Francois Olivier Rousseau – Aşkın Büyüsü

“Kaderin bir cilvesi sonucu önce ben dünyaya geldim. İkimizin içinde, silik kalan hep bendim… BazılarO ilhamın parlak ışıkları içinde, kaynağını ele vermeyen \ inanların kılavuzluğunda, yalnız başlarına ilerlemek f için yaratılmışlardır; bazılarıysa onları izlemek için, yir- ; mi adım geriden ve karanlıkta gizlenerek. “Oldum olası gurur kaynağıydın. Evde olağanüstü bir yerin vardı… Babam, annem, hizmetçiler hepsi de, o farklı yaradılışının gereklerini yerine getirmek için karşında iki büklüm olurlardı. Bir deha olduğun, daha okuldayken arkadaşlarının arasında ağızdan ağıza dolaşmaya başlamıştı bile. İnsan ne farkına varmaksızın seni görüp geçebilirdi, ne de seni sevmeksizin senin farkına varabilirdi…” Paul de Musset konuşmasını kesmek zorunda kaldı. İri bir damla yaş yanağından süzülüyordu. Sabırsız bir hareketle elini kaldırıp tıpkı bir böceği ezercesine hoyratça yanağını sildi. Tam o sırada’, topluluğun içinden, teni ve yüz hatlarıyla biraz Karayiplilere benzeyen irice bir adam masmavi gökyüzüne bakarak mırıldandı: “Mayısta ölmek, tam da şairlere yaraşır bir incelik!” Bu sesli düşünce yakındaki birkaç kişinin dönüp bakmasına neden olunca Dumas sözlerini sürdürdü: “Mezarların arasındaki yollardan uzanan yeşil dallar yüzünden mezartaşları görünmüyor; mezarlık değil park sanki…” Parkta hayli kalabalıklar; sayıları sanıldığından çok. daha fazla. Çünkü aslında gömülen, unutulmuş bir şair; coşkun yüreğiyle yaşamın vasatlığı içinde mahvolan, 9 sonra da sahte akademik başarılarla canlı canlı tahnit edilen bir yüzyıl çocuğu… Lüle lüle kır saçları redingotunun yakasına kadar inen ellilik bir adam, saygı duruşunda bulunan topluluğa şöyle bir bakıyor ve Dumas’ya doğru eğilerek Sain-te-Beuve’ün, Merimee’nin ve hatta bohem serbestlikten tiksindiği ve askeri katılıktan yana olduğu bilinen Vigny’nin de orada olduklarını işaret ediyor. Ayrıca, 1830’dan beri ‘küçük Sandeau’ olarak anılan ve şimdi kırk altı yaşına merdiven dayamış kişi de orada. Ortada dolaşmasına izin verilmediğinden, sürgün edildiği Jersey’de adını iyice efsaneleştiren Hugo’ya gelince; o da bunun gibi bir törenin, en azından kendisini temsil edecek biri olmadan gerçekte anlam taşımayacağını bildiğinden, oğlu Charles’ı kendi adına oraya gitmekle görevlendirmiş. Kır saçlı adam, Hernani Savaşı’nın emektar askerlerini bir bir sayıp döktükten sonra kanısını belirtiyor: “Yaşarken çoktan ölmüş birine hoşça kal demek için fazla kalabalığız doğrusu.” Dumas başını-,sallıyor ve ona şu karşılığı veriyor: “Bu sizi şaşırtmasın, Delacroix, burada gömülen romantizm, yani biraz hepimiziz!” Şairin ailesi mezarı başında toplanmış.


Ufak tefek bir ihtiyar olan anne Edmee de Musset’nin, yas kıyafetleri içinde yaşını kestirmek kolay değil; kadının kırılgan görüntüsü, büyük acıların keskinleştirdiği doğasını olduğundan farklı gösteriyor. Yanı başında oğlu Paul duruyor; ve bu zavallı çocuk için biraz cüretkâr bir değerlendirme yapılacak olursa, bedbahtlığının başlıca sebebinin tam da mezarlıkta bulunduğu söylenebilir… En çok sevilen oğlanın anısına kasvetli bir övgü konuşması yapmak, hayatta kalan evlada düşmüştü. Paul de Musset, bir kâğıt parçasının üzerine karaladığı birkaç cümleyi okumaya başlıyor; bunlar Alfred’in bir şiirinden alınma dizeler: 10 Aziz dostlarım ben öldüğümde Mezarıma bir söğüt ağacı dikilsin Severim yaprak yüklü o hüzünlü dalları Solgunluk bana dingin ve kıymetli bir eş gibi gelir Ve uyuyacağım yerin üstünde İnce uzun gölgesi gezinir… Şairin isteğine saygı gösterilmiş, mezarlığın bahçıvanlarından birisi, içine yatık olarak küçük bir ağacın konulduğu bir el arabasını ite ite oraya doğru yaklaşmaya başlamıştı. O sırada üzüntüsünden kahrolan Paul de Musset, söylevini tamamlamakta güçlük çekiyordu. Genelde soğuk ve gösteriş meraklısı olan bu adam, o anda, bastırılmış hıçkırıkların titrettiği bir sesle konuşmasını bitirmeye çalıştı: “Seni seven bizler, gençlik dizelerinde ölümsüzleşen bu dileğini yerine getirmek istedik, saygı ve sevgiyle…” Bahçıvan, çukurun başına söğüdü dikti. Çoktan porsumuş dalları yerleri süpüren bu cılız ağaççık öyle açması ve gülünç bir görüntü sergiliyordu ki, orada bulunan pek çok insan rahatsızlık duyarak bakışlarını başka yöne çevirdi. Tam o sırada Paul de Musset, ansızın, abartılı bir edayla yeniden başladı: – Yerinde rahat uyu yüce şair… ey büyük insan… Ardından, kafasını ayaklarının dibinde açılmış çukura doğru uzatıp bu kez epey alçak bir sesle ekledi: – Rahat uyu küçük kardeş… Mezarcılar tabutu çukura indirmek için dört bir yanını iplerle sarmışlardı. Paul de Musset artık gözyaşlarını tutamıyordu. Erkek kardeşine beslediği sevgi, tüm yaşamı boyunca, pek de masum sayılmayacak duygularla lekelenmişti hep. Alfred’e olan hayranlığı, kıskançlıkla karışmış, için için duyduğu kör bir hınç ona yüreğini açmasına engel olmuş ve hemen her zaman öfkesi sevecen- 11 ligine baskın gelmişti. Ancak, ölümün, fani rekabetlere ve anlamsız kıskançlıklara son verdiği şu andan sonra, yaşamının geri kalanını şairin anısını yüceltmekle geçirecekti. Bu uğurda ona canı gönülden destek çıkacak, en az onun kadar tutkulu bir ortağı daha vardı. Bu kişi Alf-red’in kısa süreli bir gönül ilişkisi yaşadığı, eşsiz güzellikte birkaç mektup yazarak adını gelecek kuşaklara armağan ettiği şu meşhur Matmazel d’Alton-Shee’den başkası değildi; yani Bayan Paul de Musset’den. Paııl’ün erkek kardeşinin, onun eski bir metresiyle evlendiğini görüp şaşıranlar, bundan hiçbir şey anlamamışlardı: Paul bu kadını sevmişti, çünkü o bir zamanlar Alfred’in sevdiği kadındı; hepsi bu. Romanlarda kullanılamayacak kadar yapmacıktır Bayan de Musset’nin adı, başa gelecek bir yazgıyı ya da en azından duyulacak bir gönül eğilimini sanki önceden haber verir gibidir: Ai-mee… Sevilen… Ama onun hoş bir tesadüf eseri adı buydu.

Tam tabutun çukura indirildiği sırada bir kadın belirdi. Geç kalmış, kalabalıktan birkaç metre uzakta, geri planda durmayı yeğlemiş, buna karşın pek çok kişi onun orada olduğunu çoktan fark etmişti. Delacroix, Sain-te-Beuve’e fısıldadı: – Bakm, George gelmiş… Kederinden perişan bir halde olan Paul de Musset George Sand’i görmemişti. Ayrıca, o anda meydana gelen iğrenç bir olay, gösterebileceği azıcık dikkati de tamamen kendi üstüne çekmişti. Mezarlık görevlisi, tabutu çukura indirmeden önce Paul’ün ayaklarının dibine çömelmiş, elindeki tornavidayla tabutun gümüş kulplarını sökmeye uğraşıyor; bir yandan da söylenerek bunların masraflara dahil olmadığını iddia ediyordu. Buna karşılık anne Bayan de Musset, oğlu Alfred’in felaketine sebep olan bu kadını daha görür görmez tanımıştı. Ömürlerinde topu topu bir kez yüz yüze gelmişler- 12 di, o da yirmi beş yıl önce bir faytonun loş karanlığında… Ama tıpkı aşk gibi, nefretin de, bir çehreyi insanın belleğine nakış gibi işlediği bir gerçekti. İki kadın açık mezarın üzerinden birbirlerini tepeden tırnağa süzüyorlardı. Bayan de Musset, dimdik gözlerinin içine bakan bu gözlerde kinine karşılık bir kin ya da en azından bir parça meydan okuma görmeyi yeğlerdi… Ama hayır; Bayan de Musset, kadının bakışlarında derin üzüntüden başka bir şey okuyamamaktan ötürü allak bullak olmuştu. Aralarında bu denli büyük, bir duygusal patlama yaşanırken, her ikisinin de ağlamıyor olması şaşkınlık vericiydi; o anda ortak bir noktaları vardı yine de: Toprağa verilen bu adam yaşamlarının en değerli yıllarını simgeliyordu. ‘Küçük Sandeau’, bu sessiz hesaplaşmayı dikkatle izledi. Duyguların şiddetliliği ve zaman içinde körelme-yişi onun için hayran olunacak niteliklerdi; çünkü Sandeau kendisinin bu konuda ne beceriksiz olduğunun farkındaydı. Bugün burada Alfred’in cenazesinde bulunmasının nedeni dostluk değildi; birbirlerini iyi tanıdıkları bile söylenemezdi. Neden, romantik bir dayanışma duygusu da değildi. Sandeau’da bukleleri dışında romantizmi çağrıştıran hiçbir şey yoktu.

Başyapıtı olduğu söylenen Mademoiselle de la Segliere de, zaten Paul Bour-get’nin psiko-sosyolojik dramlarının üstü kapalı olarak baş gösterdiği, yüksek tabakadaki sınıf çatışmalarının anlatıldığı, biraz yapmacık bir hikâyedir. Buna karşın yüce edebiyat Jules Sandeau’nun, iradesi dışında yaptığı bir katkıdan ötürü ona yine de minnettardır: Bir zamanlar arkadaşı Balzac’a, Lucien de Rubempre karakterini esinlemiş olan Sandeau’dur. Ama Sandeau vasat tutkularından birkaçım gerçekleştirmek uğruna yaşarken, Rubempre bulunduğu hapishanede intihar etmiştir. Sandeau Musset’nin cenaze töreninde bulunmakla, orada, kısa bir süredir üyesi olduğu dillere destan birliği temsil etme şerefine erişeceğini umuyordu; bu onun için 13 üzeri işlemeli ^ frakını, kılıcını ve çift köşeli şapkasını gösterme fırsatı olacaktı. Ama sonuçta kıdemli olmasından ötürü bu şerefe Vigny erişmişti. – Göreceksiniz, dedi Sandeau yanındaki kadına George Sand’i işaret ederek, birazdan yanımızdan geçecek ve bana selam vermeyecek. Genç kadın ona dönüp soran bakışlarla yüzüne baktı: – Bunca yıldan sonra birbirinize hâlâ dargın mısınız yoksa? – Dargınlıktan da öte bir şey, diye düzeltti Sandeau, doğrusunu söylemek gerekirse bırakın selam vermeyi, yüzümü görmek bile istemiyor… Dememiş miydim! Siyahlara bürünmüş bir kadın yanlarından gölge gibi geçmiş, mezarların arasından ustaca sıvışıp anayola doğru koşar adımlarla uzaklaşmıştı. Sandeau gözden kayboluncaya kadar kadının arkasından baktı. – Her şey bir yana, birlikte adına mutluluk denecek şeyler yaşadık, diye iç geçirdi Sandeau, ama o bunları hatırlamak istemeyecek denli gururlu biri. Oysa haksızlık ediyor; şu yaşta, onun da benim de mutlu hatıralara tutunmamızda yarar var. Onunla ilk kez Châtre’da karşılaştık, babamın arkadaşları olan ev sahiplerimiz son derece hatırı sayılır, aynı zamanda berbat insanlardı; orada akşam yemeğinden sonra müzik çalınır ve yazı denetleme kurulundan çıkan son yazılar üzerine yorumlar yapılırdı. O zamanlar on dokuz yaşındaydım, ben de herkes gibi şairdim ve o kasvetli salonda canım sıkılıyordu. Derken onu gördüm; kocası Baron Dudevant’m kolunda içeri giriyordu. Onun da canı sıkılıyordu, bunu bir bakışta anladım. Ne evlilik ne de anne olmak onu oyalamaya yetmemişti; hayatta sevdiği tek şey avlanmak olan o herifin yanında kendini taşra yaşamının içine hapsolmuş 14 hissediyordu.

Birlikte romanlardan konuştuk; onun okuduklarından, benim yazmayı istediklerimden; beni kendisini ziyaret etmem için Nohant’a davet etti. O yaz sık sık oraya kadar uzandım. Bazen atla gezmek için öğleden sonra gittiğim olurdu; beni yemeğe alı-koyarlardı, ardından yarasalı terasa çıkıp serinlikte bir süre daha çene çalardık. Burası, bir önceki yaz yapılan hayvan kırımının anısına yarasalı teras olarak adlandırılmıştı. Baron ve arkadaşları, hızla üreyip çoğalan ve duvar kaplamalarının kıvrımları arasında sıkışıp kalan bu memelilerin kökünü kazımak için fenerleri toplamış ve bir atış yarışması düzenlemişlerdi… Bu marifetlere tanık olan ufaklıklar, Maurice ve Solange, yıllar sonra bile hâlâ kâbuslarında bu olayı sayıklamışlardır. Saat on bir dedi mi ben izin isteyerek kalkardım. Küçük Dudevantların bakıcısı olan Boucoiran, eline bir fener alır ve beni atımı bırakmış olduğum ahırlara kadar geçirirdi. Boucoiran beni sevmezdi, bunu gayet iyi biliyordum. Edebiyat konusunda uzman geçinirdi; No-hant Şatosu’nun sahibesine olan aşkından için için yanıp tutuşuyordu, ama bu ateşi dışa vurmaya bir türlü cesaret edemiyordu. Yayınlanan ilk kitaplarımdan elde ettiğim başarılar ve bu sayede kadınlardan gördüğüm ilgiyle, ben onun sahip olmayı düşleyebileceği her şeye sahiptim. İyi niyetle, bunu itiraf etmesinin bana dokunacağını, biraz sakar, biraz renksiz, üstelik akranım olmasına karşın beni kendisiyle dostluk kurmaya iteceğini düşünmüştü belki de; ama, evin sahibesine duyduğu aşkın hayal kırıklığından kaynaklanan üzüntüyle karışık öfkesini asaletle gizlemeyi yeğliyor, içi kan ağlayarak da olsa, bana kafasında tasarlamakta olduğa o olağanüstü eserden söz ediyordu. Ben de öcümü almak için onu elinde feneriyle tıpkı bir uşak gibi iki adım önümden yürütmeye özen gösteriyordum. Aradan beş dakika geçtikten sonra atımı bir ağacın gövdesine bağlar ve karanlık çimenlikten geçerek şatoya geri gelirdim. 15 Merdiven, pencerenin pervazına dayanmış, beni bekliyor olurdu. Bu merdiven gözüme her şeyden önce masallara ya da efsanelere özgü bir düş nesnesi gibi gözükür; kaçak sevdalıları birbirlerine kavuşturacak olan basamakları, sonsuz mutluluk içinde adım adım kendinden geçişin evrelerini simgelerdi.

Ama yine de dış cepheden aşağıya doğru inen bir su oluğunun ve karman çor-man sarmaşıkların da çok işe yaradıklarını söylemeliyim… Genellikle ona kavuşmamdan çok kısa bir süre sonra merdivenlerde Baron’un ayak seslerini işitirdim. Karısının odasının önünde bir an durup bekler, ardından kapının arkasından, “Mumunu söndür artık Aurore, vakit epey geç oldu…” diye bağırırdı. Aurore da biraz yapmacık bir sesle ona cevap verirdi: “Öyle yaptım, sevgilim!.” Mumu birlikte üfleyip söndürürdük. Birbirimizi işte o yaz sevdik. İlhamlarımızı birleştirip bir de kitap yazdık ve yazarının adına Jules Sand dedik. Bir ya da iki kez, tanyeri ağarırken ondan ayrıldığım sırada, ava gitmeye hazırlanan Baron’un beni fark etmesinden korkmuştum. Hatta bir gün, merdivenin dibinde beni suçüstü yakalayıverdi. Her şey bir yana, bu, düpedüz ölümle düello yapmaya eşdeğerdi. Ne var ki o, durumun çok açık olmasına karşın, beni görmezlikten gelmişti. Arkama dönüp bakmaya cesaret edemiyor, olayı bu kadar ucuz atlatmış olduğuma afallamış bir halde oradan uzaklaşıyordum ki arkamdan bana seslendiğini işittim: “Bay Sandeau, bir dahaki sefere merdiveni dayarken en azından çiçeklerimi ezmemeye özen gösterin!.” Onun gibi bir kadını kendine bağlamak için sahip olması gereken parlak niteliklerden yoksun bulunan Casimir Dudevant’ın soğuk ve ruhsuz biri olduğunu kabul etmek gerekiyordu… 16 Hayatta bir araya gelemeyecek iki insanı tutup ev-lendirmişlerdi. Burjuvazinin olanca görkemiyle Eski Re-jim’in koltuklarına yerleştiği 19. yüzyılın o ilk günlerinde toplumun iki sınıfı arasında doğmanın cezasını çekmek de kaçınılmazdı. Ama bu ayrıksı durum, Aurore ve Casimir’in ortak yazgıları olmuş ve onları sağlıksız birlikteliklere sürüklemişti.

Bir aşçıyla bir baronun oğlu olan Casimir, ikinci evliliğini Polonya krallarının ve Change Köprüsü kuşbazının soyundan gelme bir kadınla yapmıştı. Çevrelerindeki insanlar, her iki tarafın sosyal eksikliklerinin birbirini dengelemesinin, sağlam bir ilişkinin temellerini atabileceğini düşünmüşlerdi. Ya da en azından, bu ikisi, tartışmalar sırasında ailelerini birbirlerinin başlarına kakmazlardı. Ama bu tür bir beklenti içinde olmak, kişinin, karşısındaki insanın iyi niyetine haddinden fazla güvenmesi anlamına geliyordu ne yazık ki. Çünkü ilişkileri kötüye gitmeye başladı başlayalı Aurore ile Casimir’in aile kavgalarının başka bir konusu yoktu artık. Aurore kocasının kaba sa-balığına verip veriştirip onu mutfakta yetiştiği için böyle olmakla suçlarken; Casimir de, kendi hesabına, karısının italyan ordusunun askerlerini gözleyen hafifmeşrep annesine yüklenip duruyordu… Ayrılmalarının sorumlusu ben olabilir miydim? Sanmıyorum. Olsa olsa bunu çabuklaştırmışımdır. O yazın sonunda Aurore’a, veda edip Berry’den ayrılırken, daha sonra Paris’te benimle buluşacağını söyledi… Ona hiçbir şey sormamıştım… Aşkın Büyüsü II 1832 Nohant Şatosu’nun salonunda bir adam sinirli adımlarla bir aşağı bir yukarı yürüyordu; derken tehditkâr bakışlarına aldırmadan dimdik gözlerinin içine bakan genç bir kadının önünde durdu. Ama aklından geçeni yapmaktan vazgeçmiş gibi, içki kadehlerinin dizili olduğu küçük yuvarlak masaya yöneldi. Elindeki kadehi yeniden doldurup bir dikişte içti. Hemen ardından kadehi biraz göstermelik bir öfkeyle şöminenin mermer dikmesine fırlattı; kadeh çarpmanın etkisiyle tuz buz olmuştu. Bu manzaraya tanık olan, korku içindeki zavallı noter yardımcısı için gördükleri son derece üzüntü vericiydi. – Sayın Baron, diye savunmaya yeltendi adamcağız, mantıklı olun; sırf Narbonne’daki malikânenizden yılda on iki bin papel geliriniz var, bunun yanında eşiniz hanımefendi, Paris’te yaşayabilmek için sizden aylık iki yüz elli frank istemiş çok mu? – Orada âşığıyla birlikte yaşamak için, diye gök gibi gürledi Casimir Dudevant, gözü dönmüş bir halde yeniden dolanmaya başlamıştı. Boynuzlanmayı pekâlâ kabullenebilirim, ama üstüne bir de para vermek istemem doğrusu! Evlendiğimde altmış bin franklık bir çeyiz param vardı; bugünse geneleve gitmek için yüz papel dilenecek hale düştüm. Karımın zirzoplukları beni perişan etti! Aurore tek kelime etmeden ona bakıyordu.

Sarsılmaz görünmek istiyor, içindeki korkuyu bastırmaya ya da en azından belli etmemeye çabalıyordu. Kocasının şiddet göstermeye ne denli yatkın olduğunu ve bu derece öfkeliyken üçüncü bir kişinin orada bulunmasının da 18 onu durdurmaya yetmeyeceğini biliyordu. ‘Noteri çağırmakla hata ettim,’ diye geçirdi içinden, ‘yalnızken ona daha iyi söz geçirir ve yola gelmesini sağlayabilirdim. Ele güne karşı soytarılık etmekten kendini alamıyor bir türlü.’

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir