran, ustalıkla eskitilip çerçevelendirilmiş olan kağıtta yazıyordu. Restoran, içindeki ince tuğla ve sazdan yapılmış odanın Baxter’ın kendisine elleriyle yaptığı kulübe olduğu iddia edilerek, “Baxter’ın Yeri” diye adlandırılmıştı. Baxter, durmak nedir bilmeyen bir gezgin, kayalık, küçük bir burnun yer aldığı bu cennet koya tesadüfen gelen bir denizciydi. Bu hikâyenin daha eski versiyonlarında barışçıl ve konuksever yerlilerden üstü kapalı biçimde söz ediliyordu. Peki kayalıklara “Dişler” lafı nasıl eklenmişti? Baxter’ın müzminlemiş kâşifliği, yakındaki kıyılarda ve adalarda sürmüş. Sonra, eski tahta parçalarından yaptığı yaprak gibi küçücük bir kayığa ve bilgisine güvenerek ayın göründüğü bir gecede denize açıldığında, sığ kayalıkları geçmeyi başarıp koya giren küçük gemileri karşılayan deniz feneri kadar sağlam bir fırtına kulesinin bulunduğu küçücük evinden rahatlıkla görülen o yedi siyah kayada kayığı karaya oturmuş. Baxter’ın Yeri artık, masaları ve beraberindeki sandalyeleri koruyan kocaman ağaçlarla güzelce yeşillendirilmişti ve aşağısı üç taraftan uysal denizle çevriliydi. Çalıların arasından yukarı dolanan patika Baxter’ın Bahçeleri’nde kesiliyordu ve bir öğleden sonra altı kişi bu hafif rampayı çıkmaya başlamışlardı; dört yetişkin ve sevinç çığlıkları martıların sesine benzeyen iki küçük kız. Önce iki yakışıklı adam geldi. Genç değillerdi, ama yalnızca kötü niyetli biri onlara orta yaşlı diyebilirdi. Birinin ayağı aksıyordu. Sonra da, onlar kadar hoş altmış yaşlarında iki kadın: Ama kimse onlara yaşlı demeyi aklından bile geçirmezdi. Alışık oldukları anlaşılan bir masaya, çantalar, örtüler ve oyuncaklar bıraktılar. Ciltleri bakımlı ve pırıl pırıldı, güneşten nasıl yararlanacaklarını bilen insanlardı.


Yerleştiler; kadınların gelişigüzel sandaletlerde son bulan ipeksi ve kahverengi bacakları, o an için hareketsiz duran elleri. Bir tarafta kadınlar, öbür tarafta erkekler ve yerlerinde duramayan küçük kızlar: Altı sarışın baş? Muhakkak akrabaydılar? Kadınlar erkeklerin anneleri; erkekler de onların oğulları olmalıydı. Kayalık bir patikanın aşağısındaki kumsala gitmek için yaygara koparan küçük kızlara, önce büyükanneleri, sonra da babaları tarafından uslu durmaları ve güzel güzel oynamaları söylendi. Yere çömelip tozun üzerine, parmaklarıyla ve küçük çubuklarla şekiller çizdiler. Sevimli küçük kızlardı; böyle hoş büyükanneler ve babalarla, bu normaldi tabii. Baxter’ın Yeri’nin penceresinden bir kız onlara seslendi, “Her zamankinden? Her zamankinden mi getireyim?” Kadınlardan biri ona “evet” anlamında el salladı. Biraz sonra gelen, üzerine taze meyve suları ve kepekli sandviçlerin yerleştirilmiş olduğu tepsi, bu insanların sağlıklarına dikkat ettiğini gösteriyordu. Okul bitirme sınavlarına daha yeni girmiş olan Theresa, İngiltere’den uzakta bir yıl geçiriyordu, sonra üniversiteye gitmek için İngiltere’ye geri dönecekti. Bu bilgi aylar önce verilmişti ve karşılığında, Theresa da küçük kızların ilk okullarındaki gelişmelerden haberdar ediliyordu. Şimdi de “Okul nasıl gidiyor?” diye sordu. Çocuklardan önce biri, sonra da öbürü, okulun çok iyi gittiğini söylemek için ayağa kalktı. Sevimli garson kız, iki adama gülümseyerek Baxter’ın Yeri’ndeki işinin başına geri döndü. Bu gülümseyiş, iki kadının önce birbirlerine, sonra da oğullarına bakarak gülümsemesine sebep oldu. Adamlardan biri, Tom, “Ama Britanya’ya hiçbir zaman dönemeyecek,” dedi. “Bütün oğlanlar kalması için peşinden koşup duruyor.

” Kadınlardan biri, Roz -aslında Rozeanne- yani Tom’un annesi, “Evlenip de bütün her şeyi bir kenara atarsa, çok aptallık eder,” dedi. Ama öbür kadın, Lil (ya da Liliane), yani Ian’ın annesi “Ah, bilmiyorum,” dedi, bir yandan da Tom’a gülümsüyordu. Sonuç olarak, varoluşlarına getirilen bu bir çeşit onay veya övgü, erkeklerin birbirlerine bakarak, başlarını sallamalarına neden oldu. Sık sık duyulan ya da hoşa gitmiş bir konuşma karşısında yapılacağı gibi, nükteli bir şekilde dudaklarını büzmüşlerdi. “Eh,” dedi Roz, “Umrumda değil, on dokuz, çok genç bir yaş.” Lil, “Ama ne olacağını kim bilebilir ki?” dedi ve kızardı. Yüzünün yandığını hissederek suratını hafifçe buruşturdu; bu da onu edepsiz ya da cüretkâr biri gibi gösterdi. Bu onun karakterinden o kadar uzak bir şeydi ki, diğerleri birbirlerine, pek de kolay açıklanamayacak bakışlar attılar. Hepsi iç geçirdi, birbirlerini duyunca hep birlikte güldüler; söylenmemiş şeyleri itiraf eder gibi, dolu dolu, dürüst bir kahkaha. Küçük kızlardan biri, Shirley, “Neye gülüyorsunuz?” dedi ve diğeri, Alice, “Bu kadar komik olan nedir? Ben komik bir şey göremiyorum,” diyerek büyükannesinin aslında hiç istemeden takındığı, bilinçli edepsizlik tavrını taklit etti. Lil huzursuz oldu ve tekrar kızardı. Shirley, ilgi arayarak ısrar etti, “Ne şakası yaptınız, Baba?” Bunun üzerine babaların ikisi de kızlarıyla güreşip boğuşmaya başladı. Kızlar itiraz edip kaçtılar, ama biraz da boğuşmak için geri geldiler, sonra da korunmak için kaçıp büyükannelerinin kollarına ve kucaklarına sığındılar. Orada kaldılar; başparmakları ağızlarında esnerlerken gözleri de kapanıyordu. Sıcak bir gündü.

Uykulu ve memnuniyet dolu bir manzara. Koca ağaçların altındaki bütün masalarda, aynı şekilde, tembelleşmiş, talihli insanlar vardı. Yalnızca bir metre aşağıda, çevrelerindeki deniz iç çekiyor, ıslık çalıyor, çırpınıyordu. Sesler de alçak ve tembeldi. Theresa, elinde soğuk içeceklerle dolu bir tepsiyle Baxter’ın Yeri’nin penceresinde bir an durdu ve dışarı, aileye baktı. Yanaklarından gözyaşları süzülüyordu. Tom’a âşıktı, sonra Ian’a, sonra tekrar Tom’a âşık olmuştu; görünüşleri, rahatlıkları ve başka bir şey, sanki bütün hayatları boyunca zevk içinde yüzmüşler ve şimdi de görünmez hoşnutluk dalgaları halinde bunu çevreye yayıyorlarmış gibi bir doygunluk havası yüzünden. Ve sonra küçük kızları idare edişleri, davranışlarındaki rahatlık ve ustalık. Ve büyükannelerinin hep yanlarında olması, dört kişiyken altı olmaları… Ama anneler neredeydi? Çocukların anneleri vardı, bu iki küçük kızın Hannah ve Mary’si vardı; iki kadın da ufak tefek ve esmer olduklarından, evlenip dahil oldukları sarışın aileye hiç benzemiyorlardı ve epeyce güzel olmalarına rağmen, Theresa ikisinin de bu adamlar için yeterince iyi olmadığını biliyordu. Çalışıyorlardı. Kendi işleri vardı. Büyükanneler de bu yüzden bu kadar sık burada oluyorlardı. Peki o zaman, büyükanneler çalışmıyorlar mıydı? Evet, çalışıyorlardı, ama “Hadi, Baxter’ın Yeri’ne gidelim,” diyebilecek kadar ve sonra da atlayıp buraya gelebilecek kadar da özgürdüler. Zaman zaman anneler de geliyordu ve sekiz kişi oluyorlardı. Theresa hepsine âşıktı.

En sonunda bunu anlamıştı. Erkekler, evet, kalbi onlar için sızlıyordu, ama o kadar acımıyordu. Gözyaşlarının akmasına sebep olan, onların hepsini orada görmesiydi, şimdi yaptığı gibi onları izlemesi. Arkasında, barın yanındaki bir masada, onunla evlenmek isteyen genç çiftçi Derek oturuyordu. Derek’i önemsemiyordu, ondan biraz hoşlanıyordu, ama gerçek tutkusunun bu olduğunu, bu aile olduğunu biliyordu. Yer yer güneş ışığının sızdığı ağaç gölgesinin derin katmanları üzerindeki güneş, ağacı kuşatıyordu; saadet ve mutlulukla karışmış olan sıcak mavi havadan, yalnızca Theresa’nın görebildiği, altın çiğ damlalarına benzer, koca koca damlalar etrafa yayılıyormuş gibiydi. Tam o anda, çiftçisiyle evlenmeye ve burada, bu kıtada kalmaya karar verdi. Güneş parlamaya karar verdiğinde kırlar yeterince güzel olsa da, İngiltere’nin, Bradford’un kaprisli güzellikleri için burayı bırakamazdı. Hayır, burada kalacaktı, kalmak zorundaydı. En sonunda gözyaşlarının serbestçe akmasına izin vererek “Bunu istiyorum, bunu istiyorum,” dedi kendi kendine. Bu fiziksel rahatlığı, kendini uzun kahverengi bacak ve kollardaki tembel hareketlerle ifade eden dinginliği, güneş çıktığında sarışın başlarda oluşan altın ışıltıyı istiyordu. Tam geleceğine sahip çıkmışken, annelerden birinin patikadan yukarı doğru geldiğini gördü. Mary; evet, oydu. Ufak tefek, esmer, huzursuz bir kadın. Onda, Aile’nin ağırbaşlılığından ve tavrından eser yoktu.

Yavaş yavaş geliyordu. Durdu, dik dik baktı, devam etti, durdu, özellikle düşünerek hareket ediyordu. Theresa, tepsiyi artık kesinlikle sabırsızlanmış olan müşterilere götürmek için en sonunda pencereden ayrılarak, “Nesi var acaba?” diye düşündü. Mary Struthers neredeyse hiç kıpırdamıyordu. Öylece durmuş, kaşları çatık bir halde ailesine bakıyordu. Roz Struthers onu görüp el salladı, sonra tekrar el salladı, sanki bir uyarı yapılmış gibi eli yavaş yavaş aşağı inerken, yüzü ışığını ve parlaklığını kaybetmeye başlamıştı bile. Gelinine bakıyordu, ama doğrudan değil. Yüzünden okunanları gören Tom da bakmak için arkasını döndü ve el salladı. Ian da el salladı. Roz’unki gibi iki adamın eli de düştü; bunda bir uğursuzluk vardı. Mary durmuştu. Yakınında bir masa vardı, bir sandalyeye çöktü. Gözlerini dikmiş, Lil’e bakmaya devam ediyordu; sonra dönüp Tom’a, kocasına baktı. O küçülmüş, suçlayan gözler bir yüzden diğerine döndü. Bir şeyler arayan gözler.

Elinde bir paket vardı. Mektuplar. Aşağı yukarı üç metre uzakta oturmuş, onlara bakıyordu. Diğer masaların işini halletmiş olan Theresa, tekrar penceresine dönmüş ve oğullardan birinin karısı, yani Mary hakkında suçlayıcı şeyler düşünüyordu ve bunun kıskançlık olduğunu biliyordu. Kendini şöyle savunuyordu: “Ama onlar için yeterince iyi olsaydı, onu önemsemezdim. Onlara kıyasla, o yalnızca bir hiç.” Yalnızca kıskanç bir göz, çarpıcı, çekici, esmer bir genç kadın olan Mary’yi inkâr edebilirdi. Şu anda güzel değildi: Yüzü küçülmüş ve macun rengine dönmüştü, dudakları da incelmişti. Theresa mektup demetini gördü. Masadaki dört kişiyi gördü. “Sanki heykel rolü yapıyorlar,” diye düşündü. Üzerlerindeki ışık akıp gidiyor, onlardan uzaklaşıyordu. Öğle sonrasının parlak güneşi, dışarıda, her yerde yüzsüzlük ediyor olabilirdi, ama onlar çarpılmış gibi hareketsiz oturuyorlardı. Ve Mary hâlâ bakıyordu, bir Lil’e ya da Liliane’e; bir Roz’a ya da Rozeanne’e; sonra da Tom’a ve Ian’a, sonra yeni baştan başlıyordu, tekrar tekrar. Theresa kendisinde var olduğunu bilmediği bir içgüdüyle, buzdolabındaki sürahiden bir bardağa su koyup Mary’ye koştu.

Mary başını yavaşça çevirip Theresa’nın yüzüne bakarak kaşlarını çattı, ama bardağı almadı. Theresa bardağı masaya bıraktı. Sonra, Mary suyun ışıltısından etkilenip elini bardağa uzattı, ama ardından geri çekti: Eli bir bardağı tutamayacak kadar kötü titriyordu. Theresa penceresine geri döndü. Gün onun için iç karartıcı geçmişti. O da titriyordu. Sorun neydi? Ters giden neydi? Bir şeyler korkunç derecede uğursuz bir biçimde ters gidiyordu. Mary en sonunda kalktı, ailesinin oturduğu masayla arasındaki mesafeyi güçlükle geçti ve onlardan uzaktaki bir sandalyeye çöktü: Onların bir parçası değildi. Şimdi, dördü de, Mary’nin elindeki mektup demetini anlamaya çalışıyordu. Oldukça kıpırtısız oturuyor, Mary’ye bakıyorlardı. Bekliyorlardı. Konuşmak ona düşüyordu. Ama konuşmasına gerek var mıydı? Dudakları titriyordu, kendisi titriyordu, bayılacak gibi görünüyordu ve o genç, duru, suçlayıcı gözler hâlâ bir yüzden öbürüne kayıp duruyordu. Tom. Lil.

Roz. Ian. Sanki ekşi bir şey yemiş gibi ağzını buruşturmuştu. Penceresinden bakmakta olan Theresa, “Bunların nesi var, sorun ne?” diye düşündü. Daha bir saatten az bir süre önce bu sahilden, bu hoşnutluk ve bolluk manzarasından hiçbir zaman ayrılmayacağına karar vermişken, şimdi “Kaçmalıyım,” diye düşünüyordu. “Derek’i reddedeceğim. Kurtulmak istiyorum.” Roz’un kucağındaki çocuk, yani Alice, bir haykırışla uyandı, annesini orada görünce “Anne, Anne,” diyerek kollarını uzattı. Mary ayağa kalkmayı başardı, kendini toplayarak sandalyelerin arkasından masanın öbür tarafına dolaştı ve Alice’i aldı. Şimdi Lil’in kucağında uyanan öbür kızdı, “Benim annem nerede?” Mary elini Shirley’ye uzattı ve bir an içinde iki çocuk da onun kucağındaydı. Küçük kızlar Mary’nin paniğini ve öfkesini hissetmiş, bir tür uğursuzluk sezmiş olacaklardı ki, şimdi büyükannelerine geri dönmeye çalışıyorlardı. “Büyükanne, Büyükanne.” “Büyükannemi istiyorum.” Mary ikisini de sımsıkı tuttu. Roz’un yüzünde küçük, acı bir gülümseyiş vardı; sanki içinin derinlerindeki bir kişi, kötü haberleri doğrulamış gibi.

“Büyükanne, yarın sabah gelip beni plaja götürecek misin?” Ve Alice de “Büyükanne, plaja gideceğimize söz vermiştin,” dedi. Mary en sonunda, sesi titreyerek konuştu. Tek söylediği, “Hayır, plaja gitmeyeceksiniz,” oldu. Ve doğruca yaşlı kadınlara dönerek, “Shirley ve Alice’i plaja götürmeyeceksiniz,” dedi. Karar ve hüküm buydu. Lil kesin olmayan, hatta mütevazı bir tavırla, “Yakında görüşeceğiz, Alice,” dedi. “Hayır, görüşmeyeceksiniz,” dedi Mary. Çocukların ellerinden tutarak ayağa kalktı; mektup demeti, bol pantolonunun cebine tıkılmıştı. “Hayır,” dedi çılgınca. Onu zehirleyen duygular en sonunda kendini dışavuruyordu. “Hayır. Hayır, görmeyeceksiniz. Hiçbir zaman. Onları bir daha asla görmeyeceksiniz.” Gitmek üzere arkasını dönerek çocukları çekiştirdi.

Kocası Tom, “Bekle bir dakika, Mary,” dedi. “Hayır.” Elinden geldiğince hızla, tökezleyerek, çocukları da yanında çeke çeke patikadan aşağı indi. Şimdi geriye kalan dördü, kadınlar ve oğulları, bir şeyler söylemeliydi; durum açıklığa kavuşturulmalı, netleştirilmeliydi, değil mi? Tek bir kelime bile çıkmadı ağızlarından. Kıstırılmış, küçülmüş, kararmış bir şekilde oturmaya devam ediyorlardı ve sonra, en sonunda biri konuştu. Konuşan Ian’dı, Roz’a dönerek hırslı bir teklifsizlikle konuştu, gözleri öfke dolu, dudakları kaskatı kesilmişti, kızgındı. “Senin hatan,” dedi. “Evet, senin hatan. Sana söylemiştim. Bunun olması tamamıyla senin hatan.” Roz onun öfkesine kendisininkiyle karşılık verdi. Güldü. Çın çın öten sert, kızgın, acı bir kahkaha. “Benim hatam,” dedi. “Elbette.

Başka kimin olabilir?” Ve güldü. Bu gülüş sahnede çok başarılı olurdu, ama gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Mary, patikanın aşağısında, Ian’ın karısı Hannah’nın yanına vardı; onun suçlularla yüzleşmeye gücü yoktu, en azından öfkesine yetişemediği Mary ile birlikte. Mary’nin tek başına gitmesine izin vermiş ve burada beklemişti; kuşku, mutsuzluk ve dışarı taşma arzusuyla kabarmaya başlamış olan sitemler içinde. Ama öfke içinde değil, hayır, onun bir açıklamaya ihtiyacı vardı. Shirley’yi Mary’den aldı ve iki genç kadın kucaklarında çocuklarıyla patikada, başka bir kafenin sınırı olan dişotu çalısının hemen dışında durdular. Konuşmadılar, yalnızca birbirlerinin yüzüne baktılar. Hannah onun yüzünde onay arıyordu ve aradığını buldu. “Doğruymuş, Hannah.” Ve şimdi, kahkaha. Roz gülüyordu. Mary ve Hannah’nın duyduğu çın çın öten, sert kahkahalardı, gururlu kahkahalardı. Her sert ve yüksek kahkaha onlara şiddetle çarpıyordu ve onlar da acımasız sesler karşısında siniyorlardı. Kahkahalar kırbaç gibi indikçe titrediler. Mary, hamur ya da kile dönmüşe benzeyen dudaklarıyla “Kötülük dolu,” dedi en sonunda.

Ve Roz’un son kahkaha çığlıkları onlara ulaşınca, iki genç kadın gözyaşlarına boğulup, patikadan aşağı, kocalarından uzağa, kocalarının annelerinden uzağa, koşarak indiler. İki küçük kız büyük okula aynı gün, aynı saatte gelmişler, birbirilerini süzmüşler ve birbirlerinin en iyi arkadaşları olmuşlardı. Küçük şeyler, bir süpermarket kadar kalabalık ve hareketli, ama önceden de bildikleri, düşmanca olduğunu hissettikleri kızlar arasındaki hiyerarşiyle dolu olan o büyük okula karşı çok cesur durmuşlardı. Ama birden yanlarında bir müttefik belirmişti işte ve korkudan ve cesur olmak için gösterdikleri çabadan ötürü titreyerek el ele tutuşmuşlardı. Yokuşun üzerinde yükselen, İngiliz tarzı bir park alanıyla çevrelenmiş büyük bir okuldu; ama yukarıdan, anne ve babalarına göre aslında daha bebek olan bu küçük çocukları içine çekmek üzere olan -ebeveynlerinin gözlerinin yaşlarla dolmasına yetiyordu bu!- hiç de İngiliz tarzı sayılmayacak bir gökyüzüyle kuşatılmıştı. Ve gerçekten de okul, kızları içine çekmişti. Cesur ve hazırcevaptılar ve kısa sürede yeni kızları karşılayan kabadayıca hareketlerin üstesinden gelmişlerdi; birbirlerini koruyor, kendilerinin ve birbirlerinin savaşlarında mücadele veriyorlardı. “Kardeş gibi,” diyordu insanlar. Hatta “İkiz gibi.” İkisi de sarışındı, ikisinin de düzgün, ışıl ışıl at kuyruklu saçları vardı, ikisi de mavi gözlü, balıklar kadar çevikti, ama bakıldığında aslında birbirlerine o kadar da benzemiyorlardı. Liliane -ya da Lil- küçük, sıkı vücuduyla inceydi, yüz hatları narindi, Rozeanne -Roz- daha gürbüzdü ve Lil dünyaya katıksız derecede sert gözle bakarken, Roz her şeyde komik bir yan buluyordu. Ama “kardeş gibi” olduklarını, “ikiz olabileceklerini” düşünmek ve söylemek güzeldi; belki de hiçbir benzerlik olmayan yerlerde benzerlik bulmak hoştu. Ve bu okul sömestrları, yılları boyunca böyle devam etti. Birbirinden ayrılmaz iki kız, aynı sokakta oturan aileleri için de güzel bir şeydi bu, aileleri de sık sık görüldüğü gibi onlar sayesinde arkadaş olmuştu, kızları birbirlerini seçtiği ve herkesin hayatını kolaylaştırdıkları için şanslı olduklarını biliyorlardı. Ama bu hayatlar kolaydı.

Dünyadaki pek çok insanın bu kadar hoş, sorunsuz, tasasız bir hayatı yoktur: Bu esirgenmiş sahillerde yaşayan hiç kimse uyuyamayıp ekmek bir yana, günahları ya da parasızlık için bile ağlamıyordu. Güneş, spor ve güzel yiyecekler sayesinde pürüzsüz, ışıl ışıl parlayan ciltleriyle ne de güzel görünen insanlar. Başka herhangi bir yerdeki çok az insan bunlar gibi sahillerle tanışmıştır, kısa tatilleri ya da gezginlerin rüya gibi öykülerini saymazsak. Güneş ve deniz, deniz ve güneş ve her zaman, kumsala vuran dalgaların sesi. Küçük kızların büyüdüğü mavi bir dünyaydı. Her sokağın sonunda gözleri kadar mavi bir deniz vardı; bu onlara sıkça söylenirdi. Başlarının üstündeki mavi gökyüzünün surat asıp griye döndüğü o kadar seyrek olurdu ki nadir rastlanan bir şey olduğu için böyle günler de zevkli olurdu. Ender görülen sert bir rüzgâr tuzun tatlı acısını getirir ve hava her zaman tuzlu olurdu. Küçük kızlar “köpek yavrusu” dedikleri bir oyunda kendi ellerindeki, kollarındaki ve birbirlerinin üzerindeki tuzu yalarlardı. Yatma zamanında yapılan banyolar o kadar tuzlu olurdu ki yerin derinlerinden gelen, tuz değil de mineral tadında olan suyla tekrar duş alıp banyo suyunu üzerlerinden akıtmak zorunda kalırlardı. Roz, Lil’in evinde kaldığında ya da Lil, Roz’unkinde kaldığında aileleri, kedi ya da köpek yavruları gibi birbirlerine sarılmış, artık uyudukları için tuz değil, sabun kokan iki küçük afacana gülümseyerek bakarlardı. Ama çocuklukları boyunca, gece gündüz, denizin, Baxter’ın denizinin tatlı, evcilleşmiş dalgalarının sesi, soluk alıp verişlerin sesi gibi hep dinlendirir, uyku getirirdi. Kardeşler ya da sırası gelince ikizler, hatta en iyi arkadaşlar bile çoğunlukla gizlenmiş olsa da tutkulu bir rekabetin acısını çekerler, hatta birbirlerine karşı bile. Ama Roz, göğüsleri Lil’inkilerden tam bir sene önce çıkmaya başlayınca -büyümenin diğer belirtilerinden söz etmeye bile gerek yok- Lil’in ne kadar üzüldüğünü biliyordu ve arkadaşına karşı duyduğu kendi derin kıskançlığının zamanla iyileşmeyeceğini bildiğinden onu avutmak ve inandırmakta cömert davranıyordu. Roz kendi vücudunun da Lil’inki kadar ince ve sıkı olmasını isterdi, Lil kıyafetlerini öyle bir tarzla ve öyle kolaylıkla giyerken kendisine -bazı kaba insanlar- tombul demeye başlamışlardı bile.

O yediklerine dikkat etmek zorundaydı, oysa Lil canının istediğini yiyebiliyordu. Böylece çabucak ergenlik çağına geldiler, atlet olan Lil her sporda mükemmeldi ve Roz da okul tiyatrolarında büyük roller alarak insanları güldürüyordu; kocaman, canlı ve yüksek sesli kahkahalarla. Bir zamanlar nasıl iki bezelye gibi birbilerine benziyorlarsa şimdi de birbirlerini tamamlıyorlardı: “Onları zor ayırt edersin.” İkisi de üniversiteye gittiler, Lil spor dolayısıyla, Roz tiyatro grubu dolayısıyla. Ve girdikleri yarışmalar hakkındaki haberleri paylaşıp aralarındaki rekabeti hafife alarak en iyi dostlar olarak kalmayı sürdürdüler, ama birbirlerine öyle yakınlardı ki yıldızları farklı alanlarda parlıyor olsa da isimleri hep yan yana anılıyordu. İkisi de büyük, dışlayıcı tutkulara, kırık kalplere, kıskançlıklara girmediler. Şimdi üniversite bitmiş, yetişkinlerin dünyasın

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir