Fredric Jameson – Marksizm ve Biçim

Amerikalı okur, Marksist yazın eleştirisini düşündüğünde, sanırım akima gelen ilk şey hâlâ 1930’lann atmosferidir. O günlerin ateşli konulan -anti-nazizm, Halk Cephesi, yazınla işçi hareketi arasındaki ilişki, Stalin’le Troçki, Marksizmle anarşizm arasındaki savaşım- bugün geriye bakarken nostaljiyle anımsadığımız, ama bugünkü dünya koşullarına artık uymayan polemikler doğuruyordu. O zamanlar yapılan eleştiri nispeten kurama dayanmayan, temelde didaktik yapıda, bir başka deyişle, bir üniversite seminerinden çok gece okulunda kullanılacak bir eleştiriydi; bugünse, ara sıra yolunu şaşırmış bir Pİehanov denemesi yeniden basımı ya da Christopher Caudwell’e rastgele bir gönderme şeklinde hâlâ varlığını sürdüren, entelektüel ve tarihi bir merak konumuna düşmüştür. Bununla birlikte son yıllarda farklı türden bir Marksist eleştiri İngiliz dili ufkunda varlığını hissettirmeye başladı. Sovyet geleneğine karşıt olarak nispeten Hegelci türden bir Marksizm diye adlandırılabilecek bir şey bu – Kuzey Batı Avrupa ülkeleri için, Marx’m 1844 El Yazmaları’nm yeniden keşfiyle birlikte, Lukâcs’m Tarih ve Sınıf Bilinci’nin yarattığı kuramsal coşkuya kadar geriye götürülebilir; oysa Fransa’da, en uygun biçimde, otuzların sonunda Hegel’in yeniden geçerlik kazanmasından bu yana var olduğu söylenebilir. Bu önsözü izleyecek bölümler, bu Marksizme ve onun başlıca kuramcılarından bazılarına genel bir giriş olarak yararlı bulunursa mutlu olacağım.- Bu konuda anahtar yapıtlardan bazılarının tam bir dökümünü yapmaya özellikle çaba gösterdim: Lukâcs’tan Tarih ve Sınıf Bilinci kadar Roman Kuramı, Bloch’tan Umut İlkesi, Benjamin’den Alman Tragedyasının Kökenleri, Adorno’dan Yeni Müziğin 10 Marksizm ve Biçim Felsefesi ve Olumsuz Diyalektik, Sartre’dan Diyalektik Aklın Eleştirisi gibi, en kötü olasılıkla Ingiliz okuruna ulaşması zor, en iyi olasılıkla da buralarda biraz tartışılmış yapıtlar.;. Bununla birlikte, nispeten alçakgönüllü ve dürüst böylesi bir görev bile, bu haliyle, başlı başına tam bir programdır; bir kez, Sartre ve Lukâcs gibi daha çok tanınan yazarlar bile, yorumcularının anti-komünist eğilimlerinden ya da çoğu kez sırf akademik çevrelerde gerçek bir Marksist kültürün yokluğundan dolayı İngilizcede hiçbir zaman açık bir biçimde ilgi odağı haline gelememiştir. Belki, Alman ve Fransız diyalektik literatürünü sunan herhangi bir kimsenin üçüncü bir ulusal geleneği, yani kendimizinkini, hesaba katmaya ne derece zorlandığı da -örtük ya da açık olarakpek bilinmiyor: bizim o, Anglo-Amerikan felsefesi olarak bildiğimiz ve burada anahatlan çizilmiş düşünce tipine bütün noktalarda düşman olan, politik liberalizm, deneycilik* ve mantikçı-pozitivizm** karışımını kastediyorum. Bu etkin kavramsal rakip hesaba katılmaksızın, bu gelenekle yetişmiş bir okur için bir şey yazılamaz -hatta insan kendi tarihsel oluşumuyla bile uzlaşamaz-; kitabımın yan tutan tarafını oluşturan, deyim yerindeyse, ona politik ve felsefi sivriliğini veren şeyin de bu olduğu söylenebilir. Çünkü liberal geleneğin felsefi düzeyde olduğu kadaf politik düzeyde de iflas ettiği, açıktır; bu ise, onun saygınlığını ya da ideolojik gücünü yitirdiği anlamına gelmemektedir. Tersine, bu geleneğin anti-spekülatif önyargısı; bireysel olgu ya da girdiye***, o girdinin de içinde bulunduğu ilişkiler ağı pahasına verdiği önem, izleyicilerinin bağlantılar kurmasını, özellikle de politik düzeyde aksi yönde kaçınılmaz sonuçlar çıkarmasını önleyerek olana boyun eğme eğilimini özendirmeye devam ediyor. Bu nedenle, Anglo-Amerikan geleneğin etki alanında olan bizlerin, diyalektik olarak düşünmeyi öğrenmesi, diyalektik kültürün temel ilkelerini ve onun sağlayacağı temel eleştirel silahları edinmesi zamanıdır artık. Bu kitap böyle bir gelişmeye ufacık bir katkıda bulunursa kendimi mutlu sayacağım.


Bununla birlikte, ortaya çıkacak olan şey, felsefe değil yazınsal eleştiridir, ya da en azından yazınsal eleştiri için bir hazırlık. Marx’m bireysel sanat yapıtlarına verdiği önem ve onların Marx * empiricism (ç.n.) ** logical positivism (ç.n.) *** item (ç.n.) Önsöz 11 için taşıdığı değer (kendisinden önce Hegel, kendisinden sonra da Lenin için olduğu gibi) bir kişilik sorunu olmaktan çok uzaktı. Bir bakıma yazın, diyalektik süreçte merkezi bir rol oynar, bunu daha kesin bir biçimde belirlemek de Marksist kuramın görevidir. Bunu da ekleyebilirim ki, yazm’ın kapalı alanı, oluşturduğu deneysel durum ya da laboratuvar, biçim ve içerik, üstyapının altyapıyla olan ilişkileri gibi konulardaki karakteristik sorunlarıyla birlikte, diyalektik düşüncenin işler durumda gözlemleneceği ayrıcalıklı bir mikrokozmos sunar bize. Aynı zamanda, aşağıdaki bölümler, herhangi bir teknik felsefi araştırmanın kesinliğini göstermiyorsa da, onların dil olarak statüsü belirsiz kalmaktadır. Çünkü bu bölümler, basitleştirilmiş giriş taslakları, bir yazarın çeşitli konumlarının ve temel düşüncelerinin bir gazeteci gözüyle incelenmesi, durumunun ve zamanına ilişkin sorunlarla ilişkisinin kısa anlatıları olmaktan da uzaktır. Bu şeyler ilginç olmadıkları ya da yararsız oldukları için değil; fakat benim görüşüme göre, sırf kam düzeyinde -yani, dışarıdan kavranan entelektüel tutumlar düzeyinde- kaldıkları için böyledir bu. Öyle hissediyorum ki, diyalektik yöntem, ancak ayrıntılı bir somut çalışma yoluyla, bir sistemin kendi iç zorunluluğuna göre aşamalı olarak kuruluşunu yakından yaşamak yoluyla edinilebilir. Sunum seyri içinde bu çeşitli yapıları “uzlaştırma”ya da çalışmadım; daha çok, son bir bölümde, genel olarak diyalektik düşünce sürecini ve özel olarak da onun hangi yollardan yazınla ilgilenebileceğini tanımlamaya çalıştım.

Almanlar ve Fransızlarla ilgili bölümler arasında vurgulamadaki farklılık üzerine de bir şeyler söylemeliyim. Diyalektik olmayan Anglo-Amerikan geleneğin görüş açısından, her iki düşünce tarzı aynı derecede kışkırtıcı, aynı derecede özgürleştiricidir, ama farklı yollardan. Almanya’da diyalektik düşüncenin her zaman, tek olmasa bile bir resmi felsefe geleneği olmuş olduğunu işaret etmeye değer. Ancak yine son zamanlarda, Adorno’nun Heideggerci varoluş-felsefesi üzerindeki zaferi, Hitler döneminin uzun karanlığından sonra, bu geleneğe dayalı okulların yeniden canlandığım gösteriyordu. Bu nedenle, -Almanya’da diyalektik şu veya bu şekilde kendi adına konuştuğu için- sanıyorum ki, bu bölümleri Söylemin kendisinin göstergesi çevresinde düzenledim; çünkü bu bölümlerde ele alman yapıtlarda, Hegel’de zaten olduğu gibi, diyalektik düşüncenin, aşağı yukarı, diyalektik tümcelerin ayrıntılı olarak işlen- 12 Marksizm ve Biçim meşinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkıyor. Bir logos* olarak gerçeklik hareketinin bu anlamını birazcık hissettirebilmek için, diyalektik düşüncenin işleyişinin bir süreç ya da tasım biçimi olarak görüldüğü dilbilimsel betilerin**, değişmecelerin ve retoriğin terminolojisine; ya da bir metnin yorumsamacı bir şerhi*** olarak düşünülebilecek yaşantının bir tür varlığı ve çözülmesi ile ilgili terminolojiye başvurdum. Kuşku yok, biçeni hakkında bir şeyler söylemenin tam yeri burası; başlı başına bir yöntem olarak biçembilim hakkmdaki saklı düşüncelerim ne olursa olsun, bir yazınsal ya da felsefi görüngünün herhangi bir somut betimlemesinin -eğer gerçekten eksiksizse- tek tek tümcelerin şekliyle uzlaşmak, onlarm kökenlerinin ve oluşumlarının hesabını vermek gibi temel bir yükümlülüğü olduğu düşüncesine bağlı kalıyorum. Bu bölümlerde her zaman bu kadar uzağa gitmedim. Bununla birlikte, Anglo-Amerikan geleneğinin diyalektiğe karşı düşmanlığı, hiçbir yerde, bu yapıtların biçeminin anlaşılmaz ve sıkıcı, özümlenemez, soyut -ya da daha uygun bir ipucu sözcükle özetleyecek olursak, Germanic- olduğu şeklindeki yaygın düşüncede olduğundan daha belirgin değildir. Onun, okullarda öğretilen açık ve akıcı gazete yazısının ölçütlerine uymadığı kabul edilebilir. Fakat o açıklık ve basitlik idealleri, bizim şu andaki bağlamımızda Descartes’m kafasmdakinden çok farklı bir ideolojik amaca hizmet eder duruma gelmişse ne olacaktır? Basılı ürünlerin çok fazla üretildiği, hızlı okuma yöntemlerinin hızla çoğaldığı bu dönemde, bunlar, okurun tümceyi okuma hızını – gerçek düşüncenin dilin maddi varlığına inmeyi ve tümcenin biçiminde zamanın kendisini onaylamayı gerektirdiğini akima getirmeksizin- hazır bir fikri hiç çaba harcamadan şöyle giderayak selamlayıp geçeceği şekilde artırmaya yöneldiyse ne olacaktır? Adorno’nun diliyle söylersek -kendisi, belki de gelmiş geçmiş en katışıksız diyalektik bir zekâ, en ince bir biçemcidir- yoğunluğun kendisi bir uyuşmazlık tavrıdır. Soyutlamalardan ve karşılıklı göndermelerden oluşan aşılması zor engel, bunu çevreleyen şeyin ucuz kolaylığına karşı, okuyucuya gerçek düşünme eylemi için ödeyeceği bedele ilişkin bir uyarı olarak, duruma göre okunmak üzere konmuştur. Bu biçemin kararlı soyutluğu, bireysel, deneysel**** görüngünün ötesine, * deyi, kelâm (ç.n.) ** figure (ç.

n.) *** exegesis ( ç.n.) **** empirical (ç.n.) Önsöz 13 taşıdığı anlama geçmek için bir zorunluluk olarak durur; soyut terminoloji, nesnenin kendi içindeki eksikliğin, yeniden bütünsellik bağlamı içine yerleştirilme gereksiniminin bir işareti olarak nesnesine sıkı sıkıya bağlanır. Gerçekliğin diyalektik doğası hakkında en küçük bir fikri olan bir insanın, dünyanın dişlilerindeki değişimin ve görünürde ilişkisiz ve birbirinden uzak kategoriler ve nesneler arasındaki umulmadık bağlantının ani ve dramatik bir formülasyona ulaştığı bu tür tümcelerin katkısız biçimsel hazzına duyarsız kalacağmı düşünemiyorum. Bir kez daha vurgulamak isterim, bir beğeni sorunu değildir bu, tıpkı diyalektik düşüncenin geçerliliğinin bir kam sorunu olmaması gibi; ama konuyu o terimlerle tartışmayı seçen bir kimseye verilecek herhangi bir yanıtın olmadığı da doğrudur. Şimdi Fransız geleneğine dönecek olursak, bunun çok daha somut bir karakter taşıdığı hemen görülür. Fransa, uygulamalı Marksizme olduğu kadar, görüngübilime ve Lacan’la birlikte Freudçuluğa da felsefi kucak açmıştır. Çünkü Fransa’nın durumu öyledir ki, diyalektik düşünce, üpkı psikanaliz gibi, hiçbir zaman bir resmi felsefe olmamış, bunun için de kendini öteki felsefeler ve öteki disiplinler üzerinde gizli bir etki aracılığıyla ifade etmek zorunda kalmıştır – program dışı bir Marksist kültür şeklinde, ya da demin sözünü ettiğimiz Hegel’in yeniden canlanması yoluyla. Bu yüzden Lévi-Strauss bir Marksist olduğunu ileri sürmüştür; öte yandan, Sartre’ın varoluşçuluğunun o büyük etkisini, Kierkegaard ya da Heidegger’den aldıklarından çok Hegel’in kendisinde bulduklarına ne derece borçlu olduğunu hesap etmek güçtür. Bununla birlikte, Critique, temelde bir politika bilimi yapıtıdır; ve yazınsal eleştiriye adanmış bir yapıtta politika biliminin böyle uzun uzadıya tartışıldığını görmek mantığa aykırı gibi görülebilir. Diyalektik düşünce söz konusu olduğunda, elbette, politik olam ideolojik ya da kültürel olandan sonsuza kadar ayırmak olanaklı değildir; ayrıca, Sartre’ın kitabının bir üstünlüğü de, bize, sımf, ekonomik temel ve tarih gibi, Almanlara ilişkin bölümde yalnızca doğruluğu peşinen varsayılan gerçekliklerle doğrudan uğraşma iznini vermesindedir. Ama temelde Sartre’ın kitabının bir diyalektik yazın eleştirisi için değeri, onun -herhangi bir Marksist kuram için yaşamsal olan- dolayım* sorununu koyma biçiminde yatmaktadır; başka bir deyişle, bir toplumsal yaşam düzeyinden ötekine, ruhbilimselden toplumsala, dahası, toplumsaldan ekonomik olana * mediation (ç.

n.) 14 Marksizm ve Biçim nasıl geçiyoruz? İdeolojinin, sanat yapıtının kendisi bir yana, çatışma içindeki grupların daha temel toplumsal ve tarihsel gerçekliğiyle ilişkisi nedir; ve kültürel nesneleri toplumsal eylemler olarak görebiliyorsak, toplumsal ve tarihsel gerçeklik nasıl anlaşılmalıdır, aynı zamanda gizlenmiş ve saydam olarak mı? Sartre’m o büyük kitabı, bu yüzden, gerçek bir Marksist yorumbilim için teknikler sağlıyor bize: Son bir bölümde dizgeleştirmeye geçtiğimiz teknikleri; burada, Derrida’nm deyişiyle, bir diyalektik yazınsal eleştirinin temel modelini “parçalarına ayırıp”* değişik işlevlerini göstereceğiz . Marksist bir konumun yöntemsel içermelerinden bazılarını biraz daha kesin bir biçimde çözme çabasımn çeşitli türden itirazlarla karşılaşması kaçınılmaz bir şeydir. Lichtheim’ın inandığı gibi, Marksizm, hem Alman hem de tarihsel ise, yani yaşayan ve gelişen bir felsefe olarak tamamen bitmiş, tükenmiş bir şeyse, o zaman bizim burada yaptığımızın başka bir şey olması gerekir. Bununla birlikte, çeşitli Marksizmlerin görüş açısından, bu kitaptaki yazarlar, yeni Hegelci idealizm, basit revizyonizm ve varoluşçuluktan aşırı sol sapmacılığa ve ultra-Bolşevizme kadar bütün anlayışları temsil etmekteler (Merleau-Ponty bu sonuncuyu Marksist Sartre olarak niteliyor). Ben kendim, revizyonizmi, praxis** ya da değişiklik gerektiren her şeyi, orta tabakadan insanların katkısız düşünsel entelektüel tüketimi için zahmetli olabilecek her şeyi bir kenara bırakarak, bir kuramı rahat ve dişe gelir bir hale getirme işi olarak anlıyorum: Örneğin Freud’la ilgili revizyon, onun maddeci temeli diye adlandırabileceğimiz şeyi, yani kişisel bozuklukların apaçık cinsel etiolojisi*** üzerinde inatla durmayı sessiz sedasız örtbas eder. Bernstein’dan beri Marksist revizyonizm, buna benzer bir şekilde sınıf çatışması kavramının ortadan kaldırılmasını içermektedir; okuyucu da, elbette, bu kitaptaki bu tür eğilimler hakkında kendi yargısını oluşturmak zorunda kalacaktır. Bununla birlikte, okur, kendisinden, Hegel felsefesi dediğimiz bu uzak, karmaşık ve ürkütücü derecede teknik sisteme bu denli ayrıntılı bir biçimde aşina olmasının neden beklendiğinin daha tam bir açıklamasını hak etmektedir. Burada benim kanım, gerçekte Marx’m Hegel’i içerdiğidir, ama aynı zamanda, böyle çok ayrıntılı ve karmaşık kavramsal donanımm, gündelik yazınsal eleştiri * deconstruct (ç.n.) ** kılgı (yay.n.) *** nedenbilim (ç.n.) Önsöz 15 çalışması için, tek tek metinlerin kendileri için gereğinden fazla bir şey gibi görünebileceğini anlayabiliyorum.

Ama bu, politik eğitim sürecinde yazınsal eleştirinin rolünü yanlış değerlendirmektir. Eski Marksist eleştirinin retoriğini, tarihsel evrim üzerinde, kapitalist kuramların, daha önceki feodal ve kabilesel toplumsal örgütlenme tarzlarından ortaya çıktığı düşüncesi üzerinde önemle durması bakımından genetik olarak tanımlayabiliriz. Gordon Childe’ın yapıtları İngiliz tarih yazmacılığındaki böyle bir yaklaşımın tanıdık ve karakteristik bir örneğini verir bize; oysa yazınsal eleştiri dünyasında, Christopher Caudvvell’in, Ernst Fischer’in yapıtları, Lukacs’m Aesthetikfi aynı temel stratejinin -okuyucunun dikkatini, sanatın, başlangıçta, ritüelden ve dinden ayrılıp önce kendi başına özelleşmiş bir teknikler topluluğu olarak, sonundaysa, modern çağlarda bir iş ya da bir karşıt-iş olarak yavaş yavaş kendini kurarken farklılaşması üzerinde odaklaştıran bir stratejinin- her biri kendi tarzında açıklamaları olarak almabilir. Böyle bir yaklaşımın ideolojik sonucu, sözcüğün tam anlamıyla ilgili olduğu insanbilimsel olgular üzerinde ve ötesinde, bizim tarihsel şimdiki zaman anlayışımızı yeniden düzene koymak, çağdaş toplum hakkmdaki görüşümüzü, bugünkü yazınsal ve artistik bireyciliğin gerisindeki eski bir kolektif artistik pratiğin şeklini fark edebileceğimiz biçimde yeniden kurmaktır. Böylece tarihsel evrim kavramı, temelde, düşüncemizin yeni bir politizasyonu için bir biçim ya da bahanedir: Bu da, bize geçmişin toplumsal işleve sahip, daha sağlıklı sanatına bir göz atma fırsatını vererek, gelecekte elimizde ne tür toplumsal yenileşme ve yeniden doğma olasılıkları olduğunu anlamamızı sağlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir