Françoise Sagan – Günübirlik Acı

— Herhalde, uzun zamandan beri sigara içiyordunuz? — Kendimi bildim bileli ‘sigara içiyorum’, diye düzeltti Matthieu galibiyet içeren şimdiki zamanı kullanarak, ölümcül dahi olsa, kendisi için böylesine sürekli, böylesine lezzetli bir alışkanlık olan tütünü yadsımayı reddediyordu. Bu ufak tefek sevimsiz doktorun, kısa bir süre sonra öleceğini söylemesi zaten yeterince tatsızdı, üstüne üstlük, bunu daha önce olması gereken bir şeymiş gibi vurguluyordu. Matthieu şaşkınlığını bir yana bırakıp öncelikle, kötü haber verenlere karşı duyduğu öfkeyi bastırdı. Kısa bir süre sonra gerçekleşecek olan ölümü, yavaş yavaş, kabullenilebilir bir şey gibi görünmeye başlıyordu… Bu ruhsuz muayenehanenin tatsız ortamında bir şey vardı, yaşanan olayı, sokaktan yansıyan gürültü gibi sıradan ve kanıksanmış kılan bu ortam, belki de, o anda telaffuz edilen ‘kanser’ sözcüğünden bile daha fazla sıkıntı vericiydi. — Uzman doktorlara gidip tanıyı inceletmeniz gerekecek, tabii ki, dedi, ufak tefek doktor; bu doktor, Matthieu’nün güvendiği doktor Jouffroy’un yerine gelmişti ve geçenlerde Matthieu’yü çok eğlendiren hamsterin tıpatıp aynısıydı; yıllık sağlık kontrolünün sonuçlarını bu doktora göstermekle iyi etmemişti… -Tabii ki, diye söze başladı doktor yeniden, bu tarz tanıların doğrulatılması gerekir. İnsan, ne yazık ki sizin durumunuzda olsa bile… Elinde Matthieu’nun ciğer filmlerini -bu mermi-fotoğraflarını, bu ölüm tarotunun kartlarınısallıyor, ‘kanserimiz’ dediği şeyin kesinliğini, önemini, apaçıklığını saygılı bir dikkatle inceliyordu. Ah ama, hayır… Bu iç karartıcı hayranlığı hastasının da paylaşması gerçekten olanaksızdı, bunu anlayabilmeliydi! Matthieu, yaşamının en önemli haberini almak için niçin böyle bir soysuza düşmüştü? “İşte sonunda ölüyorum! Altı ay sonra ölmüş olacağım, artık hayatta olmayacağım,” deyip duruyordu kendi kendine sürekli olarak. Hiçbir şey hissetmediği için şaşırıyor ve açık bir yaranın çevresindeki acımayan yerlere dokunur gibi, kuşku ve korkuyla aynı sözleri yineliyordu içinden. “Altı ay sonra, her şey bitecek! Artık hiçbir şey hissetmeyeceğim! Ben, Matthieu, artık yaşamayacağım!.” Ve aniden, ölümün gerçekliği bir darbe gibi indi ve çok belirgin olarak anımsadığı bir anının şiddetiyle iskemlesinde iki büklüm oluverdi. İki ya da üç yıl önce, bir öğleden sonra, Evry’deki at yarışlarındaydı, önünden atlar geçiyordu, atlara bakmadan yapması gereken işleri düşünüyordu: O sırada, yapması gereken işleri aklından silip atan korkunç bir şey oldu, bir şey alnını yalayıp geçti, o anda kafasını geriye attı. Alnına değip geçen şey bir atın çiftesiydi – birkaç milimetreyle çifteden kurtulmuştu. Toynak, nal ve kıldan oluşmuş bu ölümcül nesnenin gözlerinin önüne kadar yükseldiğini, sonra alçaldığını görmüştü. Kendini toparlaması, titremesinin kesilmesi, bu büyük sıkıntıyı üzerinden atması için epeyce bir zaman gerekmişti.


Şu sırada konulan tanının kapsamını kavramasını sağlayan da ‘bu olaydı’: Şimdi de ölümcül çifteden kurtulmak için yaptığı gibi geri çekilmek, başını arkaya atmak istiyordu. Ama bu kez, bunu beceremiyordu. Bunu başaramayacaktı. Sararmış olmalıydı, çünkü hamster -kesinlikle bir hamstere benziyordu-, sadist bir memnuniyetle gözleri parlayarak ona doğru eğilmişti. O sırada, Matthieu’nün kalbi yeniden atmaya başlamış, soluk alıp verişleri normale dönmüştü. Ölümü hissettiği bu ikinci darbenin yarattığı korku azalıyordu, ama ölümün dehşetiyle burun buruna gelmişti, bunun düşüncesine bile katlanmak zordu. Ve bu dehşetle şaşakalmıştı. Nihayet, çevresindeki insanlarda gözlemlediği o inkâr edilmiş gerçekleri, o yalanları kavrayabiliyordu. Can çekişen inançlılar. Bir yığın tasarıları olan tutuklular… Ölümün ‘düşüncesine’ bile katlanılmazdı, işte o kadar! Ama kısa bir süre içinde, yarın ya da yarından sonraki gün, apaçık maruz kaldığı ölümü yadsıyacağını biliyordu, kuşkusuz onu yok sayacak bir yol bulacaktı. — Kendinizi kötü mü hissediyorsunuz? Belki de benim hoyrat olduğumu düşünüyorsunuz? Ama ben hastalarına gerçeği söyleyen doktorlar grubundanım… yetişkin hastalara. Üstelik de bu doktor onun yetişkin olduğunu sanıyordu! Onu… tek isteği on bir yaşına geri dönüp ne yazık ki uzun zaman önce ölmüş olan annesiyle babasına koşup yardım istemek olan Matthieu’yü bir yetişkin olarak kabul ediyordu… Onlar, yalnız onlar onu güldürebilir, bu- yargının saçmalığıyla dalga geçer, onu rahatlatırlardı. Yalnızca onlar, dengesini bulmasını sağlayabilir ve onu sakinleştirerek, sonsuza kadar sürecek delikanlılığının odasına uyumaya gönderebilirlerdi. Daha sonra Matthieu, ölmüş annesiyle “babasını, hep yanında olan kadınlarından daha fazla düşündüğü için kendine kızabilirdi. Bunda şaşacak bir şey yoktu. Onu çocukluğuna bağlayan şeylerin gücünü her zaman kabullenmişti ve şu anda büründüğü varsayılan yetişkinlikle çocukluğu arasında hiçbir benzerlik yoktu.

İşte bir kez daha, bunu kanıtlayan bir durumla karşılaşmıştı; yalnızca annesiyle babası oğullarının kırk yaşında kanserden ölmesini korkunç bir şey olarak nitelendirirdi. Oysa insanlar, bunu olağan ya da en azından olası bir şey olarak göreceklerdi. Tanıdıkları, dostları ise bu durumu üzücü, hem de çok üzücü bulacaklar, hatta bunun bir kayıp olduğunu, şaşırtıcı ve can sıkıcı olduğunu söyleyeceklerdi. Ama kimse ölümünü, onun ya da annesiyle babasının değerlendirebileceği gibi akıl almaz bulmayacaktı. — Meslektaşlarım tarih üzerinde tartışabilirler. Ben size altı ay dedim, üç ay da diyebilirdim, bir ay da, dokuz ya da on iki ay da… — Bu çok önemli değil, dedi Matthieu kurulmuş bir makine gibi. Der demez karşısındaki sözünü kesti: — Böyle söylemeyin! Henüz son günlere uzak olduğunuz için bugün buna önem vermiyorsunuz, ama inanın bana, tam altı ay sonra, geçecek her gün için bana minnettarlık duyacaksınız. Bu altı aydan bir gün bile kaybetseniz, o zaman da benden nefret edeceksiniz. Görürsünüz, görürsünüz… Ve Matthieu bir dizi iyi adam görüyordu, bu adamlar bu sersemin önüne gelince yiğit adam oluveriyorlardı, daha sonra, altı ay geçince de, söz verildiği gibi üç gün daha yaşamak, üç gün daha işkence çekmek için Tanrı’ya yalvarıyorlardı. Doktorun ses tonunda, Matthieu’yü iskemlesinden sıçratan, aşağılamayı andıran bir galibiyet vardı: Bu adamdan nefret ediyordu. Yeniden oturdu. Bu adam gerçeği bilen tek kişiydi, ona bir anda yabancılaşmayacak tek kişi oydu, Matthieu’yü şu andaki; hâlâ yaşayan, ölümü ertelemiş haliyle tanıyan tek kişiydi. Daha sonra Matthieu başka bir adama dönüşebilirdi. Gerçeği kime söylemeli? Gerçeği kimden gizlemeli? Bunu bilemiyordu. Bildiği tek şey onu aşağılayan bu adamın karşısında mesafeli ve terbiyeli olması gerektiğiydi.

Sahip olmaktan rahatsız olduğu bu incelik, bu burjuva alışkanlığı… onu cesur olmaya ya da cesurmuş gibi görünmeye itiyordu. Matthieu ayağa kalkınca budala rahatladı, yeniden oturunca umutsuzluğa kapıldı. Matthieu orada kalmaya, olabildiğince uzun bir süre onu meşgul ederek, dünya işlerine geri dönmesini engellemeye karar verdi. — Yolculuğa çıkacak mısınız? — Efendim? Hayır, sanmıyorum. Matthieu şaşırmıştı: Yolculuğa çıkmak, ne fikir ama! Bir zamanlar, hatta daha bu sabah, o yerleri, o güzellikleri, kentleri hayal etmişti. Ve onlar her zaman var olacaklardı. Doğu, Asya, sahiller, dağlar, daha biraz öncesine kadar hayallerini süslüyordu. Ama şu anda, oralar, artık gidemeyeceği yerler olmuştu. Artık, oraları görmediği için üzüntü duymayacağını biliyordu. Oralarda yüzülecek denizler olmadığından değil, kendisi o denizlerde yüzemeyeceği, oraları yeniden göremeyeceği, oralara gitmeyi yeniden isteyemeyeceğinden… Keşfedilecek her yeni şeyi terk etmek zorunda kalacaktı. Tüm tasarılar, tüm güzellikler, keşif değil ayrılık olarak adlandırılacaktı, bir gün geri verilmesi gereken armağanlar gibi… Artık, gerçekten coşkuyla, keyifle onun olduğuna inandığı bu dünyadaki hiçbir şey ona ait olmayacaktı. Yaşamı sevmeyen, bu gezegenin tadını çıkarmayan bir sürü insan vardı! Niçin bu, onun başına gelmişti, yaşama bu kadar tutkun olan Matthieu, niye yaşamdan yoksun bırakılıyordu? Daha kırk yaşında bile değildi. Yaşamın tadını çıkarmak için kırk yıl bile yaşayamayacaktı… Bu haksızlıktı. (Gün be gün dünyayı çökerten felaketleri, doğal afetleri, ölen çocukları ve kadınları saymazsak.) — Size profesör Lingres için bir mektup vereceğim, diyordu hamster derinlerden.

O ya da bir başkası olabilir elbette. Ama kafanızın rahat etmesi için ben size Lingres’i öneririm. Sekreterim hemen mektubunuzu daktilo eder. Ah!. Ama yazamaz, diye yeniden söze başladı alelacele. Sekreterim bugün gelmedi. Neyse, yarın size mektubu ulaştırırım. Söz konusu sekreter, son günlerde Matthieu’nün buraya inatla gelmesinin asıl nedeni olan o hoş kadın, gerçekten orada değildi. Matthieu daha gelir gelmez onun orada olmadığını saptamıştı. Kısa bir süredir, bu sıradan ama iffetsiz güzel bitkiyle fazlasıyla filizlenmiş bir flört yaşıyordu, hamster de kendisine gelenlerin bir bölümünü, en azından onu, bu sekretere borçluydu. Gelecek sah akşamüstü randevuları vardı, birlikte içecekleri bu ‘çay’ın nedeni apaçık ortadaydı. Doktorun tedirginliğini görünce, Matthieu her şeyi anladı. O geldiği gün sekreter gelmemişse, hasta olduğunu bildiği için gelmemiş demekti. Hastalığı bulaşıcı değildi, ama bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. O kadar basit değildi.

‘İffetsiz’ bir arzunun bile var olabilmesi için bir geleceğe gereksinim vardı. Geleceği olmayan bir adam, ölmek üzere olan biri, arzu edilebilirliğini yitirirdi. Ne kadar anlamsız olursa olsun Matthieu de kendisi gibi hasta olan bir kadına bu tepkiyi göstermişti. Arzusu acımaya dönüşmüştü. Tamamen yok olmuştu. Hastalığını, arzuladığı ve baştan çıkarmak istediği kadınlardan olabildiğince uzun bir süre gizlemesi gerekiyordu. Ne kadınlarının gözündeki acıma duygusunu ne de evet, hayır gibi gelişigüzel basit yanıtların verileceği soruları duymaya dayanamazdı. Altı ay mı? Altı ayla kastedilen ne? Hızla geçen bir zaman dilimi mi, öbür dünyaya uzanan bir sonsuzluk mu? Bu kanın, bu dayanıklı, sadık, istekli, canlı bedenin sahibine itaat etmemeye başlaması, bedenini elinden kaçırmak ve hiç uyarı almadan, hiç ihanet işareti sezmeden bedeninin ona düşman olması -daha doğrusu düşmanının temsilcisi olması-, bunu düşünmek Matthieu’yü her şeyden daha fazla yıkıyordu. Eline bir göz attı, elinin tiksinti ve acıma uyandıran bir nesne olduğunu düşündü, oysa bu el, kısa bir süre önce, sekreterin hoşuna giden bir beden parçasıydı. Bir an midesi bulandı. Günün birinde öleceğini biliyordu: Asıl sinirine dokunan durumunun sıradanlığıydı! Fransa’da her yıl onun yaşındaki yüzde şu kadar insanın kanserden öldüğünü biliyordu! Şimdi de, bu yüzdenin içine girdiğini öğrenmişti: İşte hepsi buydu! Bunda olağanüstü, beklenmedik, dikkate değer hiçbir şey yoktu. Yalnızca sıradandı. Oysa Matthieu, bir araba kazasında ölmeyi, kanserden ölenlerle aynı hatta daha da yüksek bir yüzdeye sahip olan kaza ölümlerine dahil olmayı on kez yeğlerdi, o böyle bir ölüme diyecek bir söz bulamazdı, yalnızca, şu anda öğrendiği hastalıktan ölmek, ona dayanılmaz geliyordu. İçinden, ölümünün bir tek kendisini sarsacağını yineliyordu. Ölümü onu sevenleri şaşırtacak, üzecekti, ama kimseyi onu sarstığı kadar sarsmayacaktı.

Alaya alınmış, gülünç duruma düşmüş, aşağılanmıştı. Evet, aşağılanmıştı. Şu anda istediği tek şey, yapmayı düşündüğü işleri, önünde beliren yeni geleceği, yeni yaşamı, dehşet içinde geçireceği haftaları elinden alacak bir çifteyle karşılaşmamaktı; kısaca, biraz önce yaşadığı korkunç ânı yeniden yaşamamaktı. ‘Aslında, ölebilirim, ama ölümü düşünmeden ölmek istiyorum,’ dedi kendi kendine. ‘Aynı, ölümü görmezden gelmelerine şaşırdığım, davranışlarını anlayamadığım, ölüme mahkûm olmuş bütün tanıdıklarım gibi.’ Kendi durumunu değerlendirirken, insani korkular karşısında daha hoşgörülü -hatta daha bağışlayıcı- olduğu halde, dostlarının ölümlerini, ölümle savaşma biçimlerini pek anlayamamıştı. Oysa o da sekiz gün içinde, yüz yüze geldiği gerçek dışında bir şeye inanmayı becerecekti, çünkü gerçek katlanılmazdı. Veremi, ya da ne olacağını Tanrı bilir, başka bir hastalığı yeğleyecekti. Herkes, ölüm fikrine katlanabilmek için böyle yapıyordu. O da herkes gibi yapacaktı. * Hamster kapıyı kapatırken, Matthieu, güzel sekreterin girişte unuttuğu kırmızı eşarptan başka bir şey görmedi. Sahanlıkta, eli merdivenin tırabzanında, karanlıkta kıpırdamadan duruyordu. Merdivenlerden inerken her zamanki yürüyüş ahengine kavuştu, okuldayken yaptığı gibi küçük adımlarla zıplıyordu. Bir liseli gibiydi. Bir, iki, üç… bir, iki, üç… bir, iki, üç… sahanlığa gelince dört büyük adım, bir, iki, üç… Gürültücü ve havalı.

Merdivenler, o günlerde moda olan gri, siyah, kırmızı desenli halıyla kaplıydı. Biraz önce de bu merdivenden çıkmış ve bu halının üstünde yürümüştü. Şimdi de, sanki biraz öncekiyle aynı adammış gibi bu merdivenlerden iniyordu. Yalnızca, şimdi kolunun altında, ölümünü, daha da doğrusu, kesin olarak ölümünün tarihini belgeleyen akciğer filmleri vardı. Farkında olmadan, hızlanan adımları bıçkınlaştı. Bugünlerin değerinr bilmeliydi: Üç ay içinde, yaşlılar ve hastalar gibi ‘gözetim altına’ alınabilirdi. Ara katta durdu ve bir basamağa oturdu. Eli önünde sallanıyordu, eline bakıyordu: Elinin damarları atıyor, adaleleri ve sinirleri seğiriyordu… Merdiven boşluğundaki camdan biraz ışık sızıyordu, bina tam 1930’lu yılların tarzındaydı, binaya sızan ışık da en az merdiven ışığı kadar iç karartıcıydı. Matthieu elini çevirdi, kuşkulu kuşkulu hayat çizgisine bir göz attı: Hayat çizgisi hamsterin söylediğinden daha uzun görünüyordu, yalancıydı. Cebinden bir sigara çıkardı, sigarayı ağzına koydu, sonra bile bile derin bir nefes çekti. Hayır, alın yazısına meydan okumak ya da sözüm ona hekime karşı gelmek niyetinde değildi, ama bir şeyler boğazını sıkıyor, gözlerini ve burnunu istila edip ağzını çarpıtıyordu. Sekiz yıldır ağlamamıştı: Yani, annesinin ölümünden beri. Sekiz yılı kupkuru gözlerle geçirdikten sonra gözyaşlarına boyun eğerken, bir an kendinden bile gizlemeye çalıştığı bir utanç duydu. II. BÖLÜM Eylül sonuydu, Paris’te hava ılımandı, hafif rüzgârlı, ılık bir pastırma yazıydı.

Rüzgâr gökyüzündeki bulutları hareketlendiriyor ve loş, dar sokağın iki yanındaki kaldırımlardan birini gölgede bırakırken karşısındakini güneşle kaplıyor, şaşırtıcı bir çeviklikle Paris’i ‘bir zebranın gölgesine’ benzetiyordu. Garaj kapısının eşiğinde duran Matthieu, sonbaharın cilvelerine teslim olmuş kente, kentine bakıyordu ve sonbaharın cazibesi onu ilk kez rahatsız ediyordu. Arabası uzakta değildi, arabasına kadar yere bakarak koştu, sanki gelip geçenler spor ceketli ve kâkülleri alnına çarpan bu adamın yüzünün bir ölüm mahkûmunun yüzü olduğunu tahmin edebilirlermiş gibi. Bir yarı-dirinin uygunsuz, tedirgin edici, berbat yüzü. Bu utançtan, onu boğan bu yeni suçluluk duygusundan kurtulması gerekiyordu, on saniye kadar arabasını çalıştırmak için anahtarını sokacağı yeri arandı. Arabayı çalıştırdı, hoyratça gaza bastı, böyle bir muameleye pek alışık olmayan arabası, kükredi, hıçkırığa tutulmuş gibi sallandı ve durdu. Matthieu başını geriye attı, gözleri kapalıydı. Bu bulantıdan kesinlikle kurtulması gerekiyordu. Bu boşluk duygusu, bu kırılganlık, kemiklerinin gevrekleştiği ve ağırlığının altında ezilecekleri fikri, bedenindeki ve ruhundaki bu ani değişiklik dayanılmaz bir şeydi (bedeni ve ruhu, korku ve üzüntünün etkisiyle, ilk kez özdeşleşmişti). Güzel Paris’ini şimdiden nasıl da özlüyordu. Sanki birisi onu kapıp kaçırmış gibi, apaçık bir hınç duyarak… Ama kime hınç duyuyordu? Matthieu uzun zamandır Tanrı’ya inanmıyordu ve ancak bugünkü gibi sıkıntılı anların dışında aslında bundan pişmanlık da duymuyordu. Hayır, sahip olduğu şeyleri onun elinden alan, ne Katolik ya da Ortodoks bir tanrı, ne yazgı ne de tüm gücü elinde bulunduran herhangi biri ya da herhangi bir şeydi. Matthieu hiçbir zaman, varlığıyla kendisi arasındaki bu doğal uzlaşmadan başka bir güvenceye sahip olmamıştı. Ve her zaman neşesinde, kızgınlığında, insanlara duyduğu sevgide karşısındakine bulaşan bir şey vardı. Ötekiler gibi kozları, silahları olmadığı doğruydu: Bu yüzden bugün her şey elinden bir anda kayıp gidiyor ve o, insanların karşısında hasta, çıplak ve yalnız kalakalıyordu.

Bugüne kadar onun peşinden gelenlerin ne yapacaklarını iyi biliyordu, otuz yıl boyunca, dostları, sevgilileri ya da oynaşları, edindiği hızının ve canlılığının dümen suyunda, hem de ona minnettarlık duyarak sürüklenmişlerdi, bu insanlar hasta olduğunu öğrenirlerse, sanki onları aldatmış gibi ona yüz çevirirlerdi. Onun için üzülürler, ama onu terk ederlerdi. Ve bu durumda, uzun süreli bir armağan olarak sunulan yaşamını nasıl değiştirebilir, bu yaşamı başka türlü yaşamakla nasıl yüzleşirdi? O duygunun, yaşama coşkusunun, YAŞAMININ coşkusunun onu uzun bir süre terk etmeyeceğini tabii ki biliyordu, ama ‘yaşamanın’ ve ‘yaşamayı beklemenin’ görkemli iğretiliğinin ne demek olduğunu hiç bilemiyordu. Zaten, hiç kimse bilmesi gerektiği zaman bunu bilememişti ve kimse de bilemeyecekti. Asnieres ve Genevilliers girişlerini geçerek, Paris Limanı’na doğru turistlerin dolaşmadığı rıhtımlar boyunca ilerliyordu. Buralarda pek temiz olmayan mavnalar, suya batmış kayıklar, kulübeler, genellikle terk edilip bırakılmış dağınık yığınlarla kaplı adalar vardı, Seine Nehri’nin bu bölümünde bir 1New Orleans’, bir ‘akıntılı ırmak’ görüntüsü hakimdi; pek umutlu görünmeseler de kimi insanlar balık tutuyor, kimileri de eylül güneşinde, kelleşmiş otlara uzanmış gazete okuyorlardı. Onlara duyduğu kıskançlığı bastıramıyordu: Gelecek sonbahar onlar yine burada olabilir, yeni sonbaharı ve kızıl yaprakları görebilirlerdi; o artık olmayacaktı. Bu düşünceyi bir türlü kavrayamıyordu. Neyse ki, arabası iyi gidiyordu. Arabanın koca motoru mırıl mırıl mırıldanıyordu, zaten satıcı gülerek arabanın ondan daha uzun ömürlü olacağını söylemişti – bunu şu anda anımsamıştı. Aldırmazlıkla yapılan bir sürü şakada olduğu gibi, bu söze inanmadan neşeyle karşılıklı gülüşmüşlerdi. Saat öğleni geçiyordu, böyle dalga geçerse Robert çıkabilirdi. Robert ona ne yapması gerektiğini söylerdi. O erkek adamdı, dosttu. Öyle ya da böyle ona yardım edecek tek kişiydi.

Onu bencil bulan Helene’in ve basit bulan Sonia’nın tersine Matthieu uzun bir süre Gaubert’i tek ve en iyi dostu bildi. Matthieu’nün doğasında erkek dostluklarıyla özdeşleşmek yoktu, ama şimdi, bu durumda, bir Robert’in desteğine ve gücüne bel bağlaması gerekiyordu. Gaubert’in işyeri Seine Nehri’ne bakıyordu, tam Paris Limanı’ndan önceydi. Matthieu ve Robert aslında çalışma mekânlarında görüşmezlerdi pek, Matthieu’nün gelişi Robert’i sevindirmekten çok rahatsız etmişe benziyordu. — Sabahtan beri Hamburg ve Londra’yla konuşuyor, diye mırıldandı sekreter Matthieu’ye, ukalalıkla karışık bir çekingenlikle, sanki posta hizmetlerinin hünerlerinden ve telefon tarifelerinden o sorumluymuş gibi. Matthieu içeri girince, Robert çalışma masasının gerisinden eliyle otur işareti yaptı. Robert’in beden yapısı ve yürüyüşü Matthieu’ye benziyordu, ama hiçbir zaman bir ragbi takımına seçilmemişti ve kadınlara da daha az çekici geliyordu. Matthieu’nün kadınlar üstündeki başarısını sağlayan pohpohlayıcı şakaları Robert’i pek güldürmezdi. Helene, onun dost görünümünün altında kötü niyetli ve kıskanç biri olduğunu ileri sürüyordu, ama Helene kocasının dostlarını hiç beğenmezdi ve Gaubert Matthieu’nün dostluğunu sürdürdüğü nadir insanlardandı. Matthieu, Robert’in karşısına oturdu ve pek seyrek ziyaretlerinin her seferinde olduğu gibi yine büronun kibirli modernizliğini fark etti. Bu estetik kaygıyı duymanın da tam sırasıydı! — Sen, buraya geldin, ha! Gaubert gülümsüyordu. — Ne var? Bir yerlerde bir suç işleniyor da, senin başka yerde olduğunu kanıtlaman mı gerekiyor? — Hayır, dedi Matthieu. Başıma kötü bir şey geldi. — Âşık mısın? Oh, özür dilerim… Telefon çalıyordu ve Gaubert telefonu açtı, akıcı bir İngilizceyle konuşmaya başlamadan önce, ahizeyi bir an eliyle kapatarak, “Londra,” dedi. Gaubert, gelişme gösteriyordu; her konuda gelişme gösteriyordu.

İngilizceyi Assimile metoduyla plaklardan öğrenmişti -bu Helene’i gözünden yaş gelene kadar güldürüyordu-, ama şimdi düzgün, rahatça konuşuyordu, oysa o, yani Matthieu ancak geveleyip duruyordu. Ama İngilizce öğrenmemekle iyi etmişti, akşamlarını bu metotla İngilizce öğrenmek için plakların arasında geçirmek zorunda kalmamıştı: Gerekli bile olsa, İngilizcenin bugün ona ne yararı olacaktı ki? “To be or not to be, that is the question“… Gerçekten de, bir kez olsun… Gaubert telefonu kapattı. — Özür dilerim, dedi, Avrupa’da tekel olma hakkını verecek anlaşmayı yollamakla uğraşıyorum. Yalnızca bu! Düşünebiliyor musun? O kadar önemli bir şey değil! — Bravo, dedi Matthieu iç geçirerek. Gaubert işadamı havalarında öne doğru eğildi. — Zayıf bir bravo! Ne var? Ne oluyor? — Bu sabah bir doktora gittim. Ciğerlerimde bir şey var. Şöyle böyle altı ay ömrüm kalmış. Gaubert arkasına yaslandı, yüzü aniden ciddileşmişti, hatta Matthieu kendi kendine, “mermer gibi beyaz ve duygusuz,” dedi. Tıpkı, darbelere karşın sıkıntılarını dizginleyen Romalı bir kahramanın yüzü gibiydi. “Darbeleri indiren benim,” dedi Matthieu gene kendi kendine, aralarındaki konuşmayla ilgili ama dalgındı. — Ne? Nedir bu hikâye? Film mi çektirdin? Bilgisayarlı inceleme yapıldı mı? Doktorun ciddi biri mi? Kim bu doktor?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir