Paul Demont, François Georgeon – Bir Imparatorluğun Ölümü

Niyazi Bey’in yandaşlanyla dağa çıktığı günden beri Makedonya’da karışıklık durmamış, artmıştı. III. Ordu’nun öteki genç subayları, bu arada Hilmi Paşa’nm kurmay başkanlığına bağlı Binbaşı Enver Bey de onun örneğini izlemişlerdi. Bu ayaklanma eylemlerinin çoğalması, bu sözdinlemezlik hareketinin başına geçmeye götürüyordu İttihat ve Terakki’yi. Elindeki hafiye şebekesiyle söz konusu gelişmelerden haberdar olan Abdülhamit, gizli polisini harekete geçiriyor, soruşturma heyetleri yolluyordu; ne var ki, İttihat ve Terakki Komitesi, sultanın ajanlarının maskelerini çabucak indiriyor ve safdışı ediyordu. 1908 Temmuzu’nun başlarında, Saray’ın adamlarına karşı öldürmeler artınca, Abdülhamit, gitgide açıkça bir başkaldırıya dönüşen hareketi bastırmak amacıyla, bir ordu göndermeye karar verdi: Ayın ortalarına doğru, Anadolu’dan Makedonya’ya 18.000 asker yollandı. Ne var ki, ayaklanmayı bastıracak yerde, onunla birleşti gönderilenler. Devrimin dönüm noktası oldu bu: O tarihe değin, Jön Türk subayların ayaklanması, uzun yıllardan beri çetelerin eline düşmüş bir Makedonya için hemen hemen sıradan bir olaydı. Anadolulu askerlerin kopup ayrılmaları ise, durumun, Saray’ın denetiminden bütünüyle çıktığı anlammaydı artık. 20 ve 23 Temmuz günleri arasında, İttihat ve Terakki Komitesi’nin çekip çevirdiği subayların ve Müslüman halktan sivil insanların önayak oldukları ayaklanmalar görüldü Manastır’da, Serez’de, Üsküp’te, Firzovik’de. Anayasanın yeniden yürürlüğe konmasını isteyen bir telgraf yağmuru boşandı Yıldız’m üstüne; bu olurken, ordu da, sultanın uymaması halinde, İstanbul’a yürüyeceği tehdidinde bulunuyordu. Aslında, 23 Temmuz’da, Manastır’da ve Makedonya’nın öteki birçok kentinde anayasa kendiliğinden ilan edilmişti. Komite, 27 Temmuz günü, Makedonya’nın başkenti Selanik’te harekete geçmeyi öngörmüştü, ne var ki, Abdülhamit hazırlıksız yakaladı onu. Sultan, ayaklananlara karşı artık hiçbir olanağa sahip olmadığından, uzlaşmaya karar verdi onlarla.


22 Temmuz’da, Sait Paşa’yı sadrazam olarak atıyor ve ertesi günü de, 1876 Anayasası’nı imparatorlukta yeniden yürürlüğe koyduğunu belirten bir irade yayımlıyordu; yakında seçimlere gidileceğini ve parlamentonun toplantıya çağrılacağını da haber veriyordu. Otuz yıldan beri toplanmamış bir parlamento idi bu! 24 Temmuz’da, İstanbul ve imparatorluğun büyük kentleri, Abdülhamit despotluğunun sona erdiğini öğreniyordu sevinç içinde. Yollarda,- çarpıcı sahneler görülüyor6 du; bütün cemaatlardan insanlar, Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar, Türkler, Arnavutlar birbirlerini kutluyor ve sarmaş dolaş oluyorlardı. Kimi Arap kentleri gibi, coşkunun görülmediği yerlerde, komitenin görevlileri, sevinç gösterilerine yol açmak için çabalıyorlardı. Bütün umutlar gerçekleşebilir görünüyordu; “Hasta adamı iyileştirdik” diyecektir Enver Bey. Yeni bir seher doğuyordu anayasanın geri gelişiyle! Böylece Jön Türkler, bir yirmi yıla yakındır saplantısı oldukları bir düşüncenin, Osmanlı Devleti’nin yeniden anayasalı bir devlet olması düşüncesinin gerçekleştiğini görüyorlardı. Savaş vermeden, şiddete başvurmadan, sıradan bir müdahale tehdidiyle elde ettikleri zaferin çabukluğu, isteklerine Abdülhamit’in kolayca uyması, hazırlıksız yakalamıştı onları. Aralarında en tutucu olanlar, programın esası gerçekleştiğine göre komitenin dağılması gerektiğini düşünüyordu. Ne var ki çoğunluk, siyasal eylemin sürdürülmesi yolunu seçti. Ne yapacaklardı bu ansızın kazandıkları zaferle Jön Türkler? Anayasayı yeniden yürürlüğe soktuğu için, sultan, halkın muhabbetini yeniden kazanmıştı ve artık onu safdışı etmek mümkün değildi pek. Öte yandan, başkaldıranlann saflarında, siyasal deneyimi olan hiçbir siyaset adamı yoktu. Avukat, gazeteci, memur ve müstahdem olarak çoğu küçük burjuvaziden gelen, büyük bölümü yüksekokullar7 dan gelse de yönetme sanatım bilmeyen bu insanlar, siyasal yaşam dünyasına karışma fırsatını elde edememişlerdi hiçbir zaman. Son olarak, İttihat ve Terakki Komitesi, Makedonya’da iyiden iyiye kök salmış olsa da, ağını Anadolu’ya yayamamıştı pek ve İstanbul’da sağlam bir örgüt yoktu elinde ve hareketin yöneticileri hemen hemen birer meçhul idiler orada. Osmanlı İmparatorluğu gibi geniş ve karmaşık bir devleti yönetmeye kalkmak olanaksızdı bu koşullarda. İktidardan gözü korkmuş darbeciler olarak, Jön Türkler, hiç olmazsa geçici bir süre, kurumlann dışında kalmaya mahkûmdular.

Böylece, 1908 Temmuzu’ndan sonra, aynı siyaset kadrosunun devletin kumanda mevkilerinde görülmesi şaşırtmamalı insanı. Daraltılmış yetkilerle yerinde kalan sultanın yanı sıra, sadrazamların hepsi de eski rejimin adamlarıdırlar: Sait Paşa, arkasından 1908 Ağustosu’nda birkaç aylığına hizmete gelen yaşlı Kâmil Paşa, Hüseyin Hilmi Paşa, Ahmet Tevfik Paşa vb. İdare de eski rejimin Osmanlı bürokratlarının elinde kalır. Siyaset ve idarede nöbet değiştirme, gitgide artan bir ölçüde ve yavaş yavaş olacaktır ancak. Öyle olunca, bir “Jön Türk Devrimi”nden söz edilebilir mi? Aslında, gerçek bir iktidar değişimi olmadan Makedonya’da, subayların ve İttihat ve Terakki Komitesi’nin yönlendirip başarıya ulaştırdıkları yasal olmayan bir şiddet ey8 lemiydi söz konusu olan daha çok. Bir devrimden çok, sosyal alanda gerçek bir programı olmayan insanların, daha şimdiden otuzunu aşmış bir metni yeniden canlandırmalarıydı bu. Ancak Fransız Devrimi nasıl Bastille’in almışından ibaret değilse, Türk Devrimi de 24 Temmuz’dan ibaret değildi sadece. Gerçekten, söz konusu Jön Türk eylemi, on yıldan fazla bir zamana yayılacak -derinliğine- bir dizi değişikliğin yolunu açıyordu. Hem daha şimdiden önemliydi değişiklikler. Sultanın, İzzet Paşa ya da Ebülhûda gibi, despotizmle en çok uzlaşmış yakınları kaçmıştı ya da içeri atılmıştı. Yıldız’daki “gizli eller”, dağıtılmış bulunuyordu. Gizli polis örgütüne son verilmiş ve hafiye şebekesi yok edilmişti. Bir genel af çıkarılmıştı 27 Temmuz günü: Keyfiliğin ve jurnalcılann kurbanlarından başka, adi suçlardan bir bin kadar mahkûm yararlanıyordu bundan. Yüzlerce siyasal mahkûm yurduna yuvasına dönüyordu ve Prens Sabahattin Bey gibi, kimi zaman pek büyük coşku gösterileriyle karşılanıyordu bunlar. Sansürden kurtulmuş gazeteler çoğalıyordu; kamuoyu, ülkenin siyasal yaşamına giriyordu.

Hava devrimciydi en azından! Ne var ki, sonbahar için öngörülen seçimlerle parlamentonun toplanmasını beklerken, kendini dayatan sorun şuydu: Kim yönetecekti? Saray zayıflamıştı. Anayasa üzerine ant içtikten sonra, Abdülhamit, bir gözlemci rolüne çekilmişti. Buna karşılık, Babıâli için, 1870’li yıllardan beri 9 yitirdiği yeri yeniden kazanma fırsatını kendisini veriyordu devrim. Saray’la komite arasında herhalde ortaya çıkacak anlaşmazlıkları ustaca oynayarak, sadrazam, iktidarını tekrar dayatmanın umudu içindeydi. Sırayla Sait Paşa ve Kâmil Paşa, bu kartı oynamaya kalkacaklardır. İttihat ve Terakki Komitesi’ne gelince, Merkez Komitesi (Merkez-i £/m«mf)aracılığıyla hareket ediyordu: Selanik’te kalıp gizliliğini sürdüren Merkez Komitesi ise, bir tür gizli baskı grubu durumundaydı; eyâletlere görevlilerini yolluyor; Talât, Rahmi, Cavit, Doktor Nâzım, Bahaettin Şakir ya da Ahmet Rıza Bey gibi, en gözde üyelerinden ikisini ya da üçünü, görüşünü bildirmek, hatta dayatmak için, sultanın ya da sadrazamın yanına gönderiyordu. Devrimden birkaç gün sonra, (içinde Talât, Cemal ve Cavit Beylerin de bulundukları) yedi kişilik bir komite, yeni rejimin yerleşmesine göz kulak olmak üzere başkente gelmişlerdi. Bu yeni rejim ise, siyasal, sosyal ve diplomatik bir dizi güçlüklerle karşılaşmakta gecikmeyecektir. Birkaç gün soma, Sait Paşa ile İttihatçılar arasında, bir siyasal bunalım patlak verdi önce. Anayasa, kabineyi bizzat kendisinin oluşturması hakkım veriyordu sadrazama; sonra da, sultamn iradesine sunması gerekiyordu sadrazamın bunu. Sait Paşa, komiteye daha iyi karşı çıkabilmek amacıyla, iki nazırlığın, Harbiye ve Bahriye nazırlıklarının seçimini sultana bıraktı. Pek büyük bir şey öne sürülmüştü kumarda: Orduyu denetleyecek olan, gücü hatırı sayılır 10 ölçüde genç subaylara dayanan Jön Türk hareketini de yola getirebilecekti aynı zamanda. Sait Paşa, güç denemesinde başarısızlığa uğradı ve görevden ayrılmak zorunda kaldı. Kâmil Paşa geçti yerine (6 Ağustos). Kâmil Paşa, imparatorluğu merkeziyetçi bir modern devlet haline getirmeyi öngören bir program önerdi ve Jön Türkler de uygun buldu bunu.

İttihat ve Terakki Komitesi, artık siyasal yaşama müdahale etmeyeceğini; anayasanın koruyucusu ve hakem rolü oynamakla yetineceğini açıkladı: Ülkenin üzerine haftalarca sürecek bir grev dalgası gelip çöktüğünde, 1908 Ağustosu’ndan başlayarak oynamaya çağrılacaktır bu rolü. Ne var ki, yeni rejim için en ağır olanı şu gelendi: 5 Ekim’de, Bulgaristan, sultanın otoritesini reddederek, bağımsızlığını ilan eder; ertesi gün, Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek’i kendisine kattığını açıklar ve Girit, Yunanistan’a bağlandığı kararım haber verir. İmrenilecek bir fırsattı bu: Yeni rejim, istikrarsızdı henüz; bir kez yerine oturunca da, bu topraklar üzerinde otoritesini sağlamlaştırmayı aramayacak mıydı? Söz konusu yerler, sözde de olsa Osmanlı İmparatorluğu’na bağlıydılar kuşkusuz ve bu statü büyük devletlerce güvence altına alınmıştı; ancak şimdi birden Osmanlı egemenliğinden çekilip çıkmıyorlar mıydı? Türkiye güçsüz ve tek başınaydı; büyük devletler de istedikleri gibi hareket ediyorlardı. Komite, Avusturya mallarına karşı bir boykotu gözalıcı biçimde yönlendirirken, si11 güvenoyu verilmedi kendisine ve Kâmil Paşa görevden ayrılmak zorunda kaldı. Sultan, onun yerine Hüseyin Hilmi Paşa’yı göreve çağırdı: Paşa, devrimden önce, Rumeli Genel Müfettişi idi ve Jön Türkler arasında olumlu bir şöhreti vardı. İttihat ve Terakki Komitesi için yeni bir zaferdi bu! Birkaç ay içinde, hoşnutsuzluk eksilmedi, arttı ve önce açıkça dinsel bir renge büründü. 1908 Ekimi’ndeki diplomatik bunalım, tam da ramazan ayında, dinsel duyarlığın en canlı olduğu bir sırada ortaya çıkmıştı (1). 7 Ekim’den başlayarak, Kör Ali adlı bir hocanın yönlendirdiği bir kalabalık, Saray’a gidip sultandan şeriatı geri getirmesini istedi. Jön Türklere karşı propaganda boşalıyordu. Şeyhülislam ile yüksek düzeyde ulema, başmdan beri rejimi desteklese de, dinsel kademenin -daha tutucu olan- aşağı sıralarında, imparatorluğun yeni felaketlerinden anayasa sorumlu tutuluyor; özgürlük ve eşitlik, yabancı, tehlikeli kavramlar olarak görülüyor; Jön Türklerden bilinen modern örfler horlanıp aşağılanıyordu. Eski yoldaşlarından daha da kopmuş olan Murat Bey, gazetesi Mizan ‘da, Müslüman olmayanlarla eşitliği ve kadının kurtuluşunu geleneklere zıt gösterip reddederek, dinsel tutkuları kışkırtıp ateşe yağ atıyordu. Softa ve dervişler olmak üzere, yalnız dinsel çevrelerde değil, bürokrasi ve ordu kadarıyla halk kitleleri arasında da gitgide daha fazla yandaş toplayan bir söylemdi bu! (1) Sina Aksin, Jön Türkler ve İttihat Terakki, 1987, s.93-94. 14 hemen hemen sadece başkentte örgütlenmişti; öyle olunca da, İttihatçıların hegemonyasını ciddi olarak tehdit edemezdi. Seçimler, iki dereceli dolaylı oyla yapıldı; oy hakkı da yirmi beş yaşından fazla olan erkeklere tanınmıştı yalnız.

Meclis’te, Rumlar için çok daha fazla bir temsil isteyen Ortodoks Patrikliği ve Rum cemaati ile bir uyuşmazlığa yol açtı seçimler. Aşağı yukarı her yerde, İttihat ve Terakki etiketi altında ortaya çıkmış olan adaylar seçildiler; liberallerin İstanbul’daki adayı sadrazamın kendisi bile, yenilgiye uğradı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir