Faruk Tuncer – Kur’an Surelerindeki Essiz Ahenk

Kur’ân-ı Kerim’in bu dünyadan olmadığının alametlerinden biri de onun te’lif tarzıdır. O, nazil olduğu sırada mevcut olan nazım, nesir, seci vb. edebi türlerden hiçbirine dahil edilemediği gibi İslam edebiyat ve medeniyetinin gelişmesinden sonra da ortaya çıkan kitaplara da benzememektedir. Zira herhangi bir bilim dalında eser yazan âlimler eserlerini, konu bütünlüğüne göre planlanan bölüm, fasıl, alt bölüm, mebhas ve paragraflara bölünmüş olarak telif ederler. Nitekim Kur’ândan kaynaklanarak kurulan akaid, fıkıh, usul-i fıkıh, usul-i tefsir, ahlâk, tasavvuf vb. ilimlere dair kitaplar bu esasa uygun olarak yazılmışlardır. Fakat Kur’ân, konu esasına göre gitmeyip, çeşitli alanlara ait meseleleri, kendisine has bir metodla bir arada ele almıştır. Az sonra da değineceğimiz üzere bu, plansızlık zannedilecek bir dağınıklık olmayıp, beşer mantığını aşan, harika bir münasebetler dokusu sergileyen ilahi bir telif tarzıdır. Bilindiği gibi, Kur’ân, tümüyle bir kitap hâlinde toptan inmemiş, yirmi üç yıla yayılan vahiy müddeti boyunca necimler hâlinde gönderilmiştir. Bu gerçeği ifade için kullanılan necm (çoğulu: nücûm) kelimesinin hem taksit hem de gökyüzündeki yıldız anlamına gelmesi ne güzel bir tevafuktur! Kur’ân-ı Hakimin muhkem semasını bina eden bu necimler, parça parça, ceste ceste tulu’ etmişlerdir. Her biri gelip Levh-i Mahfuz’daki yerlerine yerleşirken, zahiren çeşitli hadiseler ve vesilelerle gönderilmiştir. Mesela, en uzun sûre olan Bakara sûresi, on senelik zamana yayılan seksen kadar necim hâlinde tamamlanmıştır. Vahiy emini olan Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de peşpeşe gelen âyetlerin hangi sûrenin, neresine gireceğini bilmiyordu. Vahyi getiren Cebrail’in (aleyhisselâm) işaretiyle öğreniyor, vahiy katibine de o kısma yerleştirmesini naklediyordu.


Mesela bir parça iner inmez, falan sûrenin sonuna konulması emrediliyor, ondan sonraki vahiy, aynı sûrenin ortalarındaki falan âyetin arkasına konuyordu. Falan parça, belki senelerce önce inmiş bir sûrenin gösterilen yerine konuyordu. Âyetlerin, münferit vesilelerle, özel nüzul sebepleri ortamında inmeleriyle onların, nüzul sırasına uyması şart olmayan münasip siyaklarına yerleştirilmeleri arasında herhangi bir aykırılık söz konusu değildir. Böylece, bir taraftan zaman unsuru, yani tarihi ortam, diğer taraftan mekân unsuru ve edebi siyak göz önünde bulundurulmuş olmaktadır. Yine belirtelim ki, Hz. Peygamber’in de bu hususta en ufak bir dahli olmuyordu. Bu sürecin nasıl tamamlanacağı konusunda hiçbir fikir sahibi değildi. Kendisini tamamen vahyin akışına teslim etmişti. Fakat, falan sûrenin artık tamama erdiğine dair bir işaret alınca, katiplere bildiriyor, onlar da o sûrenin âyet gruplarının yazılmış olduğu ayrı ayrı malzemeleri bir araya getirerek nihai şeklini veriyorlardı. Bu, en önemli vahiy katibi sayılan Zeyd İbn Sabit’in (radıyallahu anh) bildirdiği üzere, Hz. Peygamber’in nezaretinde yapılan birinci metin cem’i olup, 1 artık nihai şeklini almış sûreleri iki kapak arasında Mushaf hâlinde toplama işi olan ikincisi Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), daha ziyade imla ıslahı ve nüsha çoğaltmadan ibaret olan üçüncü cem ise Hz. Osman (radıyallahu anh) devirlerinde gerçekleştirilecektir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in vahyi kayd ettirme hususunda Kur’ân karşısındaki konumunu şöyle bir misal ile anlatmaya çalışabiliriz: Bir adam tasavvur edelim: Hiçbir yerleşim merkezinin, hiçbir yapının bulunmadığı ıssız bir vadide bulunduğu sırada o civardaki bir dağın tepesinde bir patlama gerçekleşmiş olsun.

Tepeden vadiye doğru taşlar, mermer parçaları, demir, bakır, gümüş gibi maden parçaları, tomruklar yuvarlansın. Hiç bu şahıs bunlardan bir şehir kurmayı aklından geçirebilir mi? Zira nereden bilebilir; bu maddeler gelmeye devam edeceği gibi etmeye bilir de? Bu vaziyette değil bir şehir, basit bir ev inşa etmeye bile teşebbüs edemez. Farz edelim ki böyle bir maceraya girişti. Peki şimdi ne yapacak? Gelen maddeler herhangi bir sıra takip etmemektedir. Bazen temele konulacak büyük taşlar gelmeden, mesela balkona konulacak bir mermer, mutfağa yerleştirilecek bir parça gelmekte, maddeler mısır patlağı gibi belirsiz, irili ufaklı, rast gele renklerden çıkmaktadır. Bunları akıl ve tecrübesine göre yerleştirdiği takdirde, sonradan defalarca değişiklik yapma ihtiyacı ile karşı karşıya kalacaktır. Ölçme, biçme, kırma, yontma, doldurma, destek koyma, bozup tekrar düzenleme, yeniden sıvama, bu kaba işleri tamamladıktan sonra, dolap takımları, cila ve boya işlemleri gibi ince işlerle hayli zaman ve emek harcayarak meşgul olması gerekecektir. Bu süreç tamamlanmadan bu yapıların teslim edilebileceğini iddia eden bir tek insan bile çıkacağı düşünülebilir mi? Fakat o ne? Adam en sona kalan bir iki parçayı yerleştirip perdeyi açınca, harika bir şekilde muntazam bir şehrin arz-ı endam ettiğini görüyoruz. Öyle bir intizam ve sanatla yapılmış ki, tam yerli yerine konulmamış tek tuğla, tek parça bile görünmüyor. Bu işten anlayan mimar, mühendis, sanat ustaları tek eksik bulamıyorlar! İşte Kur’ân’ın te’lifi bu misale benzer. Bir saraya benzeyen Kur’ân’ın bölmeleri arasındaki uyumu, armoniyi ortaya koyan uzmanlık alanı “tenasübü’l-ayat” ilmidir. Tek tek her bir âyetin cüzleri arasında, keza sûre içinde bir takım teşkil eden âyet grupları arasında, daha büyük halkaların birbiri arasında, sûrenin baş tarafı ile bu bölümleri, keza baş tarafı ile sonu, hatta sûrelerin birbiri arasında mevcut münasebetleri, bu bilim dalı gösterir. Bu ilmi disiplinin kurulması İslâm medeniyetinin ilk döneminde olmayıp daha sonraki asırlara kalmıştır. Bu hususu inceleme konusu yapan ilk ismin kim olduğunu bilmiyorum. Hicri dördüncü asırda Bağdad’da Ebû Bekr en-Neysaburi isimli zatın (ö.

324/935) bu özellik üzerinde durduğu bildirilmektedir. O, kendisine bir âyet okunduğunda “Niçin bu âyet, falan âyetin yanına konuldu? Bu sûreden sonra falan sûrenin getirilmesinin hikmeti ne olabilir?” diye sorar, bu konu üzerinde durmayan Bağdad âlimlerini ayıplardı. 2 Altıncı asır ortalarında vefat eden Ebû Bekr İbnu’lArabi de (ö. 543/1148) bu işe ilgi duymuş, fakat insanların fazla rağbet göstermemeleri sebebiyle bu konuda özel mahiyette çalışma yapmadığını kendisi söylemiştir. O Siracu’l-müridin adlı kitabında şöyle yazar: “Âyetlerin, manaları uyumlu, lafızları yerli yerinde bir tek kelime gibi irtibatlı olduğunu bilmek, mühim bir ilimdir. Fakat bunu daha önce inceleyen bir âlimden başka kimse bilmiyorum. O da sadece Bakara sûresini bu yönden ele almıştı. Sonra Allah Teâlâ bu kapıyı bana açtı. Ama meraklı olan kimseleri göremeyince biz de bu kapıyı kapattık, Allah ile bizim aramızda sır olarak sakladık. Sonra da O’na geri verdik”. 3 Bu mahareti sistematik olarak ilk defa, ondan az sonra gelen ve “Kur’ânın ifade güzelliklerinin ekserisi, tertib ve münasebetlere tevdi edilmiştir” diyen Fahreddin Razi (ö. 606/1209) olmuştur. Âyetler arasındaki münasebetleri bilmenin faydası, kelamın parçaları arasındaki irtibatı meydana çıkararak onların, taşları birbirine kenetlenmiş muhkem ve sağlam bir bina gibi olduğunu göstermektir. Kur’ân-ı Hakim’in bu özelliği, Endülüs’ün en büyük müfessiri İbn Atiye (ö. 546/ 1150) gibi büyük bir müfessire şöyle dedirtmiştir: “Kur’ân’da herhangi bir kelimeyi bulunduğu yerden çıkarsanız, sonra Arapların kelamının tamamını elden geçirseniz o kelimenin yerini tutacak bir söz bulamazsınız.

” Münasebet konusuna muasır müfessirlerin, dikkate değer derecede ihtimam gösterdikleri açıkça görülmektedir: M. İzzet Derveze, Meraği, M. Hamdi Yazır, Seyyid Kutub , el-Vahdetu’l-Mevduiyye fi’l-Kur’âni’l-Kerim (Kur’ânda Konu Bütünlüğü) yazarı Muhammed Mahmud Hicazi, Tefhimu’l-Kur’ân sahibi bunlardan bazılarıdır. Fakat konu ile özellikle ilgilenen müellifler Abdulmüteal es-Saıdi (en-Nazmu’l-fenniyyu fi’l-Kur’ân adlı eseri ile), Muhammed Draz (en-Nebeu’l-azim eseri ile), Ahmed Ebû Zeyd (et-Tenasubu’l-beyani fi’l-Kur’ân) ve Mustafa Müslim (Menahicu’t-tefsiri’l-mevdu’i kitabı ile) zikre değer. Fakat içtihadi her konuda olduğu gibi, tenasüp konusunda da farklı görüş beyan eden âlimler olagelmişlerdir. Tenasüp konusunda doktora tezi hazırlayıp konuyu ayrıntılı bir şekilde işleyen 4 Dr. F. Tuncer onlara da yer verip mütalaalarını özetlemiştir. Onlara göre Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri arasında tenasüp aramak, tekellüf yani zorlanmadır. Bir yerde ve bir defada söylenen kelamın cüzleri arasında irtibatın aranması normaldir. Fakat Kur’ân böyle olmayıp çeşitli zamanlarda, farklı yerlerde, muhtelif hadiseler vesilesiyle gönderildiği için bir kelam sayılmaz, dolayısıyla âyetleri arasında tenasüp de aranmaz. İzzuddin İbn Abdisselam (ö. 660/1262), Fethu’l-kadir sahibi Şevkani (ö. 1250/1833), Muhammed Abdullah el-Gaznevi (ö. 1296/1878) az sayıda olan bu gruptaki âlimlerdendirler.

5 Fakat Veliyyüddin Mahmud el-Melevi’nin (ö. 774/1342) şu sözü, ümmetin genel kabulünü aksettirmektedir: “Âyetler zaman ve hadiseler itibariyle parça parça tenzil olarak indirilse de, hikmet-i ilahiye onların Mushaftaki tertib üzere olmasını dilemiş olup, Mushaf-ı Şerif, Levh-i Mahfuzdaki asla muvafık olmuştur.” Binaenaleyh âyetler arasında tenasüp vardır ve birçok müfessirin gösterdikleri tarzda bunları anlamaya çalışmak da yapılması gereken bir iştir. Kur’ânın en bariz sıfatı beliğ olmasıdır. Belagat, sözde veya yazıdaki ifade güzelliklerini gösteren bir ilimdir. Sözün güzelliği, muayyen bir maksada yönelip, sözdeki diğer bütün unsurların o maksadı anlatacak tarzda yerleştirilmesindedir. Belagat: “sözün, muktezay-ı hâle (durumun gereğine) uygun olmasıdır” şeklinde tarif edilmesi de bu anlamı ifade eder. İşte Kur’ân’ı böyle bir dikkatle inceleyenler Fahreddin Razi gibi şöyle derler: “Kur’ân’ın bütünü, adeta bir tek sûredir, hatta sanki bir tek âyettir.” O, Kur’ân’daki bu insicamı zevk etmiş ve tefsirinde de başkalarına göstermeye çalışmıştır. 6 Ne var ki bu münasebetlerin, sıradan insanın kuru mantığının yalın kat şemalarına göre şekillenmesini beklemek, yerinde bir davranış olmaz. Zira Kur’ânın meseleleri makul olmakla beraber, akli değildir. Binaenaleyh bazen onda aklı aşan (akla aykırı olan değil, kaynağı akıl olmadığı için aklı aşan) taraflar da bulunur. Bundan ötürü birinin aklının fark edemediğini, anlayan bir başka kişi çıkabilir. Muayyen bir zamanda bütün yönleriyle görünmeyen bir ciheti, başka bir zamanda gören olur. Kur’ân’ın inceliklerini büyük bir vukufla anlayan ve anlatan muasır âlimlerimizden B.

Said Nursî, Kur’ân’ın âyetleri arasında bulunan tenasüp hakkında şöyle demiştir: “Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’daki mükemmel ifade nizamı, kainat kitabındaki san’at intizamını, muntazam üsluplarıyla tefsir ettiği halde, manzum olmamasının bir sebebi de şudur: İlâhî hikmet dilemiştir ki Kur’ân âyetlerinin her bir necmi, vezin kaydı altına girmeksizin, ekseri âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve aralarındaki manevi münasebetlere rabıta olması için, kendisinin etrafındaki o geniş daire içindeki âyetlerin her birine bir münasebet hattı bulunsun. Adeta, serbest her bir âyetin, ekser âyetlere bakan birer gözü, onlara müteveccih birer yüzü vardır. Kur’ânın içinde sanki binlerce Kur’ân bulunur ki, her bir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki Yirmi Beşinci Söz’de beyan edildiği gibi, sûre-i İhlas içinde otuz altı sûre-i İhlâs mikdarınca her biri, çok kanatlı olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir ilm-i tevhid hazinesi bulunur ve o cümleleri tazammun ediyor. Evet, nasıl ki semada olan intizamsız yıldızların, görünüşteki intizamsızlığı cihetiyle, her bir yıldız, kayıt altına girmeyip, her birisi, ekseri yıldızlara bir nevi merkez olarak, çevresindeki dairedeki her bir yıldıza –birer birer– varlıklar arasındaki gizli bağlara işaret olarak, birer münasebet hattı uzatıyor. Adeta her bir tek yıldızın, nücum-u âyet gibi bütün yıldızlara bakar birer gözü, onlara dönük birer yüzü vardır. İşte intizamsızlık içinde, o kemal derecedeki intizamı gör, ibret al!” 7. Gerçekten burada da ifade edildiği gibi, berrak bir yaz gecesinde gökyüzüne bakan sıradan bir kimse yıldızların rastgele serpildiğini zannedebilir. Ama ancak astronomi bilginleri onların tam yerli yerinde olup başka şekilde olmaları halinde sistemin bozulacağını bilirler. Sathi bakanlar, âyetler arasındaki münasebetleri anlamakta bazen zorlanabilirler. Zira bu konu nasla kesin bir tarzda bildirilmeyip, şahsi gayretle anlaşılan içtihadi bir alandır. Bununla beraber, Zerkeşi’nin (ö. 791/1392) dediği gibi “münasebet, makul bir durumdur. Akla arz edildiği takdirde akıl onu kabul eder”. 8 B.

S. Nursî’nin az önce atıfta bulunduğu İhlas sûresindeki nizamı nasıl açıkladığını da ondan nakl etmekte fayda vardır. Onun açıkladığı üzere, İhlas sûresinde altı cümle bulunup bunlardan üçü müsbet (olumlu) cümledir: “De ki: O, Allahtır. O birdir. O Sameddir”. Diğer üçü ise menfidir (olumsuz): “Doğmadı, doğurulmadı ve hiçbir şey O’na denk olmadı”. Bu cümleler, tevhidin altı mertebesini ispat, şirkin altı çeşidini de reddeder. Her bir cümle ötekilere hem delil, hem de netice durumundadır. 9 Şöyle ki: “De ki Allah (gerçek İlah) odur. Zira O, Tektir. Zira O, Samed’dir. 10 Zira doğurmamştır ilh. Sonundan başlarsak: “Hiç kimse O’na denk olmadı. Zira O, doğurulmamıştır. Zira doğurmamıştır.

Zira Samed’dir. Zira Tektir. Zira O, gerçek İlah (Allah)tır.” Bir başka nizamda şöyle olur: “O, gerçek İlah (Allah)tır. Öyleyse Tektir. Öyleyse Samed’dir. Öyleyse doğurmamıştır. Öyleyse doğurulmamıştır. Öyleyse hiç kimse O’na denk olmamıştır.” Böylece İhlas sûresinde, adeta otuz altı İhlas sûresi bulunur. Âyetler ve cümleler arasında birçok münasebet hatları ve kombinasyon imkanları vardır. Âyetler ve sûreler arasındaki münasebet konusunda tabiiliğin miyarı, mevzular arasındaki benzerliktir. 11 Sözün sonu başı ile irtibatlı ve aynı konuda ise, makul ve makbul bir tenasüp var demektir. Muhtelif sebeplere ve birbiri ile ilgisiz meselelere dair ise, açık bir tenasüp olduğu söylenemez. Demek tenasüp özelliği vazıh olmakla beraber, bazen gizli de kalabilmektedir.

Bu gizlilik, âyetlerden ziyade, sûreler arasında görülür. Zira konunun bir tek âyette bitmesi çok nadirdir: te’kid veya tefsir, istisna veya hasr, itiraz veya tezyil maksatlarından biri ile âyetler peş peşe gelir. Böylece münasebet ve bütünlük ortaya çıkar. Âyetler arasındaki münasebeti yakalayabilmek için Kur’ân’ı okuyan, bazen edebi zevkini, bazen fıtri mantığını hakem kılmalıdır. Böylece umumi veya hususi, zihni (sübjektif) veya nesnel (objektif), akli, hissi veya hayali birtakım irtibatlar kurabilir, isterse bu kelimelerin ıstılahi veya felsefi anlamlarını bilmesin. Âyetler arasındaki telazüm, birçok durumda sebep-sonuç münasebeti tarzında deveran eder. Şayet böyle bir gerektirme yoksa, bir şeyin iki ucunu, zıt tarafını göz önüne sermek söz konusu olabilir: azaptan sonra rahmetin, cehennemden sonra cennetin zikr edilmesi, aklı harekete geçirdikten sonra kalbe hitap, ahkamı bildirdikten sonra kalbi yumuşatan zühd ve mev’iza unsurlarını serd etmek de bu kabildendir. Âyet ve sûreler arasındaki tenasübü göstermek hususunda muhakkik müfessirler zorlamadan kaçınmışlar ve bunu yaptıkları ölçüde başarılı olup bu bahçenin en güzel meyvelerini devşirmişlerdir. Bu gibi çalışmalarıyla, yirmi üç yıl boyunca, çeşitli sebeplerle ve değişik şartlarda inen Kur’ânın, bütün sûrelerindeki bütün âyetlerin tam yerlerini bulduklarını tesbit etmişlerdir. Bu durum o derece mevcuttur ki birçok yerde insicam, bir nüzul sebebinin bulunup bulunmadığını araştırmayı hatıra bile getirmez. İfade sanatındaki insicam, konunun tarihi ortamını bilmeye ihtiyaç bırakmaz ve inci gibi dizilmiş âyetleriyle 114 sûre, 114 kolye hâlinde zamanın boynunu süsler. 12 Dr. Faruk Tuncer, Tenasüp İlmi Açısından Kur’ân Sûrelerindeki Eşsiz Ahenk adlı eserinde; âyetlerde, konu bütünlüğü itibariyle küçük bir grup oluşturan sûre bölümlerinde, ve sûrelerde görünen tenasübü anlatmaya büyük bir gayret sarf etmiştir. Kitabın aslının, onun doktora çalışması olması, akademik bilimsel araştırma metodlarını kullanmaya, özel bir ihtimam göstermeye sevk etmiştir. Bu konuda müstakil olarak yazılan eserler, Arapçada bile yok denecek kadar azdır.

F. Tuncer onların hemen hepsine atıfta bulunmuş, onları değerlendirmesine almıştır. Fakat kendisinin özellikle üzerinde durmaya çalışıp araştırdığı konu, sûrelerin baş tarafları ile sonları arasındaki tenasüp ve irtibattır. Kur’ân-ı Kerim’in bu özelliğine, yani sûrelerin baş taraflarıyla sonları arasındaki irtibat vecihlerine ilk temas eden müfessirlerin başında el-Keşşaf Zemahşeri (ö. 538/1143) gelmektedir. Daha sonra Ebû Ca’fer el-Ğırnati (ö. 708/1303), Ğaraibu’l-Kur’ân sahibi Neysaburi (ö. 728/1327), el-Bahru’l-muhit sahibi Ebû Hayan (ö.745/1344), Ebu’s-Suud (ö. 982/1574), Alusi (ö. 1270/1854), B. Said Nursî (ö. 1380/1960) bu konuya değinen müfessirlerden ilk hatıra gelenlerdir. Fakat bu hususta yazılan müstakil eser olarak yalnız bir eser bulunabildiğini, Sn. F.

Tuncer’den öğreniyoruz. Bu kitap da Celaüddin Süyuti’nin (ö. 911/1505) Merasıdu’l-metali fi tenasübi’l-mekatı’ ve’l-metali 13 adlı eseri olup, mevcut sadece iki yazma nüshası da İstanbul’da Süleymaniye kütüphanesinde bulunmaktadır. C. Süyuti’nin, bundan başka sûreler arasındaki tenasübe dair yazdığı müstakil bir kitap daha mevcut olup adı Tenasuku’d-durer fi tenasuki’s-suver’dir. Bu kitap matbudur. 14 Bunları zikr ettikten sonra Kur’ândaki tenasüp konusunda zirvede olan eseri, hepsinin sonunda bildirmek gerekir. O da Burhanuddin İbn Omer el-Bikai’nin (ö. 885/1480) Nazmu’d-durer fi tenasübi’lay ve’s-suver adlı eseridir. Bu eser de birkaç defa basılmıştır. 15 Bika’i bu eserini yirmi iki yılda tamamlamıştır. Üzerinde doktora tezi hazırlamış olan Dr. Necati Kara’nın 16 dediği gibi, bu alanda müstakil, tek ve en hacimli tefsirdir. Dr. F.

Tuncer, şimdiye kadar işaret ettiğim alimlerin çalışmalarına, ayrıca kendi gayretlerine dayanarak, Kur’ândaki tenasübün hemen bütün nevilerini ele almıştır. Bunlardan en az değinilen, sûrelerin baş tarafları ile sonları arasındaki irtibat vecihlerine tahsis etse ve bütün sûreleri tek tek ele alsaydı belki daha spesifik, daha derinlemesine bir çalışma olurdu. Fakat anlaşılan, tenasübü başlıca nevileriyle ele alan kapsamlı bir çalışmayı daha uygun buldu. Bunun da geçerli bir gerekçe sayılabileceğini kabul etmek gerekir. Yazar Giriş’te Kur’ân ilimleri arasında Tenasüb ilminin tarifi, çeşitleri, önemi, bölümleri hakkında bilgi vermiştir. Birinci bölümde bu bilim dalının, Kur’ân ilimleri içindeki yeri, bu sahanın âlimlerinin konuya bakışları, benimseyenlerin ve muhalif olanların görüşleri ve bu bilim dalının i’caz-ı Kur’ân ile alakası gibi meseleleri incelemiştir. İkinci bölümde sûrelerin başlangıçları, Üçüncü bölümde ise sûrenin baş tarafı ile sonu arasındaki bütünlük üzerinde durmuştur. Bildiğim kadarıyla bu bilim dalında Türkçede yapılan ilk doktora tezi, bu çalışma olmaktadır. Şu vakte kadar da başka müstakil bir çalışma olduğunu duymadım. Yazar, ihtisas çalışması olan bu kitabını yayınlarken, Kur’ân ilimlerine ilgi duyan geniş okuyucu kitlesinin yararlanmasını kolaylaştırmak için, ilmi ıstılahları azaltmaya çalıştığını belirtmektedir. Ama bellidir ki bu, ancak nisbi ölçüde gerçekleştirilebilecek bir iştir. Esasen daha fazlası da matlup değildir. Çünkü ihtisasın da hakkını korumak gerekir. Yazar, ele aldığı konularla ilgili, az da olsa fikir beyan eden, gerek klasik, gerek çağdaş kaynaklardan oluşan zengin bir literatüre başvurarak konuları ayrıntılı şekilde incelemeye gayret etmiştir. Fakat, yukarıda da ifade ettiğim gibi, tenasüpleri tesbit zevk işidir, şahsi ve içtihadidir.

Kur’ân, manaları ve işaretleri bitmeyen bir hazinedir. Beşerin eserleri gibi olsaydı, her yönü ile anlaşılmış olur, onların ömürleri gibi tükenmiş olurdu. Fakat fani değil, Baki bir zatın sözü olduğu, mahdut beşer ilmine ait olmayıp, Allahın bütün zamanları kaplayan mutlak ilminden geldiği ve fanilerin eserleri tarzında telif edilmediğinden, Cenâb-ı Allah, kitabını kıyamete kadar gelecek bütün nesillere gönderdiğinden, adeta kristal avize durumunda olan Kur’ân, karşısında bulunanların konumlarına göre farklı pırıltılar, renkler vermeye devam etmekte, dikkatle okuyan herkes onda daha öncekilerin bulamadıkları nüanslar fark edebilmektedir. Kur’ân-ı Hakim’in başka alanları için doğru olan bu tesbit, tenasüp bilim dalı için de geçerlidir. İşte bu itibarla, Kur’ânın muayyen bir yönünü incelemek, ona belli bir açıdan bakmaya çalışmaktır. Kur’ân nurdur, ruhtur, zaman üstüdür. Onun tükenmez ilmini ve dinamizmini fani zihinlere sığdırmak mümkün değildir. Doğrusu, Kur’ânı olduğu gibi anlatmaya çalışma, bu nuru avucunda tutma teşebbüsüne benzer. Dr. F. Tuncer’in kitabı da bu genel hükmün dışında değildir. Bu çalışmasında, ileride kendisi de, “şöyle yapmak daha iyi olurdu” diyeceği yerler bulacak, onu zamanla daha da olgunlaştıracaktır. Daha başka araştırıcılar, daha değişik tecellilere mazhar olacak, başka pırıltılar ve renkler yansıtacaklardır. Bunlar temenniye şayan olmakla birlikte şu kesindir ki, hakkında Türkçede müstakil kitabın pek bulunmadığı bu alanda okuyucular bu kitapta öğrenecekleri çok şey bulacak, Kur’ân aleminden önlerinde yeni ufukların açıldığını göreceklerdir. İnsan yararlanacağı yönlere bakıp ortaya konulan gayreti takdir ederek eksik taraflar aramamalıdır.

Zira hiçbir kitap, temennilerin tamamını tatmin etme iddiasında değildir. Kanaatimi böylece arz ederek, gerek kitabı telif eden Dr. Faruk Tuncer’i, gerek danışmanlığını yapan Prof. Dr. İsmail Karaçam’ı tebrik eder, Kitabullahın daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı muhakkak olan bu çalışmalarının meşkur olmasını niyaz ederim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir