Emile Zola – Therese Raquin

Rıhtımdan yola çıkıldığında Guenegaud sokağının sonunda Mazarine’den Seine sokağına açılan ve karanlık Pont-Neuf geçidi görülürdü. Bu, otuz adım uzunluğunda, iki adım’genişliğinde bir geçitti. Sararmış, yerinden oynamış, sürekli pis bir su sızdıran eski maltataşlarıyla kaplıydı. Üstünü örten üç köşe üç köşe kesilmiş camekân kir-denA kapkara bir haldeydi. Yaz güneşinin sokakları yakıp kavurduğu güzel günlerinde bu kirli camlardan donuk bir ışık süzülür, geçidin içinde yoksullukla sürünür. Kışın fena günlerinde, sisli sabahlarda bu camlar yapışkan .maltataşlarının üzerine gecelerin karaltısını, kirli ve iğrenç karaltılarından başkasını vurmazdı. Sol tarafta mahzenin soğuk soluklarımı hohlayan karanlık, alçak basık dükkânlar gömülü dururdu. Buradaki oyuncaklar, kullanılmış kitaplar, mukavva işleri satan dükkânların tozdan boz bir renk alan tezgâhları loşluğun içinde belli belirsiz uyuklardı. Bunların dört köşe camlardan yapılma camekânları, eşyayı yeşilimsi renkli yansımalarla garip biçimde renklendirirdi. Bu sergilerin arkasındaki kapkaranlık dükkânlar, içlerinde garip şekillerin kımıldandığı kasvetli oyuklardan başka bir nesne değildi. Sağ tarafta bütün geçit boyunca karşıki dükkâncıların daracık dolaplarıyla kaplı yüksek bir duvar uzanır; rengi kötü bir şekilde kararmış ince tahtaların üzerinde belki yirmi yıldır unutulmuş, ne olduğu belirsiz eşya, satılık öteberi dizili dururdu. Bu dolaplardan birinin içine kurulan yapay takı satıcısı bir kadın maun bir kutunun içinde mavi kadifeden bir yastığa özenle yerleştirilmiş on beşer su’luk (1) bilezikler satardı. (1) Sous.: Franktan küçük para birimi.


Cüzamlı gibi yaralarla kaplı, delik deşik, kaba saba sıvalı kapkara duvar, camekânın üstünde yükselmekteydi. Pont-Neuf geçidi gezi yeri değildi. Buraya ancak kestirmeden gitmek birkaç adım kazanmak için sapılır. Buradan, gideceği yere doğruca, çarbucak gitmeden başka kaygusu olmayan iş güç sahibi bir insan kalabalığı geçerdi. Önlüklü çıraklar, iş takımlarını taşıyan işçiler, eli kolu paketli kadınlar erkekler, camlardan süzülen alacakaranlıkta sürünen yaşlılar, koşarken sabolarını maltataşlarına vura vura takırdatmak için okullarından zincirden boşanmışçasına çıkan öğrenciler görülür. Bu gürültüler gün boyu insanı çileden çıkaran kuru, telaşlı ayakların taşlara vuran sesleridir. Hiçbiri konuşmaz, hiçbiri durmaz. Başları önlerinde dükkânlara bir kez bile bakmadan hızlı hızlı işlerine koşar. Dükkâncılar sergilerinin önünde bir mucize kabilinden duranlara kuşku ve kaygıyla bakarlardı. Döu köşe fenerlerin içinde hapsolmuş üç havagazı ambası akşamlan bu geçidi aydınlatırdı. Üzerlerinde ası-iı bulundukları camekâna yer yer kızıl bir aydınlık veren bu havagazı, lambaları çevrelerine, arada sırada kaybolur gibi görülen solgun titrek daireler çizerlerdi. Geçit, tam bir hırsız yatağının korkunç manzarasını alırdı. Taşların üstünde upuzun gölgeler uzanır, sokaktan nemli esintiler gelir; öyle ki insan buraya üç türbe kandilinin belli belirsiz aydınlattığı bir yeraltı dehlizi diyebilirdi. Dükkân sahipleri ışık olarak hava gazı lambalarının kendi vitrinlerine verdiği bu zayıf ışıkla yetinirlerdi. Dükkânlarında yalnız tezgâhlarının üstünde abajurlu küçük bir lamba yakarlardı.

Oradan geçenler de bu sayede gündüzün de gece karanlığından farksız bu izbelerde bulunan nesneleri seçebilir. Dükkân tezgâhlarının bu bir sıra karaltısı üzerinde bir tek kâğıtçının vitrini aydınlıktır. İki gaz lambası iki sarı alevle karanlığı deler, öte tarafta da asma lambanın içine dikilen bir mum yapay takı kutusuna yıldız yıldız ışık serperdi. Ellerini salıyla örten satıcı kadın, dolabının ardında uyuklardı. Birkaç yıldır bu kadının karşısında cam yeşili rengi kaplamasının bütün çatlaklarından nem sızan bir dükkân ortaya çıkmıştır; ince uzun bir tahtadan yapılmış tabelasında kara kara harflerle (Mercerie = Tuhafiyeci) yazısı vardır. Kapının camlarından birinin üzerinde de kırmızı harflerle bir kadın adı olan Therese Raquin yazılıdır. İçi mavi kâğıt kaplı iki kuytu vitrin, sağlı sollu iki taraftan dükkânın içine doğru uzanırdı. Bir tarafta birkaç çamaşır: tanesi iki üç franklık fitilli tüllerden boneler muslin kolluklar, yakalıklar, trikolar, kadın, erkek çorapları, pantalon askıları dururdu. Bütün bu sararmış kırış kırış olmuş nesneler tel çengellere acı-nacası bir halde asılıdır. Vitrin aynı zamanda tepeden tırnağa karanlığın saydamlığında hüzünlü bir hal alan beyazımsı bez parçalarıyla doludur. Yeni boneler daha parlak beyazlıklar ile yeri süsleyen mavi kâğıt üzerinde oluşturur. Uzun bir sırığa asılı renk renk erkek çorapları, muslinlerin uçuk renkli solgunluğu üzerinde koyu renkli benekleri andırırdı. Öte tarafta daha dar bir vitrin içinde, yeşil renkli büyük yün yumakları, beyaz kartonlara dikili siyah düğmeler, her renkte, her boyda kutular, mavi kâğıtlara dolanmış çelik incili saç fileleri, tığ demetleri, halı örnekleri kurdeleler; hiç kuşkusuz beş, belki de altı yıldır orada olduğu gibi duran bir yığın renksiz, soluk eşya. Tozun, nemin her şeyi çürüttüğü bu dükkânda bütün renkler kirli bir sarıya dönmüştü. Yazın öğlen güneşin, meydanları, sokakları kızıl parıltılarla kavurduğu sıralarda öteki vitrindeki bonelerin arkasından vakur ve solgun bir genç kadın profili seçilirdi.

Bu profil dükkâna egemen olan karanlığın içinden belli belirsiz ortaya çıkardı. Kısa ve kuru alnının altında uzun ve çekik bir burun; dudaklar solgun, pembe renkte iki çizgi, yumuşak ince bir çizgiyle boyuna doğru uzanan kısa ve asabi bir çene; karanlıkta kaybolan beden görünmezdi. Yalnız koyu, gür saçların altında ezilmiş gibi duran mat beyaz bir profil ve onun üstünde derinleşen iri siyah bir göz. Bu profil orada nemli demirin yol yol paslandırdığı iki bonenin arasında sakin ve hareketsiz saatlerce dururdu. Akşamüstü lamba yanınca dükkânın içi görülmeye başlardı. Dükkânın derinliğinden çok uzunluğu vardı, öbür ucundu birinci kattaki odalara çıkan dolambaçlı bir merdiven, duvarlara vitrinler, dolaplar, yeşil karton desteleri yerleştirilmişti. Dört sandalye, bir masa dekoru tamamlar. Burası çırçıplak ve çok soğuk görünürdü. Paket halinde köşeye bucağa tıkıştırılmış satılık mallar, renklerinin neşeli parlaklıklarıyla ötede beride sürükleniyordu. Tezgâhın arkasında çoğu kez iki kadın otururdu. Biri dimdik profiliyle genç, öteki uyuklarken gülümseyen yaşlı bir kadın. Yaşlısı altmış yaşla ondaydı. Dolgun ve sakin yüzü lambanın ışığında aydınlanırdı. Tezgâhın bir köşesine çömelmiş koca bir tekir kedi, kadının uyuklamasını seyrederdi. Daha geride bir sandalyeye oturmuş otuz yaşlarında bir adam bazen okur, bazen genç kadınla yavaş yavaş konuşurdu.

Bu adam ufak tefek, çelimsiz, yorgun tavırlı, çiğ sarı saçlı, seyrek sakallı, çilli, hasta ve şımarık bir çocuğu andırırdı. Saat daha on olmadan kadın uyanırdı. Dükkânı kapar bütün” aile yatmaya çıkardı. Tekir kedi merdivenin her tırabzan direğine başını sürte sürte, mırıl mırıl efendilerini izlerdi. Üst kattaki daire üç odadan oluşmaktaydı. Merdivenden çıkılınca yemek odasına girilirdi, burası ayni zamanda konuk odası olarak da kullanılır. Solda bir oyukta bir çini soba vardı karşıda bir büfe, duvar boyunca dizilmiş sandalyeler odanın ortasında yuvarlak ve üstü açık bir masa, dipte camekânlı bir bölmenin arkasında kapkara bir mutfak; yemek odasının iki tarafında da birer yatak odası bulunurdu. Yaşlı kadın oğluyla gelinini kucakladıktan sonra odasına çekilirdi. Kedi mutfakta bir sandalyede uyuklardı. Karıkoca da kendi odalarına girerdi. Bu odanın ikinci kapısı dar ve karanlık bir yoldan geçide çıkan bir merdivene açılırdı. Her zaman ateş nöbetleriyle titreyen koca yatağına yatardı, o sırada genç kadın pancurları kapamak için camları açardı. Dehlizin üstünde yükselip uzanan kaba sıvalı kara duvarın önünde müphem bakışlarını gezdirerek sessiz, sessiz durur, sonra her zamanki kayıtsızlığıyla yatağına girerdi. Madem Raquin, Vernon’da eski bir tuhafiyeciydi. Yirmi beş yıla yakın bir zaman bu şehrin küçücük bir dükkânında yaşamını geçirmişti.

Kocasının ölümünden birkaç yıl sonra bu işten usandı, bütün mallarını sattı. Biriktirdiği paraları da buna ekleyince eline, kendisine iki bin frank gelir getiren kırk bin franklık bir sermaye geçti. Bankaya koyduğu bu para ona bol bol yetişirdi. Dünyanın sefasından tasasından habersiz dingin bir yaşam sürüyordu. Kendine rahat bir yaşam, dingin bir mutluluk sağlamıştı. Dört yüz franga, bahçesi Seine Nehri kenarına kadar uzanan küçük bir ev tuttu. Burası manastır tünellerinin karışık kokularıyla dolu, kapalıca, dünyayla ilişkisini kesmiş bir yerdi. Geniş çayırların ortasındaki bu ıssız eve dar bir patikadan gidilirdi. Evin pencereleri Seine Nehri’ne, karşı kıyıdaki çıplak topraklara bakıyordu. Ellisini aşmış kadıncağız, bu ıssız yerde, oğlu Camille yeğeni Therese ile mutlu bir yaşamın zevkini sürüyordu. Camille o zaman yirmi yaşındaydı. Annesi onu hâlâ küçük bir çocuk gibi şımartıyordu. Acıyla geçen uzun gençliğini, oğlunu ölümün elinden kurtarmak için çaba harcayarak tükettiği için ona adeta tapardı. Çocuk birbiri üstüne hummalar geçirmiş, akla hayale gelmez hastalıklara tutulmuştu. Madam Raquin tarn on beş yıl oğlunu elinden almak için birbiri arkasına sıralanan bu amansız hastalıklarla boğuşmuş ve sevgisi, özeni, saboyla hepsini yenmişti.

Camille ölümden kurtulup büyüdü. Vücudunu kasıp kavuran, bu birbiri arkasından gelen sarsıntılar onu titremeler içinde bıraktı. Tam serpilme yaşında gelişemediği için ufak tefek, hastalıklı kalmıştı. İncecik kollarının, bacaklarının, hareketleri yorgun, ağırdı. Annesi, bu zayıflığından dolayı onun üstüne titrerdi. Sapsarı, küçücük, zavallı yüzüne sevgi ve iftiharla bakar, belki on kezden fazla ona yeniden hayat verdiğini düşünürdü. Hastalıklardan kalkabildiği çok az zamanlarda çocuk, Vernon’da bir ticaret okulunun kurslarına katılmıştı. Orada hesabı, yazını öğrenmişti. Bütün bildikleri, hesabın dört işlemle pek yüzeysel dilbilgisinden ibaret kaldı. Daha sonra yazı ve defter tutma (1) dersi aldı. Oğlunu koleje vermesini önerdikleri zaman Madam Raquin’in yüreği ağzına gelirdi. Kendinden uzak kalınca çocuğun öleceğini biliyordu. “Kitaplar onu öldürür, derdi. Camille cahil kaldı. Cehaleti de zayıflığını arttırdı.

On sekiz yaşındayken annesinin, üzerine bu kadar çılgınca düşmesinden ve işsizlikten son derece sıkılıp bir kumaş tüccarına yanına yazıcı olarak girdi. Ayda altmış frank kazanıyordu. Öncelerin dayanılmaz işsiz güçsüzlüğünün verdiği huzursuzluk içinde idi. Şimdi bu kaba saba işin içinde, her rakamı birer birer tekrarlata tekrarlata upuzun toplamalarla faturaların üstünde onu iki büklüm (1) Muhasebe defteri. tutan bu memurluk işinde, daha sıhhatli, daha sakin, daha rahattı. Akşam vücudu yorgun, kafası bomboş bir halde her yanını kaplayan bir sersemlikle sonsuz zevkleri tadıyordu. Kumaş tüccarının girebilmek için annesiyle mücadele etmek zorunda kalmıştı. Annesi onu çifte çifte yorganlar arasında, hayatın kazasından belasından uzak, daima kendi yanında alıkoymak istiyordu. Genç Camille sözünde diretti, başka çocukların oyuncak istedikleri gibi “iş isterim” diye tutturdu. Bunu iş düşüncesiyle değil, içgüdüsel olarak yaradılışın gereksinimiyle istiyordu. Annesinin sevgisi, fedakârlıkları onda hırçın bir bencillik oluşturmuştu. Kendisine sevgisi olanları, merhamet edenleri sevdiğini zannederdi. Gerçekteyse kendi benliği içinde, herkesten uzak, yalnız kendi eğlencesini arttıracak şeyleri arayarak yalnız kendi kendini severek yaşıyordu. Madam Raqin’in sevgisi onu tiksindirince, şuruplardan, kaynamış köklerden, yapraklardan kurtulmak için kaba ve acımasız bir işe kendini deli gibi attı. Sonra akşamüstü yazıhaneden dönünce dayısının kızı Therese ile Seine Nehri’nin kenarında dolaşırdı.

Therese on sekiz yaşına geliyordu. On altı yıl önce bir gün, daha Madam Raquin tuhafiyecilik yaparken kardeşi yüzbaşı Degans kucağında küçük bir kız getirmişti. Cezayir’den geliyordu. Gülerek: – İşte sana bir çocuk, dedi. Sen bunun halasısın. Annesi öldü… Ben ne yapacağımı bilmiyorum. Bunu sana veriyorum. Kadın çocuğu aldı, sevdi, pembe yanaklarından öptü. Degans Vernon’da sekiz gün kaldı. Kız kardeşi kendisine bıraktığı bu çocuğa birkaç soru sordu, yavrucuğun Oran’da doğduğunu, annesinin de memleketin yerlilerinden gayet güzel bir kadın olduğunu anlayabildi. Yüzbaşı gitmeden bir saat önce Therese’in kendi kızı olduğunu bildiren bir nüfus kâğıdı bıraktı. Gitti ve bir daha görünmedi; birkaç yıl sonra Afrika’da kendini öldürdü. Therese, Camille ile aynı karyolada yatarak halasının tatlı sevgisiyle büyüdü. Turp gibi sağlıklıydı. Fakat halasının hasta oğluyla aynı sıcak odada hapsolup onun ilaçlarını paylaşarak hastalıklı bir çocuk gibi bakıldı.

Ocağın karşısında düşünceli düşünceli göz kırpmadan alevlere bakarak saatlerce büzülüp otururdu. Bu zorunlu nekahet hayatı onu çekingen yapmıştı. Yavaş sesle konuşmak, gürültü etmeden yürümek, sandalyenin üzerinde sessiz ve hareketsiz, boş bakışlarla oturmak alışkanlığını edinmişti. Bir kol kaldıracak , bir ayak atacak olsa hareketlerinde tatlı bir yumuşaklık sezilir, uyuşuklaşan etinin içinde güçlü kasların, bütün bir kudretin, bir ihtirasın gizlenip uyuduğu anlaşılırdı. Bir gün halasının oğlu, zafiyetinden gözü kararıp yere yığılmıştı. Therese onu ani bir hareketle yerden kollarına alıp götürüvermişti. Kuvvetini böyle belli etmesi kızın yüzünü pençe pençe kızartmıştı. Sürdüğü bu inziva hayatı, yediği perhiz yemekleri sırım gibi bedenini zayıf düşüremedi. Yalnız yüzü hafif solgun bir renk aldı, ışıksızlıktan hemen hemen çirkinleşti. Bazen pencerenin önüne gider, güneşin yaldızla kapladığı karşı evleri seyrederdi. Mme. Raquin ötesini berisini satıp da su kenarındaki bu küçücük eve çekildiği zaman, Therese’in sevincinden için için yüreği çarpmıştı. Halası ona: “Gürültü etme, rahat otur, diye o kadar çok karışırdı ki, Therese bütün duygularını, doğasını, bütün ateşini içinde gizlerdi. Sonsuz soğukkanlılığımın, sakin görünüşünün altında fırtınalar gizliydi. Kendini daima hala oğlunun odasında, ölümle pençeleşen bir çocuğun yanında olarak düşünürdü.

Yaşlı kadınlar gibi peltek peltek konuşmaya, yumuşak hareketlere, sessizliğe ve dinginliğe alışmıştı. Bahçeyi, bembeyaz nehri, ufukta yükselen yemyeşil yamaçları görünce bağırmak koşmak için çılgın bir isteğe kapıldı, göğsünün içinde kalbinin güm güm attığını duydu, fakat yüzünün hiçbir çizgisi kıpırdamadı. Halası ona yeni evden hoşlanıp hoşlanmadığını sorduğu zaman, gülümsemekle yetindi. Hayat şimdi ona daha tatlı geliyordu. Yavaş yürüyüşlerini, yüzünün sakin, kayıtsız ifadesini, hasta yatağında büyümüş bir çocuk halini koruyor ama içten içe ateşli ve taşkın bir varlığı yaşıyordu. Suyun kenarında yalnız kaldığı zaman çayırların üzerine yüzükoyun kapanmış vücudu, büyümüş kapkara gözleriyle sıçramaya hazır bir hayvan gibi yatardı. Orada öylece hiçbir şey düşünmeden, güneşten yana yana, parmaklarını toprağa geçirmenin zevki içinde saatlerce kalırdı. Delice düşler kurardı; suyun kendi üzerine birdenbire atılıp hücum edeceğini düşünür, gürüldeyen nehire okur gibi bakardı; o zaman vücudunu gerer, kendini korumaya hazırlanır, dalgalan nasıl yenebileceğini kendi kendine hırsla sorardı. Akşamları Therese halasının yanında sakin sakin, sessizce dikiş dikerdi. Lambanın abajurundan hafifçe dökülen ışığın altında yüzü uyur gibi dururdu. Koltuğuna gömülen Camille de yaptığı hesap toplamlarını düşünürdü. Yalnız ara sıra yavaş sesle söylenen bir söz, derin bir suskunluğa dalan odanın sessizliğini bozardı. Madame Raquin: çocuklarına saf bir sevecenlikle bakardı. Onları birbirleriyle evlendirmeyi kurmuştu. Her zaman için oğluna ölüm hastası gözüyle bakıyordu.

Bir gün gelip öleceğini, oğlunu acıyla ve yalnız bırakacağını düşündükçe yüreği titredi. O zaman Therese’e güvenir, genç kızın, Camille’in yanında dikkatli bir bakıcı olacağını düşünürdü. Sakin tavrı sessiz bağlıhğıyla yeğeni ona sonsuz bir güven duygusu veriyordu. Genç kızı iş başında denemişti. Onu oğluna koruyucu bir melek gibi vermek istiyordu. Bu evlenme önceden kararlaşmış, çözümlenmiş bir sorundu. Çocuklar çoktan beri bir gün evleneceklerini biliyorlardı. Kendilerine o denli doğal ve alışılmış gelen bu tasarı içinde büyümüşlerdi. Aile içinde bu birleşmeye gerekli ve kaçınılmaz bir şey gibi bakılıyordu. Mme. Raquin, “Therese’in yirmi yaşına gelmesini bekleyeceğiz…” demişti. Onlar da heyecansız, hararetsiz sabırla bekliyorlardı. Hastalıklar Camille’in kanını da zayıf düşürdüğü için, gençliğin ihtiraslı arzularından haberi yoktu. Dayı kızının yanında küçük bir çocuk gibi kalmıştı. Onu bencil huzurundan hiçbir şey kaybetmeden, alışkanlıkla annesini kucaklar gibi kucaklardı.

Ona kendisinin fazla sıkılmasını gideren ve gerektikçe ıhlamur kaynatan bir arkadaş gözüyle bakardı. Onunla şakalaştığı, kolları arasına aldığı zaman bir erkek çocuğunu tutuyormuşçasına vücudunda hiçbir ürperti duymazdı. Ve böyle zamanlarda Therese’in sinirli bit gülüşle kıvrılan sıcak dudaklarından öpmeyi aklına bile getirmezdi. Genç kıza gelince, o da soğuk ve kayıtsız görünürdü. Bazen iri gözlerini Camille’in üzerinde durdurur, son derece sakin bir ısrar ile dakikalarca ona bakardı. O zaman salt dudakları görünmez, küçük hareketlerle kımıldardı. Yatıştırılmaz bir iradenin sürekli tatlı bir ifade kazandırdığı bu kapalı yüzden, bir şey okumak olası değildi. Genç kız evlenmesinden söz edildiği zaman ağırlaşır, Mme. Raquin’in söylediklerini başıyla onaylamakla yetinirdi. Camille uyuklardı. Yaz akşamlarında iki genç suyun kıyısına kaçarlardı. Camille annesinin ardı arkası gelmez meraklarından sinirleniyordu. Onun da isyanları vardı. Koşmak, midesini bulandıran şımartılmalardan kurtulmak istiyordu. O zaman Therese’i sürüklüyor, çayırların üzerinde yuvarlanmaya, itişmeye teşvik ediyordu.

Bir gün onu itti ve düşürdü; genç kız bir sıçrayışla tekrar ayağa kalktı, hayvani bir vahşetle gözleri kıpkırmızı, yüzü hiddet içinde iki kolunu kaldırıp üzerine atıldı. Camille yere çöküverdi; korkmuştu. Aylar, yıllar akıp geçti, düğün için kararlaştırılan gün geldi. Mme. Raquin Therese’i bir kenara çekti, annesinden babasından söz etti, doğuşunun öyküsünü anlattı. Genç kız halasını dinledi, dinledi, sonra tek sözcük söylemeden boynuna sarıldı. Gece Therese merdivenin solundaki kendi odasına gideceğine, hala çocuğunun sağ taraftaki odasına girdi. Yaşamının bütün değişikliği bu oldu. Ertesi gün genç evliler aşağıya indikleri zaman Camille’de yine o dermansız hasta hali, o mübarek bencilliğinin rahatlığı vardı. Therese sürekli kayıtsızlığını, ihatalı yüzünün korkunç sükûnunu koruyordu. III Evlenmesinden sekiz gün sonra Camille annesine Vernon’dan çıkıp Paris’te oturmaya karar verdiğini söyledi. Mme. Raquin vaveylayı kopardı! O, yaşamını ona adamıştı; hiçbir şey değiştirmek istemiyordu. Oğlu hırçınlaş-tı, istediğine razı olmazsa hastalanacağını söyleyerek annesini tehdit etti. – Şimdiye kadar tasavvurlarının hiçbirine karşı gelmedim, dayımın kızıyla evlendim, bana verdiğin bütün ilaçları içtim.

Bütün bunlara karşılık bugün de benim bir isteğim var. Senin de bunu kabullenmen gerekir. Ayın sonunda gideceğiz. Mme. Raquin o gece uyamadı. Camille’in kararı hayatını altüst ediyordu. Yeniden bir varlık kurabilmek olanağını umutsuzca arayıp duruyordu. Sonra yavaş yavaş dinginleşti. Yeni yuvanın çocukları olabileceğini, o zaman kendi küçük servetinin yetemeyeceğini düşündü. Daha fazla para kazanmak, ticarete koyulmak, Therese için faydalı bir uğraş bulmak gerekiyordu. Ertesi gün artık gitmek fikrine alışmış, yeni bir yaşamın tasarısını yapmıştı. Kahvaltıda pek neşeliydi, çocuklarına: – Bakın ne yaparız, dedi. Yarın ben Paris’e gider bir dükkân ararım. Therese ile yerleşir, iğne tire satarız; bu bizim için bir uğraş olur. Sen de Camille istediğini yaparsın: ister bir iş bulur, ister serbestçe gezer dolaşırsın.

Delikanlı: – İş bulurum, yanıtını verdi. Camille’i gitmeye sürükleyen ahmakça bir hırstı. Büyük dairelerin birinde görev almak istiyordu. Kollarında saten kolluklar, kulağında kalemle, kendine geniş bir yazıhanenin ortasında oturmuş düşlediği zaman tasavvur ettikçe sevincinden kıpkırmızı oluyordu. Therese’le görüşmemişlerdi. Her şeye o denli karşı koymadan boyun eğerdi ki, halasıyla kocası onun fikrini almak zahmetine bile katlanmazlardı. Dargınlıksız, şikayetsiz, onlar ne yaparlarsa o da yapar, nereye giderlerse o da giderdi; hatta bu değişikliğin farkına bile varmıyor-muş gibi görünürdü. Mme. Raquin Paris’e geldi, doğru Pont Neuf geçidine gitti. Vernon’lu geçkin bir kız, bu geçitte tuttuğu bir tuhafiye dükkânını devretmek isteyen bir akrabasının adresini vermişti. Eski bir tuhafiyeci olan Mme. Raquin, dükkânı biraz küçük, biraz karanlık buldu, ama Paris’in içinden geçerken sokakların gürültüsünden, dükkânların süsünden ürkmüştü. Bu daracık dehliz, bu yalın vitrinler ona eski, sakin küçük mağazasını anımsatmıştı. Kendisi yine taşra çevresindeymiş gibi farzedebildi, rahat bir soluk aldı, sevgili çocuklarının bu ıssız köşede mutlu olacaklarını düşündü. İçindeki eşyanın düşük bedeli ona kararını verdirdi.

İki bin frank istiyorlardı. Dükkânla üstündeki katın kirası da ancak bin iki yüz franktı. Mme. Raquin’in dört bin frank kadar birikmiş parası vardı; bankadaki parasına dokunmadan eşyayı devralıp bir senelik kirayı verebileceğini hesap etti. Camille’in maaşı ve dükkânın getireceği kâr günlük gereksinimlerin karşılayabilirdi. Bu suretle kendi gelirine hiç dokunmaya cak, ileride torunlarını çeyizlemek için anapara da art mış bulunacaktı. Vernon’a sevinçle döndü. Paris’in göbeğinde nefis bi yer, bir inci bulduğunu söyledi. Birkaç gün içinde aksan sohbetlerinde geçidin karalık ve alçakgönüllü dükkânı gi derek bir saray halini aldı. Anılarının derinliğinde onu rahat, geniş, sakin ve anlatılmaz bin türlü kazanç ve yararlarla dolu görüyordu. – Ah Therese’ciğim, göreceksin o köşecikte ne kadar mutlu olacağız. Üst katta üç güzel odası var. Geçit kum gibi insan dolu. Vitrinleri çiçek gibi süsleriz. Keyfine bak, hiç canımız sıkılmayacak.

Bu konudan sürekli söz etmekten kendini alamıyordu, bütün eski tüccar kanı kaynamaya başlamıştı. Therese’e alım satım ve küçük ticaretin hileleri hakkında önceden nasihatler veriyordu. Nihayet aile Seine kıyısındaki evden çıktı, aynı günde Pont – Neuf geçidine yerleşti. Therese bundan sonraki yaşamını geçireceği dükkâna giderken kendini bir çukurun ıslak toprakları içine doğru iniyor sandı. Boğazına kadar gelen bir bulantı duydu. Korkudan ürperdi. Pis, nemli geçide baktı. Dükkânı dolaştı, yukarı kata çıktı, her odaya girdi: bu çıplak ve eşyasız odalar yalnızlık ve sefaletten korkunç bir haldeydi. Genç kadın yapacak bir şey bulamadı, bir kelime bile söylemedi, donmuş gibiydi. Halasıyla kocası aşağı inmişlerdi. Elleri kaskatı kesildi, boğazı hıçkırık doldu, ama bir damla gözyaşı bile akmadan bir dengin üzerine oturuverdi. Mme. Raquin gerçeğin karşısında kurduğu düşlerden dolayı sıkılmış, utanmıştı. Bu devir alma muamelesinde kendini savunmaya çalıştı. Ortaya çıkan her sakıncaya bir çözüm buluyor, karanlığı, havanın kapalılığına atfediyor, bir süpürgeyle her şeyin düzeleceğini söylüyordu.

Camille: – Adam sen de, diyordu. Zaten burada ancak akşamları oturacağız; ben saat beşten altıdan evvel gelmem; siz de nasıl olsa berabersiniz, sıkılmazsınız. Dairesinin tatlı ılık havasını hesaba katmamış olsaydı, dünyada böyle pis bir yerde oturmaya razı olamazdı. Kendi kendine: “Bütün gün dairede sıcacık otururum; akşamları da erkenden yatarım” diyordu. Koca bir hafta dükkân da ev de düzensizlik içinde kaldı. Therese, daha ilk günden tezgâhın arkasına oturmuş ve bir daha da oradan kımıldamaz olmuştu. Madame Raquin onun bu üzüntülü durumuna şaşırmıştı. Genç kadının evini güzelleştireceğini, pencerelere çiçekler koyacağını, yeni halılar, perdeler isteyeceğini sanıyordu. Yeğenine eve yaraşacak bir nesne ya da bir onarım önerdiği zaman o sükûnetle: – Ne olacak sanki, böyle çok iyi süse gereksinimimiz yok, diye cevap veriyordu. Dükkâna biraz çekidüzen vermek, odaları düzeltmek işi Madam Raquin’e kaldı. Therese, gözlerinin önünde onun durmadan dolaştığını görmeye dayanamaz oldu; bir gündelikçi buldu, halasını zorla yanında oturttu. Camille bir ay iş bulamadı. Dükkânda, ne kadar mümkünse o kadar az kalıyordu, bütün gün bomboş geziyordu. Can sıkıntısından o derece bunaldı ki, Vernon’a dönmekten bile söz etmeye başladı. Nihayet Orlean şimendifer idaresine girdi.

Eline ayda yüz frank geçiyordu. Düşü gerçek olmuştu. Evden sabahleyin saat sekizde çıkardı. Guenegaud sokağından rıhtıma iner, elleri cebinde, yavaş adımlarla, enstitüden botanik bahçesine kadar Seine Nehri boyunca giderdi. Günde iki defa geçtiği bu uzun yol kesinlikle canını sıkmazdı. Nehirden aşağı doğru yüzen sıra sıra kereste sallarını seyretmek için dururdu. Hiçbir şey düşünmezdi. O sıralarda onarılmakta olan Notre-Dame kilisesinin önündeki iskeleyi seyretmek için çoğunlukla orada dikilir kalırdı: bu koskoca keresteler nedense onu pek eğlendi-rirdi. Sonra geçerken Port aux Vins’e bir göz atar, limandan gelen gemileri sayardı. Akşamları kafası dairede anlattıkları bir sürü saçma sapan öykülerle sersemlemiş bir halde botanik bahçesinden geçer, acelesi yoksa ayıları seyre giderdi. Orada hendeğin kenarına abanıp, hantal hantal salınan ayılara gözleriyle yarım saat dalar kalırdı. Onları kocaman kocaman açık gözleriyle ağzı açık inceler, hayvanların alt alta, üst üste hareketlerini seyretmekten ahmakça bir zevk duyardı. Sonunda eve dönmeye karar verip gelen geçenle, arabalarla, dükkânlarla meşgul ola ola ayaklarını sürür yürürdü. Eve gelir gelmez yemek yer, sonra okumaya koyulurdu. Buffon’un yapıtlarını almıştı; böyle şeyleri okumaktan sıkıntı duyduğu halde her akşam yirmi otuz sahife hatmet¬ meyi iş edinmişti.

Forması on santimlik Thiers’in L’Histo-ire du Consulat et de I’Empire’ini ya da Lamartine’in L’Histoire de Jirondinsüni, ya da piyasa işi sıradan yayınların bazılarını okurdu. Böylelikle kendini yetiştirmeye çalıştığını zannederdi. Bazı efsanelerin bazı sahifelerini dinlemesi için karısını zorlardı. Therese’in bütün gece, eline kitap almak arzusu duymadan, düşünce içinde sessiz sessiz oturmasına şaşardı. İçinden karısının akılca pek zavallı olduğu kanısına varırdı. Therese kitaplara dayanamaz, onları hemen geri iterdi. Sabit bakışlarla, şaşkın ve bir dalda durmayan düşünceleriyle bomboş oturmayı yeğlerdi. Zaten değişmez ve uysal bir huyu vardı. Bütün iradesi kendini pasif bir hoşnutluk ve özveri aracı haline getirmeye yönelikti. Alışverişleri ağır gidiyordu. Her aynı kârı hep aynı düzen içinde birbirinin eşiydi. Müşterileri mahallenin işçi kızlarıydı. Beş dakikada bir genç kız girer, birkaç kuruşluk alış veriş ederdi. Therese, müşterilere dudaklarında makineleşmiş bir gülümsemeyle hep aynı sözleri söyleyerek hizmet ederdi. Madame Rauquin daha yumuşak ve konuşkan davranır, doğrusunu söylemek gerekirse müşteriyi asıl o çeker ve tutardı.

Üç yıl boyunca aynı günler birbirini izledi. Camille bugün bile dairesine gitmemezlik etmedi. Annesiyle karısı dükkândan dışarı pek az çıktı. Therese nemli bir zindanda gamlı ve ezici bir sessizlik içinde yaşarken, yaşamı, her akşam aynı soğuk yatak, her sabah aynı boş günlerle gözlerinin önünde çırçıplak uzanmış olarak görüyordu. IV Her hafta perşembe günleri Raquin ailesinin kabul günüydü. Yemek odasında büyük bir lâmba yakarlar, ateşin üstüne de çay yapmak için bir ibrik koyarlardı. Bu başlı başına önemli bir olaydı. Bu geceler ötekilere hiç benzemezdi. Bu geceler, ailenin alışkanlıkları arasında çılgınca bir neşe halinde bir burjuva cünbüşü gibi girmişti. On birde de yatarlardı. Paris’te Madame Raquin, Vernon’da bir zamanlar yirmi yıl çalışıp kendisiyle aynı evde oturmuş olan eski ahbaplarından polis komiseri Michaud’yu buldu. O zaman aralarında sıkı bir dostluk kurulmuştu. Sonra dul kadın sermayesini satıp da su kenarındaki eve göç ettiği zaman yavaş yavaş birbirlerini kaybetmişlerdi. Michaud onlardan birkaç ay sonra o şehirden gitmiş bin beş yüz frank tutan emekli aylığını rahatça yemek için Paris’e, Seine sokağına gelmişti. Yağmurlu bir günde Pont – Neuf geçidinde esk

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir