Frances Kazan – Halide

Bu kitap, Halide Edib Adıvar’m çocukluk ve ilk gençlik dönemine ilişkin bir romandır. Halide, ondokuzuncu yüzyılın son yıllarında, Đstanbul’un o dönemde tenha sayılabilecek semtlerinden biri olan Beşiktaş’taki bir konakta, seçkin bir Osmanlı ailesinin üyesi olarak dünyaya geldi. O yıllarda, Amerikalı bir misyoner olan Dr. Patrick’in idare ettiği Đstanbul’daki Amerikan kız kolejinin ilk Türk öğrencisi oldu. Her ne kadar gerçek bir öyküye dayansa da, elinizdeki kitap aslında bir kurmaca olduğu için, gerek Halide Edib’in, gerek ailesi ve dostlarının yaşamının ayrıntılarında pek çok değişiklik yaptım. Bir yazarın herhangi bir karakterin içsel yaşamını keşfetme girişimi, bir parça spekülasyon, bir parça tahmin, çokça da anlam çıkarma çabaları aracılığıyla başarıya ulaşabilir ancak. Đşte ben de, Halide’nin ve ona yakın olan kişilerin hayatlarının ayrıntılarına kendime özgü nakışlar işledim. Dolayısıyla, bu romanın Halide Edib’in yaşamının tarihsel bir anlatısı olarak okunması yanlış olur; Halide, bu olağanüstü kadının ve yaşadığı sıra dışı zamanların anısına bir saygı olarak yazıldı. 1889 Suyun suya benzemesi gibi, geçmiş de. geleceğe benzer. Đbn -Haldun Haremin üst katında, öğleden sonra güneşine karşı pancurlar kapatılmış, mağaramsı büyük odalar sessiz.Loş sükûnet, kış sisi kadar yoğun. Bayramın bitiminden beri danslar ve şarkılar sona ermiş, genellikle akşam eğlentileri için kullanılan büyük kabul salonlarının üstündeki küçük salon, paşanın kızı Selime için bir hasta odasına dönüştürülmüştü. Istırap içindeki kocası Edib Bey, Galata’daki bir Đtalyan tüccardan büyük bir cibinlikli karyola satın almıştı. Bu yatağın karısının acısını hafifleteceğini ve onu biraz olsun rahatlatacağını söylüyordu.


Karyolanın hantal varlığı, haremdeki kadınları sinirlendiriyordu; Selime’nin durumu ağırlaştığı zaman, yatağın lanetli olduğu söylentisi yayıldı. Boğaziçi’nden esen rüzgâr konağın bulunduğu tepeye kadar ulaştı ve pancurları takırdattı. Pencerenin yakınında bir köşeye büzülmüş yedi yaşındaki Halide, ani gürültüden irkilerek kımıldandı. Öğleden beri orada oturmuş, annesinin uyandığını gösterebilecek bir işaret bekliyordu. Ona vereceği önemli bir havadis vardı; annesini gururlandıracak bir havadis. Ama geldiğinden beri Selime kıpırdamamıştı bile. Halide, tıpkı kendisinden önce annesi ve büyükbabası gibi, bu odada dünyaya gelmişti. Mutlu zamanlarında büyükannesi Fatma Hanımefendi, kemikleri kentin en mukaddes sayılan camiinde muhafaza edilen, Hz. Peygamber’in sancaktarı Eyüb’ün soyundan gelen ailesi hakkında, Halide’ye sürekliliğin önemini anlatırdı. Padişahların yüzlerini Avrupa’ya doğru çevirdikleri ve eski düzenin örgüsünü sökmeye başlayan değişimlerin baş gösterdiği batılılaşma döneminde, aile büyükleri soyun ve geleneğin sürdürülmesine karar verdikleri için, haminnesi, birinci dereceden kuzeni olan Ali Paşa’yla evlenmişti. Biri, tütsü yakıp pencere pervazına koymuştu; dumanının ince şeritleri kıvrım kıvrım odaya dağılıyordu. Halide, aksırığını tutmaya çalıştı: Büyüklerini irkiltmek korkusuyla, en ufak bir gürültü yapmaya bile cesareti yoktu. Halide’nin babası, muayenehanesi Pera’daki’ sefaretin yakınında bulunan bir Alman hekim olan Doktor Hermann von Schlesser’i getirtmişti. Doktor, haminnenin büyük bir öfkeye kapılmasına yol açan acımasız bir otoriteyle, kadınların hasta odasına girmelerini yasaklamıştı. Harem yaşamına hükmeden sınırlan görmezden gelerek, hastanın odasına bir aile büyüğünün güveniyle rahatça girip çıkıyordu.

Dahası, gaibden haber veren Peyker’in talimatıyla hazırlanan şurupların hepsini atmış ve hiç kimsenin, hattâ Edib Beyin bile okuyamadığı bir dil olan Almanca etiketli şişelerde bir sürü ilaç getirmişti. Kendisi bulunmadığı zamanlarda odaya sadece, ketum ve küskün tavrı içinde, yeterliliğiyle onu etkilemeyi başarmış olan evin kâhyası Arziye’nin girmesine izin veriyordu. Bu tuhaf ve sonu gelmez uykuya daldığından beri, annesi Halide’ye sanki ufalmış gibi görünüyordu. Bedeninin dış çizgileri, örtülerin altından ancak fark ediliyordu. Ona dokunma arzusuna yenik düşen Halide, divandan aşağıya kaydı ve halının öteki ucuna doğru, şiltenin en üstü gözleriyle aynı hizaya gelinceye değin yürüdü. Parmak uçlarında yükselerek, uyuyan kadını seyretti. Selime’nin hafifçe yana eğilmiş yüzü, bir maske kadar donuktu. Halide’nin canlı, neşeli annesi yok olmuş, yüzünü zar zor tanıdığı bir yabancı gelmişti sanki yerine. Kadınların ‘güzel Beyoğlu semti (ç.n.). veremi’ dedikleri, kurbanlarına göksel bir güzellik veren hastalıktan gelmişe benzeyen, yan saydam bir ışıltı vardı teninde. Halide öne doğru eğilip dudaklarını annesinin kulağına yaklaştırarak, uyanması için yalvardı; böylece yine beraberce gül bahçesinde oynayabilir, kuyunun yakınında yaşayan sahipsiz kedileri besleyebilirlerdi. Selime’nin kirpikleri kıpırdadı, bir an Halide’ye yalvarışı işitildi gibi geldi. Ardından, koridordan sesler işitildi, tokmak döndü ve kapı gıcırdayarak açıldı.

Halide, babası Edib Beyefendi ile Arziye odaya girmeden hemen önce, son anda yatağın altına attı kendini. Edib, Yıldız sarayındaki dairesinden konağa büyük bir aceleyle dönmüştü. Telaşından, vücuduna tam oturan ve boyun hizasında altın düğmelerle tutturulmuş uzun siyah bir redingottan oluşan saray üniformasını değiştirmeyi unutmuştu. Kaskatı bir halde, yumruklan iki yanında sıkılmış olarak yürüdü. Haremin atmosferi onu tedirgin ediyordu. Arziye de yatağa kadar onun peşinden geldi. Elli yaşlarında, ince, esmer tenli bir kadındı. Arziye, daha Fatma Hanım’ın bir gelin olarak konağa geldiği zamandan beri, çok uzun zamandır haremi yönetmekteydi. Onun pratikliğini dengeleyen, hanımının muğlâk ve gizemli mizacıydı. ; • “Şimdi rahat uyuyor beyefendi” dedi içini çekerek. a “Allaha şükür, Dr. von Schlesser tam zamanında geldi; artık onu kaybedeceğimizden korkmaya başlamıştım” diye mırıldandı Edib. “Kurtulması için dua ettik.” Zavallı adam, diye düşündü Arziye, bu üzüntü onu birkaç sene yaşlandırdı adeta. Henüz otuz yaşındaydı, ama alnının hemen üzerindeki saçlar azalmış ve alnına derin bir çizgi oyulmuştu.

“Bana tastamam ne olduğunu anlat” dedi Edib, onu bileğinden yakalayıp karyolaya doğru çekerek. “Şafağın ilk ışıklarıyla uyandığım zaman divanda uyuyordum, beyefendi -tam şu pencerenin yanında. Kafamı kaldırıp ona baktığımda her tarafı kanlarla kaplıydı ve kendini bir o yana, bir bu yana atıyordu. Annesi bir çarşafla kanı durdurmaya çalışıyordu.” “Fatma Hanım’ın burada ne işi vardı?” “Hanımefendi, gece ben uyurken içeriye girmiş olacak.” “Von Schlesser’in talimatı çok açık” dedi Edib yavaşça. “Selime’nin mutlak bir sükûnete ihtiyacı var.” “Beni affedin beyefendi, ama böyle saçma bir şey duymadığımı söylemek istiyorum. Hastanın, çevresinde sevenlerinin bulunmasına ihtiyacı vardır. Hastayı tek başına acı çekmeye terk etmek insaniyete sığmaz bir şey.” “Doktorun emirlerine uyulmazsa, Selime asla iyileşemez. Padişahımız efendimiz bile, onun emirlerine aynen uyuyor.” Arziye kafasını salladı. Padişah, Allanın yeryüzündeki gölgesi bile gâvurların bilgeliğine kulak vermeye başlamışsa, daha neler olacaktı kim bilir? “Niye hiç kimse ilacını vermedi? Yatağın başucunda duruyor.” “Etiketleri okuyamıyoruz beyefendi.

” “Ama çok basit, geceleri ve sabahları birer hap ile sarı sıvıdan bir kaşık verilecek, hepsi o” derken, ellerini çaresizlikle yana açmıştı. Belki de Arziye sandığı kadar güvenilir bir bakıcı değildi; doktorun emirlerini şimdiye kadar en azından üç kere tekrarlamıştı ona. “Büyükhanım bu tedavi konusunda endişeli.” “Her gece burada kalıp doktorun emirlerinin uygulandığından emin olmam mı gere…” Edib’in gözü pencereye takıldı. “Bu da ne?” “Tütsü” diye mırıldandı Arziye. Yatağa doğru eğildi, ansızın büyük bir özenle yatak örtülerini düzeltmekle meşgul olmaya başladı. “Burada ne işi var? Havasızlıktan boğulmadan evvel, derhal dışarı çıkar onu.” “Derhal beyefendi” dedi Arziye çabucak, daha başka soru sormaması umuduyla. Doktorun akşam ziyareti biter bitmez, falcı Peyker’i gizlice hareme sokmuşlardı; Peyker, kötülüğün varlığını sezerek harekete geçmiş, karanlık ruhların çevrede olduğu konusunda herkesi ikaz etmişti. “Bunun tekrarını önlersen sana minnettar olurum.” Edib, kâhya kadının bunun ardında kimin olduğunu bildiğinden emindi, ama haremin kadınlarından dolambaçsız bir yanıt alma umudunu çoktan kesmişti. “Dünya değişti, Arziye, kaçınılmaz olanı kabul etmek ve kendi iyiliğimiz için değişmeye hazır olmak zorundayız.” “Nasıl isterseniz, beyefendi.” Kendi kendine, değişmekmiş, hıh, diye mırıldandı. Gâvurların ilmi yaşamımızı istilâ ederse, gideceğimiz tekyer cehennem olur.

Edib, karısını incitmemek için büyük bir dikkat göstererek onun yanına uzanmadan evvel, ayak seslerinin uzaklaşmasını bekledi. Selime’nin böylesine zayıf düşmesi ne kadar korkunçtu. Bu hastalık bütün ailesinde vardı, yakalanmadan önce defalarca kendi kaderinin de bu hastalığa yakalanmak olduğunu söylemişti kocasına. Đlk başlarda Edib hurafeden ibaret olarak gördüğü bu öngörülerine hiç kulak vermemişti, ama hastalık baş gösterince o da korkmaya başladı. Kendisiyle birlikte Yıl-dız’da kalması için karısını ikna etmeye çalıştıysa da, nafileydi. Yıldız’da kalsaydı, Alman doktor onu kesintisiz olarak tedavi edebilirdi, ama karısı bunu reddederek, anne babasının yanında, doğup büyüdüğü konakta kalmayı tercih etmişti. Edib, hipnoz altındaymışcasına, onun vücuduna doğru yaklaştı. Cılız soluklarını işitebilecek kadar yakınındaydı şimdi. Teninin o bildik kokusu, Edib’i gözyaşlarına boğdu. Yanağını okşadı, sonra elini yavaşça boynuna doğru indirdi. Ansızın parmaklarının ucu, yatak örtüsünün gizlediği madeni bir cisme takıldı. Merakla yatak örtüsünün kenarını kaldırdı. Selime’nin boynunun kavsinde, zümrütlerle süslü bir pandantif duruyordu. Soluğu kesildi, bu gerdanlık muhteşem bir şeydi. Bunun bir aile yadigârı olup olmadığını merak etti.

Ama eğer öyleyse, neden daha önce hiç görmemişti? Eliyle karısının ensesine uzandı ve zinciri açtı. Dr. von Schlesser’in o gün daha geç saatlerde gelmesi bekleniyordu ve onun muayenesine müdahale etmek istendiği kesindi. Edib, pandantifi bir kol boyu mesafede tutarak pencereye doğru yürüdü ve pancurlardan birini açtı. Gün ışığı odaya doldu. Pencerenin yanındaki mindere oturdu, madalyonu bir o yana, bir bu yana sallamaya başladı. Padişahlara lâyık bir mücevherdi bu. Çok geçmeden merakı galib geldi, pandantifin sağını solunu kurcalamaya başladı. Nereden çıkmıştı bu madalyon, onu karısının boynuna kim takmıştı? Edib, yumurta şeklinde bir zümrüdün altına zekice gizlenmiş bir düğmeyi fark etti. Başparmağıyla onu açınca, pandantif avcuna düştü, içinde, altın ipliklerle yapılmış ızgaraya sıkıştırılmış halde, kurutulmuş bir gül ile genç bir erkeğin minyatürü vardı. Büyük bir şaşkınlıkla irkildi: Bu adam, Ali Şamil’di; yüzü şimdikinden daha genç ve daha dolgun olsa da, onu derhal tanımıştı. Şaşkın bir halde, pandantif kapattı. Edib, kollarını göğsünde kavuşturup, ileri geri sallanmaya başladı; bedeni acıyla ürperiyordu. Yatağın altında saklanan Halide’ye, babasının hıçkırıklarının sesi saatlerce sürmüş gibi geldi. Onun kucağında oturup sarılmak istedi, tıpkı annesinin 1 n iyi olduğu zamanlardaki gibi; ama artık o günler geçmişti ve öpücüklerinin babasını artık yatıştıramayacağım hissediyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Eh iyi sallamış