Emile Zola – Angelique’in Hülyası

1860 yılındaki şiddetli kışta. Oise nehri dondu, aşağı Picardie ovalarını karlar kapladı; hele kuzey doğudan öyle bir sağanak geldi ki, Noel günü; Beaumont’u adeta gömdü. Kar, sabahtan yağmaya başlamış, akşama doğru artmış, bütün gece yığılmıştı. Yukarı şehirde öte başında katedralin yan kolunun kuzey cephesi bir ucuna geçmiş gibi olan Orfevres sokağına, kar, rüzgarla itilerek gömülüyor, üç köşeli çatı tepesinin çıplaklığı altında, oymalarla çok süslü, adeta gotik, roman mimari üslubunda antika bir kapı olan Saint-Agnes kapısını dövüyordu. Ertesi gün, şafak sökerken, orada yarım metreye yakın kar birikmişti. Sokak, bir gün önceki şenliğin uyuşukluğu içinde, hala uyuyordu. Saat altıyı çaldı. Kar tanelerinin usul usul ve inatçı dökülüşü ile mavileşen karanlıklar içinde, canlı olarak, yalnız, belli belirsiz bir şekil, dokuz yaşında bir kız çocuğu vardı. Kapının kemeri altında sığınmış, elinden geldiği kadar barınarak geceyi orada titremekle geçirmişti. Paçavralar giymişti, başına bir atkı parçası sarmıştı, çıplak ayaklarında iri erkek kunduraları vardı. Herhalde, şehirde uzun zaman dolaştıktan sonra oraya düşmüş olacaktı; çünkü yorgunluktan yığılıp kalmıştı. Onun için, orası, dünyanın öteki ucu idi. Ne bir insan vardı, ne hiç bir şey; son yalnızlık içinde, kemiren açlık, öldüren soğuk vardı; halsizliğinin ortasında, kalbinin ağır yükü nefesini tıkıyarak, direnmekten vazgeçiyor, vücudundaki gerileme ihtiyacından, yer değiştirme içgüdüsünden, bir sağanak karları fırıl fırıl döndürdükçe, bu köhne taşlara gömülme içgüdüsünden başka bir şey duymuyordu. Saatler, saatler geçiyordu, uzun süre çifte kapı yuvalarının iki kanadı arasındaki aynaya sırtını vermişti. Bu aynanın direği üstünde, 5kendisi gibi küçük bir kız olan on üç yaşındaki din şehidi Sainde -Agnes’in ayakları dibinde bir defne dalı ile bir kuzu bulunan heykeli vardır.


Alında, direk başlığının üstünde İsa’ya nişanlı bakirenin bütün efsanesi, kabartma olarak, safdil bir inançla cereyan eder: Oğluna varmayı reddettiği vali, onu kötü yerlere gönderdiği zaman, uzayan ve vücudunu örten saçları cellatlar odunu tutuşturur tutuşturmaz, vücudundan uzaklaşıp o cellatları yakan ateşin alevleri kemiklerini, imparatorunun kızı Constance’ın cüzam illetini iyi ederek gösterdiği mucizeler; sonra bir resminin gösterdiği mucizeler; bir kadın almak ihtiyacıyla kıvranan rahip Paulin’in papanın tavsiyesi üzerine, züm-rütlü bir yüzüğü resme göstermesi,resmin, parmağını uzatıp tekrar çekmesi, hala resmin üzerinde görülen yüzüğü alıkoyması, böylece, Paulin’i kurtarması. Alnın ta tepesinde, bir bulut içinde, Agnes, nihayet semaya kabul edilir; nişanlısı İsa, onunla, ufacık ve çok genç olduğu halde evlenir, onu mutluluklarını müjdeleyen buseyle öper. Fakat, rüzgar, sokağı baştan başa doldurduğu zaman, kar cepheden kamçılıyor, beyaz yığınlar, eşiği tıkamak tehlikesi gösteriyordu; o zaman, çocuk yan taraflara, pervaz aralığının direk tabanı üstüne yerleştirilmiş bakirelere yaslanıp sığınıyordu. Bunlar, Agnes’in arkadaşları, onun egemenliğinde bulunan ermiş kızlardır. Üçü sağ tarafındadır. Hapishanede mucizeli ekmekle beslenen Do-rothee, bir kule içinde yaşamış olan Barbe, bakireliğe Paris’i kurtaran Genevieve. Üçü de solundadır: Memeleri bükülüp koparılan Agat-he,babası tarafından işkence edilen ve kendi vücudundan kopan eti onun suratına fırlatan Christine, bir melek tarafından sevilen Cecile. Bunların üstünde yine melekler vardır; köşe talarının kemeriyle beraber yukarı doğru çıkan, üç kemer tavanını, sevinçli ve iffetli vücutlarının açılışıyla süsleyen sık, üç sıra bakire ki, aşağıda işkenceye konulmuşlardır,azaplar içinde ezilmişlerdir, yukarıda da, cennetlikler ortasında, sevinçler içinde, uçuşan melekler tarafından karşılanmışlardır. Çocuğu, çoktan beri, koruyan hiçbir şey kalmadığı sırada saat sekizi çaldı, gün ağarmaya başladı. Eğer, ayağıyla itip süpürmese, kar, omuzlarına kadar gelecekti. Arkasındaki antika kapı, kürk kaplanmış gibi karla örtülmüş, bir döşek gibi bembeyazdı; onun üstünde külrengi cephe, o kadar düz ve o kadar kaygandıki, üzerinde bir tek kar tanesi tutunamıyordu. Hele kapının, dışarıdan içeriye doğru genişleyen kısmındaki büyük ermiş kadınlar, beyaz ayaklarından beyaz saçlarına kadar karla örtünmüşler, saflık içinde pırıl pırıldılar. Daha yüksekte alındaki sahneler, kemer kovanlarındaki küçük ermiş kız-lar,koyu renkli zemin üzerine parlak bir çizgi ile çizilmiş keskin köşeler halinde kabarıklaşıyorlardı. Bu, alınış sahnesine, Agnes’in evlenmesine kadar böyle devam ediyor, sanki melekler, bu evlenmeyi, bir beyaz gül yağmuru altında kutluyorlardı. Bakire çocuğun heykeli, sütunun üstünde, ayakta, beyaz defne dalı ile, beyaz koyunu ile, etrafında, üsten gelen bakireliğin mistik hamlesini donduran soğuğun bu hareketsiz katılığı içinde, beyaz bir saflık, lekesiz kar beyazlığı içinde idi.

Ayakları dibinde de, öteki, o sefil çocuk, onun gibi kardan bem-beyaz,taş kesilmiş sanılacak kadar katılmış ve beyaz, din uğrunda can vermiş büyük bakirelerden ayırdedilemiyordu. Bu sırada, evlerin uyuyan cepheleri boyunca, takırdı ile açılan bir pancurun gürültüsünü işitince, çocuk, gözlerini kaldırdı. Bu pan-cur, sağında, katedrale bitişik evin birinci katında açılmıştı. Oradan, bir kadın, güzel, esmer ve gürbüz, yaklaşık kırk yaşlarında bir kadın eğilmişti; çocuğun kımıldadığını görünce olağanüstü soğuğa karşın, çıplak kolunu bir dakika dışarıda bıraktı. Acıma ile karışık bir hayret, sakin yüzünü kederlendiriyordu.Sonra, titreyerek pencereyi örttü. Kısacık bir zaman içinde gördüğü, bir atkı parçasına bürünmüş, menekşe gözlü, sarışın bir minimininin hayali, gözlermin önünde kalmıştı; çocuğun çekme biryüzü, özellikle, düşük omuzların üstünde, bir boynu vardı; fakat, yarı yarıya ölmüş ufacık elleriyle ufacık ayakları soğuktan morarmış, çocuğun biricik canlı tarafı, nefesinden çıkan 7hafif buğudan oluşuyordu. Çocuk, dalgın gözleri havada kalmış, eve bakıyordu. Tek katlı, pek eski, on beşinci asır sonuna doğru yapılmış bir evdi, bu. Bir dev ayağının iki parmağı arasına sıkışmış bir siğil gibi, katedralin ta böğrüne, iki payanda arasına gömülmüştü. Böylece yaslanmış olarak, taştan kaide eteğiyle; tuğlaları meydanda tahta kirişli katı ile; çatısı, kulenin üstünden bir metre ileriye çıkan tavan arası ile; sol köşedeki çıkıntılı merdiven yuvası ile; o tarafta, inşa edildiği devreye mahsus kurşun kaplamasını hala koruyan ensiz penceresiyle, çok sağlam kalmıştı. Bununla beraber, eskiliği tamirleri gerektirmişti. Kiremitli dam XIV. Louis zamanından kalma olsa gerekti. Merdiven yuvasının cephesinde açılmış bir tepe camı, her tarafta eski zaman biçimli süslü camların çerçeveleri yerine konulmuş adi tahta çerçeveler, birinci katta, ortadaki tuğlalarla tıkanıp ikiye indirilmiş, bitişik üç pencere yeri,böylece, cepheye, o sokaktaki daha yeni binalara göre bir tenazur vermiş olan ortadaki pencere yeri, o devre mahsus yapı şeklini kolayca gösteriyordu.

Zemin Katındaki değişiklikler aynı derecede belli idi. Merdivenin altında, demir kuşaklı eski kapının yerine oymalı meşeden bir kapı yapılmış, aşağısı yanları ve tepesi taşla örülmüş olan ortadaki büyük sıra kemerler, zamanla kaldırıma doğru çıkan kavisli pencere yerine bir çeşit geniş pencere yapılacak şekilde, dörtgen bir boşluk şekline konulmuştur. Çocuk, zihni boş, bu tertemiz tutulmuş sanatkar evine bakıyor, kapının sol tarafına mıhlanmış sarı bir tabela üzerinde.eski, siyah harflerle yazılı Üstlükçü Hubert ibaresni okuyordu, o sırada, tekrar ardına kadar açılan bir pencere kanadının gürültüsü dikkatimi çekti. Bu kez zemin katındaki dört köşe pencerenin kanadı açılmıştı. Şimdi, yüzü tasalı, kartal gagası biçimi burunlu, alnı tümsekli, ancak kırk beş yaşında olmasına karşın gür saçları şimdiden ağarmış bir erkek, pencereden sarkıyordu. O da, merhametli iri ağzının kenarında acıklı bir kırışıkla, bir dakika orada kaldı, çocuğu seyret. Sonra, çocuk bu adamın, yeşilimtrak küçük camların arkasında, ayakta durduğunu gördü. Adam döndü, bir işaret yaptı, karısı, çok güzel yüzü ile tekrar gözüktü. İkisi yanyana,artık kımıldamıyorlar, hallerinde derin bir kederle, gözlerini ondan ayırmıyorlardı. Babadan oğula işlemeci olan Hubert’ler sülalesi dört yüz yıldan beri bu evde oturuyordu. Bir Üstlükçü ustası, evi, XI. Louis devrinde yaptırmış, başka bir tanesi de XIV. Louis zamanında tamir ettirmişti. Şimdiki Hubert’de, kendi sülalesinden olanların hepsi gibi, orda, üstlükler işliyordu.

Yirmi yaşında iken Hubertine isimli, on altı yaşında bir kızı öyle bir tutkunlukla sevmişti ki, bir yargıcın dul karısı olan kızın annesi, kızını vermeyince onu kaçırmış, nikahlamıştı. Genç kız görülmedik derecede güzeldi, bu evlenme bütün maceralarını, mutlulukları ve felaketleri oluşturdu. Hubertine, sekiz ay sonra, gebeliğinde, annesini ölüm döşeğinde görmeğe geldiği zaman, kadın, onu, mirasından yoksun bıraktı ve lanet okudu; öyle ki, aynı günün akşamı doğan çocuk, öldü. O zamandan beri, inatçı kadın, mezarında, tabutunun içinde, hala onları affetmiyordu; nitekim, karı kocanın çok şiddetli isteklerine karşın, başka çocukları olmamıştı. Aradan yirmi dört yıl geçtiği halde, hala, kaybetikleri çocuğa ağlıyorlar, artık, ölmüş anneyi razı edebileceklerinden ümidi kesiyorlardı. Küçük kız, onların bakışından sıkılmış, Sainte-Agnes sütununun gerisine tekrar gömülmüştü. Sokağın canlanmaya başlamasından da endişeleniyordu. Dükkanlar açılıyor, dışarı çıkanlar oluyordu. Dar bir dehliz halinde olan Soleil sokağı, eski yan cephenin boyunca, Clo-itre meydanındaki büyük cepheye kadar açık olmasa, ucu kilisenin yan cephesine gelip dayanan bu Orfevres sokağı, mihrap kısmı Hubert’lerin eviyle tıkalı küçük bir çıkmaz sokak olurdu. İki sofu kadın geçti, Beaumont’da hiç görmedikleri bu küçük dilenci kıza şaşkın şaşkın baktılar. Ağır ağır, inatla yağan kar devam ediyor, solgun gün ışığı ile birlikte soğuk da artar gibi oluyor, şehri örten büyük, beyaz kefenin sağır beyazlığı altında, uzaktan gelen bir takım seslerin gü-rüküşünden başka bir şey işitilmiyordu. Çocuk, terkedilmiş olmasından dolayı, bir suç işlemiş gibi utanç içinde,, yabani yabani tekrar gerilediği sırada, birdenbire, karşısında Hubertine’i gördü. Kadın, hizmetçisi olmadığı için, ekmeğini almaya kendisi,çıkmıştı. — Küçük, orada ne yapıyorsun? Kimsin sen? Çocuk yanıt vermedi; yüzünü saklıyordu, vücudunda artık his kalmamıştı, kendinden geçiyordu. Kalbi, sanki buz tutmuş, durmuştu.

Kadıncağız, çekingen bir acıma jesti yaparak arkasını dönünce artık gücü tükenip dizüstü, düştü, bir paçavra gibi, karların içine kaydı, kartaneleri, sessizce, vücudunu örtmeğe başladı. Kadın, sıcacık ekmeğini almış, döndüğü sırada onu böyle yerde görünce, tekrar yaklaştı. — İyi ama, yavrum bu kapının önünde böyle kalamazsın ki! Hubert’de dışarı çıkmış, kapının eşiğinde, ayakta duruyordu. Karısının elinden ekmeği aldı. — Kaldır şunu, buraya getir, dedi. Hubertine başka söz eklemeden çocuğu, güçlü kolları arasına aldı. Çocuk, artık gerilemiyor, dişlen kısık, gözleri kapalı, vücudu buz gibi, yuvasından düşmüş bir yavru kuş gibi hafif, bir bohça gibi kucakta gidiyordu. İçeri girdiler, Hubert kapıyı örttü. Hubertine’de, salon olarak kullanılan ve büyük penceresi önünde birkaç parça işlemenin örnek diye serili durduğu sokak üstündeki odadın, kucağındaki yükü ile geçti, mutfağa girdi. Burası, meydanda duran kirişleriyle, yirmi yerinden tamir görmüş taş döşemesiyle, taş yaşmaklı geniş ocağı ile, hemen olduğu gibi korunmuş eski oturma odası idi. Raflarda duran mutfak takımları’kavanozlar, ibrikler, taslar, eski çiniler, toprak çanak, çömlek, eski kalay kaplar iki yüzyıllıktı. Fakat, ocağın ortasında, bakır süsleri parıldayan, dökmeden, geniş bir mutfak sobası duruyordu, 10 Soba kızmıştı, ibriğin içinde suyun kaynadığı işitiliyordu. Sütlü kahve dolu bir tencere, sobanın bir kenarında sıcak duruyordu. Hubert, ekmeği mutfağın ortasında duran XIII. Louis üslubu ağır bir masanın üstüne koydu; — Vay canına! dedi, burası dışarıdan daha iyi.

Şu yavrucağı sobaya yakın oturt, buzları çözülsün. Hubertine, çocuğu oturtmuştu; birlikte, kendine gelişini seyrettiler, giysilerinin üstündeki karlar eriyor, iri damlalar halinde dökülüyordu. Ayağının iri erkek kunduralarının deliklerinden, morarmış ufacık ayaklan gözüküyor, ince entarisi, kollarının bacaklarının, bu zavallı sefil ve can denli vücudun katılığını belli ediyordu. Çocuk, kapana yakalanmış bir hayvanın sıçrıyarak uyanışı gibi, uzun bir ürperti geçirdi, şaşkın gözlerini açtı, yüzü boynunda bağlı duran paçavranın içine tekrar gömülür gibi oldu. Sağ kolunu, ka-mıldatmadan, göğsüne öyle bastırıyordu ki, sakat sandılar. — Korkma, sana kötülük edecek değiliz… Nereden geliyorsun? Kimsin? Onlar konuştukça, çocuk daha fazla ürküyor, sanki, arkasında duran biri varmış da onu dövecekmiş gibi, başını çeviriyordu. Kaçamaklı bir bakışla, mutfağı, döşeme taşlarını, kirişleri, parlak takımları muayene etti; sonra, bakışı eski geniş pencerenin bulunduğu yerde bırakılmış, biçimsiz iki pencereden dışarıya gitti, beyaz şekilleri dipteki duvar üzerinde daha keskin gözüken piskoposluk binasının ağaçlarına kadar bahçeyi araştırdı; orada, sol tarafta, bir bahçe yolunun boyunca katedrali ve katedralin mihrap dairelerindeki Roman biçimi pencereleri tekrar görünce şaşar gibi oldu. Vücudunu kaplamaya başlayan sobanın sıcaklığı altında, yeniden, uzun bir ürperti geçirdi; sonra gözlerini yere indirdi, artık kımıldamadı. — Sen Beaumont’dan mısın?. Baban kim? 11Onun sustuğunu görünce, Hubert, belki de boğazı çok kısık olduğu için yanıt veremediğini düşündü. — Sorguya çekeceğimiz yerde, sıcacık bir fincan sütlü kahve versek daha iyi olur, dedi. Bu, o kadar akıllıca bir sözdü ki, Hubertine, hemen kendi fincanını uzattı. İki iri dilim ekmek kesip üstüne tereyağı sürerken, çocuk hala sakınıyor, geri geri çekiliyordu; fakat, açlık üstün geldi, tıka basa yedi, içti. Karı koca, çocuğun ufacık eli, ağzını bulamıyacak kadar titrediğini görünce, etkilenmiş onu sıkmamak için susuyorlardı. O da, yalnız sol elini kullanıyor, sağ eli vücuduna sımsıkı yapışık duruyordu.

Sütünü içip bitirince, az daha fincanı kırıyordu, çolak gibi, beceriksiz bir hareket yaparak, dirseği ile yakaladı. Hubertine: — Kolunda yara mı var senin? diye sordu. Korkma, göster bakayım, cicim. Fakat, elini sürünce, çocuk, şiddetle yerinden kalktı, çırpındı; didişirken kolunu vücudundan ayırdı. Ta tenine yapıştırıp gizlediği mukavva kaplı bir cüzdan, korsajının bir yırtığından kayıp yere düştü. Cüzdanı almak istedi, bu yabancıların onu açıp okuduklarını görünce, yumruklan öfkeyle sıkılmış, öylece durdu. Bu, Seine belediye dairesinin çocuk esirgeme şubesi tarafından verilmiş bir öğrenci kimliği idi. İlk sayfasında, bir Saint Vincent de Paul madalyonu altında, matbaa yazısı ile, öğrencinin adı vardır. Karşısındaki boş haneyi, mürekkeple çizilmiş bir çizgi dolduruyordu; sonra, göbek adı hanesinde, Angelique ve Marie isimleri yazıldı idi; tarih hanesinde, 22 ocak 1851 tarihi okunuyor, aynı ayın 23 ünde, 2634 numara ile kabul edildiği yazılı bulunuyordu. Yani, ana baba belli değildi. Soluk pembe kaplı, resmiliğin kayıtsızlığını taşıyan bu cüzdandan başka hiçbir kağıt, bir doğum belgesi bile yoktu. Çocuk kimsesizdi, her şeyi, bir kimlikten oluşuyordu. Terk edilmiş, numaralanmış, sıraya konmuş bir yaratıktı. 12 Hubertine: — Ha! bulunmuş bir çocuk! diye haykırdı. O zaman, Angelique, çılgınca bir öfke içinde konuştu: — Ötekilerin hepsinden daha iyiyim, ben! Evet, daha iyiyim, daha iyiyim, daha iyiyim… Ben hiç kimseden bir şey çalmadım, benim herşeyimi çalıyorlar… Çaldığınız şeyi geri verin bana.

Ufacık kadın vücudu, zayıflığının verdiği öyle bir gururla, en güçlü kendisi olmak için duyduğu öyle bir atılıyordu ki, Hubert’ler şaşırıp kaldılar. Menekşe rengi gözlü zambak kadar zarif uzun boyunlu, sarışın miniminiyi tanıyamıyorlardı. Haşin yüzünde, gözleri siyahlanmış, şehvetli boynu, bir kan dalgasıyla kabarmıştı. Şimdi, vücudu ısınınca, kar üstünde bulunmuş bir yılan gibi dikiliyor, ıslık çalıyordu. İşlemeci, yumuşak bir sesle: — Öyleyse sen kötü bir kızsın ha? dedi. Kim olduğunu öğrenmek istememiz, senin iyiliğin için. Aynı zamanda karısının omuzundan uzanıp bakıyor, onun yapraklarını çevirmekte olduğu kimliğe göz gezdiriyordu. İkinci sayfada, sütninenin adı yazılı idi. “Angelique, Marie çocuk, 25 ocak 1851 de, Nevers belediyesine bağlı Soulanges bucağında oturan, çiftçilikle uğraşan Hamelin’in karısı sütnine Françoise’a emanet edilmiştir, bu sütnine çocuğu alıp götüreceği sırada, kendisine, beslenme ücretinin ilk aylığı ile, bir takım çamaşır verilmiştir” deniliyordu, Bu kayıttan sonra, çocuk esirgeme evinin papazı tarafından imzalanmış bir vaftiz belgesi geliyordu, sonra, çocuğun gittiği ve geldiği tarihlerde, doktor raporları vardı. Ondan sonraki dört sayfanın sütunlarını, her üç ayda bir verilen aylıklar dolduruyor, her ödenişte, tahsildarın okunmaz imzası görülüyordu. Hubertine: 13— Nasıl, Nevers mi? diye sordu sen Nevers yakınında mı bü-y-üdün? Angelique, onların, kimliğini okumalarına engel olmadığı için kıpkırmızı kesilmiş, aynı vahşi sessizliğe yine gömülmüştü. Fakat, öfke, onu konuşturdu; sütninesinden sözetti. — Ah! Nini anne burada olsa, mutlaka sizi döverdi. O bana şamar atardı ama, korurdu da. Yoo! Orada davarların arasında, o kadar zavallı değildim… Sesi kısılıyor, kesik kesik, bağlantısız cümlelerle devam ediyor, çayırlarla Rausse’u nasıl güttüğünü, büyük yolda nasıl oyunlar oynadıklarını, galetalar pişirdiklerini, büyük bir köpeğin onu nasıl ısırdığını anlatıyordu.

Hubert, çocuğun sözünü yarıda keserek, yüksek sesle okudu: — “Çocuk ağır hasta olur veya hırpalanırsa, müfettiş yardımcısı, sütnine değiştirmeğe yetkilidir. Bu belirtinin altında, Angelique, Marie çocuğun 20 haziran 1860 da Paris’te oturan, karı koca çiçekçi Lois Franchomme’la Therese’e emanet edildiği yazılı bulunuyordu. Hubertine: — Ha! anladım, dedi, hastalanmışsın, seni tekrar Paris’e almışlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir