Georgios Nakracas – Anadolu ve Rum göçmenlerin Kökeni

“Başkasının tarihini tahrif etmek, ulus olmanın bir parçasıdır.” Bu özdeyişte içerilen saptama genelde geçerli bir ilke oluşturuyorsa, o zaman bu çerçevede özel olarak Yeni Yunan Ulusunun oluşumunda Türklerle olan ilişkiler ve çekişmenin nice bir rol oynadığını araştırmak, çok ilginç ve şaşırtıcı sonuçlara götürecektir bizi. Karşılıklı etkileşim içinde bunun tersini araştırmak ta ilginç olacaktır kuşkusuz. Osmanlı egemenliği altındaki halkların uluslaşma süreci, Türk Ulusuyla çatışmayı kaçınılmaz bir biçimde gerekli kılıyordu. Onun için OsmanlIdan bağımsızlığını kazanmaya çalışan uluslarda “Türk düşmanlığı” ortak bir özellikti. Ancak bunlar arasında “Türk düşmanlığının” şiddeti, derinliği ve sürekliliği bakımından Yeni Yunan Ulusunun özel bir yeri vardır. Öyle ki, Yunanistan’daki aşırılığı bazıları şöyle bir aforizmayla dile getirecek kadar ileri gitmişlerdir: “Türk düşmanlığı, Yunan ulusal kimliğinin onsuz olmaz bir yapıtaşıdır.” Önsözümüzün başına koyduğumuz özdeyişte sözü edilen tahrifat’ı, elinizdeki kitabın yazarı Giorgios Nakracas bir başka terimle, “ulusal-ulusçu söylenceler” olarak tanımlamaktadır. Buna göre, kitapta eleştiri konusu olan Yunanistan’ın 1919-1922 Küçük Asya Seferi, onu yasallaştırmak ve gerekçelemek amacıyla, birçok ulusal-ulusçu söylencelerle desteklenmiştir. Bu çaba, dış ülkelerde başarılı Yunan propagandası olarak ortaya çıkarken, ülke içinde ulusal ideolojiyi çoktan biçimlendirmiş bulunuyordu. Yaklaşık yüz yıl önce Osmanlıdan bağım- 10 sizliğini kazandığından bu yana Yunanistan’da ulusal ideoloji olarak işlenmiş, yaygınlaşmış ve itiraz götürmez kesin inançlara dönüşmüş bu söylencelerden başlıçalan şu ikisiydi: 1. Anadolu ’nun Ege ve Marmara bölgeleri ile Kapadokya ‘da, Pontus ‘ta, İstanbul’da, Trakya’da ve daha başka bölgelerde Rum-Hellen öğesi çoğunlukta olup, Türk öğesi ise azınlıktadır. 2. Bu bölgelerdeki Rum-Hellen toplulukları, Eski Yunanlıların katışıksız torunlarıdır ve üç bin yıldan beri orada varlıklarını aralıksız ve ulusal bilinç ve kimliklerini değiştirmeksizin sürdürmektedirler. Türklerin dayanılmaz baskıları altında yüzyıllardan beri ezilen bu Hellen topluluklarını ve üç bin yıllık Yunan yurdu bu toprakları kurtarmak zamanı gelmişti artık Böylelikle Büyük Ülkü Megali Idea ’nın amacı olan “iki kıtali ve beş denizli’’ Yunanistan da kurulmuş ve İstanbul başkent olmak üzere Bizans İmparatorluğu da yeniden canlandırılmış olacaktı.


Türk devleti ortadan kaldırılacak ve Türkler yok edilecek veya Kızıl Elma ’ya sürülecekti. Onun için Yunan işgaline karşı Mustafa Kemal’in öncülüğünde örgütlü Türk direnişi başladığında bir Atina gazetesinde çıkan aşağıdaki yorumu, o günlerin gerginliği içinde bir kişinin kaleminden çıkmış coşkulu ve sorumsuz sözler olarak değil de, “resmî bir tez” gibi kabul etmek gerekir: “Verilen bu savaş, Yunanistan’ın asi Kemal’e karşı verdiği bir savaş değildir; Yunan ırkının Türk Milletine karşı verdiği bir savaştır. Üstelik çetin bir savaştır, iki rakipten birinin yok olmasına dek sürecek olan. Ya o ya biz. Ortası yok.” (Protevusa, 14 Nisan 1921) Anadolu Felaketi diye alandırılan yenilgiyle sonuçlanan Anadolu Seferinin ardından Megali İdea’dan vazgeçildiği resmen ilan edildi. Ancak yüz yıl boyunca bir ülkenin ve bir ulusun siyaset ve davranışını belirlemiş ulusal ideoloji belleklerden kolay silinemezdi. Öbür yandan “Hellenizmi tarihinin en büyük felaketine” sürüklemiş bu ulusal ideoloji ya hiç eleştirilmedi ya da küçük bir elit tabaka içinde eleştirildi ve ilgili eleştiri ve vargılar yaygınlaşmadı, okul kitaplarına girmedi, halka ulaşmadı. En yaygın yorum şöyle özetlenebilir: “Anadolu Seferi büyük devletlerin desteğiyle başlatıldı. Ancak daha sonra onlar Yunanistan’a ihanet ederek Türk tarafını desteklediler. Ve yenilgi geldi.” Yunan ordularının İzmir’e çıkışı ve Anadolu Seferi kuşkusuz Batı emperyalizminin buyruğu altında başlatılmıştır. Ancak bu, olayın bir ayrıntısıdır 11 yalnızca, küçük bir ayrıntısı. Anadolu Seferi, öncelikle ve özellikle Yunanistan’da bir iç sürecin ürünüdür. Burada, Avrupa emperyalizminin Yunanistan’ı kullanması değil de, Yunan milliyetçilik ve yayılmacılığının Avrupa emperyalizmini kullanması ve ondan yararlanmaya çalışması söz konusudur.

Anadolu yenilgisinin üzerinden 80 yıl geçtikten sonra Megali İdea ve benzeri yayılmacı görüşler bugün Yunanistan’da ancak bazı marjinal gruplarca desteklenmektedir. Yine de özeleştirisi hâlâ yapılmamış Anadolu Seferiyle ilgili en ılımlı genel kanı odur ki, “Türk milliyetçiliği ve Kemalizm belirmemiş ve engellememiş olsaydı, Anadolu Hellcnizmi Yunanistan’la birleşip üniter bir devlet oluşturacaktı.” İlgili yerinmeler Yunanistan’da hiçbir zaman durmadı, hiçbir zaman gündemden inmedi. Son yıllarda ise yeni bir boyut kazanmaya başladı. Yeni gelişmelerden bazıları şunlar: 1923 nüfus mübadelesinden önce Anadolu Rumlarının yaşadıkları bölgeler için “kaybedilmiş vatanlar” terimi kullanılırken, yavaş yavaş bunun yerini “unutulmayan vatanlar” terimi almaya başladı. İlk bakışta gülünç görünen bu kelime oyunuyla iletilmek istenen mesaj gizlenmiyor. Şöyle: “Kaybedilmiş vatanlar demekle bugünkü gerçeği ve oldubittiyi kabullenmiş görünüyoruz. Oysa unutamadığımız vatanlar derken, özlemle birlikte onları yeniden elde etme arzumuzu da dile getiriyoruz.” Bu konuda son kuşkulan da dağıtmak üzere bir olay daha anlatalım. Yunanistan başpiskoposu Hristodulos’a yöneltilen bir eleştiriyi Başpiskoposluk Basın Bürosu şöyle yanıtlıyordu: “… Bugün vatanımızda, birçoklan için, yani siyasetçiler için, kaybedilmiş olan vatanlardan değil de, unutulmayan vatanlardan, cüppeli liderlerimizin 80 yıldan beri yaptıklan gibi, böylesi bir aşk ve şevk ile bahseden ve onlan vaazlarında anlatan bir kişi varsa o da Başpiskopos Hristodulos’tur, uyuyan vicdanlan uyandırmak için…” (Elefterotipia, 21-8-2002). Yunanistan’da kilise liderinin üstlendiği bir kampanyanın başarısısından emin olabilirsiniz. Hristodulos’un bu yöndeki faaliyetlerinin sayısı çoktur. 1999 yılı 15 Ağustos Meıyemana kutlamalarına Veria’daki (Kara/ere) Sümela Kilisesinde katılan başpiskopos, kendisine kilisenin altın anahtarı armağan edilirken, binlerce Pontus kökenli katılımcı ve Yunan Cumhurbaşkanı önünde şunları söylüyordu: “Tanrı bana Pontus’taki tarihî Sümela Meryemana Manastırının kilidini açmayı da nasip etsin.” Böyle diyerek, yalnız orada bulunanlar arasında değil, tüm Yunanistan çapında irredantist bir duygu kabarmasına neden oluyordu. Yunan Millet Meclisi Pontus Rumlarının soykırımını oybirliğiyle tanıdı ve -19 Mayısı soykırımı anma günü olarak ilan etti (1994).

Mustafa Kemal’in Samsun’a 12 çıktığı 19 Mayıs tarihi kasıtlı olarak seçilmişti. Rumların soykırımcısı olarak suçlanan Atatürk’ten Yunan milliyetçiliği Anadolu yenilgisinden 72 yıl sonra öç alıyordu. Bir göıgii tanığının olayla ilgili ifşaatı ilginçtir. Yunan Meclisi soykırımı tanıdıktan sonra Pontus kökenli Yunanlılardan bir kurulu kabul eden Meclis başkanı Kaklamanis, onlara şöyle konuşmuştur: “Yunan Meclisi soykırımı tanımakla üzerine düşen görevi yaptı. Şimdi siz Pontuslulara da bir görev düşüyor. Şu soy kırımı kanıtlamak.” Soykırımı belgeleme çalışmaları süredursun, bu arada konu uluslararası kuruluşlara taşınmaya başladı. İlk yıllarda soykırımı anma günü sönük geçiyordu. Ancak son yıllarda gittikçe daha geniş ve katılımlı olmaya başladı. Artık tüm ülkede olduğu kadar dış ülkelerde de törenler düzenleniyor ve bunlarda devlet temsilcileri de yer alıyor. 2002 yılı törenleri en parlaktı. Öbürleri yanında Yunanistan’daki Türk temsilcilkleri önünde hadiseli geçen gösteriler oldu. Meclis başkanı Kaklamanis, Türkiye’yi Pontus soykırımını tanımaya ve af dilemeye çağırdı. Son olarak Yunan Meclisi bu kez Küçük Asya Hellenizminin soykırımını yine oybirliğiyle tanıdı ( 1997-2001). Trakya Rumlarının soykırımının tanınması da gündeme gelmişti.

Bütün bunlar Türk-Yunan ilişkilerinde “balayı” yaşandığı bir dönemde oluyordu. Türkiye bu kez tepki gösterdi ve Küçük Asya Hellenizminin soykırımı Yunan ulusal yortular-yaslar cetveline şimdilik girmedi. Yukarıda sözünü ettiğimiz marjinal gruplar bu gelişmelerden cesaret alarak öne çıkmaya ve görüşlerini açıklayacak kürsüler bulmaya başladılar. Alışılmış milliyetçi-şöven ve antitürkçü-ırkçı söyleme artık irredantist mesajlar da giriyor, Türkiye’nin devlet olarak dağılacağı müjdeleniyor v.b. Yeni gelişmelerden biri de Mustafa Kemal Atatürk’e yapılan saldırılar. Atatürk’e yöneltilen suçlamalar sanki 1919-1922 döneminden çıkarılmış ve Yunanistan’da bir kesim Türkiye ile bir çatışma mantığı içinde o dönemi sanki yeniden yaşıyor. Yunan hükümetleri ve partileri tarafından yerine göre açıkça veya el altından desteklenen bu kesimin siyasî istikran bozmasına ve ülkeyi maceralara sürüklemesine müsaade edilmesi beklenmiyor tabiî. Ancak bir Yunan-Türk yaklaşımını her an sabote edecek güce sahip olduğu da biliniyor, yakın geçmişte buna birçok kez oldukça başarılı olarak giriştiği gibi. Yunanistan’a özgü bir gariplik olarak siyasî yelpazenin her bölümünde yandaşlan bulunan bu antitürkçü, rövanşçı ve irredantist kesim, şimdilik bir liderin öncülüğünde üniter bir cephe oluşturmaktan uzak görünüyor. Kendi başına siyasî temsilcilik arayıştan içine girdiğinde işler karışacaktır. Fakat bugünkü koşullarda Yunanistan’da kimse ses çıkarmıyor. İstisnalar 13 yok değil. Küçük bir siyasî grup olan AEKA, geçtiğimiz yılın soykırım törenlerini eleştirip, bu etkinliklerdeki tehlikelere dikkati çekti: “Pontus Rumluğunun geçmişte uğradığı telkinlere karşı yeniden canlandırılan ilgi, ezelî Yunan ırkı konusunda milliyetçi efsaneyi yinelemeye ve komşu Türkiye ile çatışma yoluna girmeye yönelirken, bu arada belirsiz ama tehlikeli bir biçimde irredantist hayallerin ortalıkta dolaştırılmasına da yarıyor.” Çekiliş noktasını hep Anadolu Rumluğu ve Anadolu Seferi oluşturuyor.

Elinizdeki bu kitapta ise daha sistemli bir tepki ve yanıt var. Yazarı Giorgios Nakracas, 1919-1922 seferini yasallaştırmakta kullanılmış olan Anadolu Rumlarıyla ilgili yukarıda değindiğimiz başlıca iki söylenceyi ele alıp, onları çürütüyor. Nakracas, Küçük Asya Felaketinden önce Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde Rumların çoğunlukta, Türklerin ise azınlıkta olduklarına dair Yunanistan’da bugüne dek yaygın olan kanıyı, yine Yunan resmî kaynaklarını göstererek yalanlıyor. Bu amaçla kitabında Rumların yaşadıkları bölgelerdeki nüfus yapısını, en küçük köylere varıncaya dek, ayrıntılı olarak anlatmış. Vardığı sonuç şöyle özetlenebilir: Rumlar, Ege kıyılarında yalnız birkaç yörede çoğunluk nüfusunu oluşturuyorlardı; tüm öbür bölgelerde ise yerine göre önemli veya önemsiz bir azınlıktan ibarettiler. Anadolu’nun iç bölgelerinde Rumlar yok denecek ölçüde azdılar veya hiç yoktular. “Atalara tapınma”, tüm milliyetçilikleri nitelendiren bu ortak eğilim, Yunan milliyetçiliğinde sık sık hezeyan boyutlarına ulaşarak, alışılmışın çok üstünde belirleyici ve yönlendirici rol oynar. Bu eğilim, Eski Yunan uygarlığının ününü kullanarak, öbürleri yanında, Yunan milliyetçiliğine uluslararası düzeyde birçok pratik yararlar sağlamıştır. Onun için Anadolu Rumluğuyla ilgili ulusal söylence, “atalara tapınma” öğesinden yoksun edilemezdi, onsuz bütünleşmiş sayılamazdı. Buna göre Anadolu Rumları, üç bin yıllık kesintisiz süreklilik içinde Eski Yunanlı kolonistlerin, İonlann v.s. katışıksız torunlarıydı ve Yunan ulusal bilincini değiştirmeksizin korumuşlardı. Yunan milliyetçiliğinin çetin çekirdeğini oluşturan bu kurama Nakracas şöyle karşı çıkmaktadır: Fransız İhtilalinden önce Anadolu Rumlannda ulusal bilinç yoktu ve Yunanlılık-Hellenizm kavramları bilinmiyordu. Ulusal bilinç, Avrupa Aydınlanma Akımından etkilenen diaspora Rum aydınlarının öncülüğünde yeni kurulan Rum eğitim kurumlan aracılığıyla çok sonraları işlenmeye başladı ve yaygınlaştı. Anadolu Rumlannın soy kökeniyle ilgili savları şunlardır: Rumların Eski Yunanlı kolonistler ve İonlar ile soysal ilişkileri ya yok denecek kadar azdır ya da 14 hiç yoktur.

Eski Yunanlı kolonistler, yalnızca kıyı şeridine yerleşmiş ve orada güçlü koloni kentleri kurmuşlardı. Sayılan nispeten az olan Yunanlı kolonistler, daha sonraları bir yandan yerli halklar, öbür yandan zamanla Anadolu’ya göç eden veya orada devlet kuran çeşitli uluslar ile kaynaşarak, Anadolu halklar mozaiğinin artık kolay ayırdedilmeyen bir öğesini oluşturmuşlardı. Anadolu halklarının dilsel Hellenleşmesi özellikle Hellenistik dönemde başlamış, fakat ancak Bizans döneminde Hellence yazılmış İnciller aracılığıyla yayılan Hıristiyanlık sayesinde genelleşmiştir. Hellence, Kilisenin kullandığı tek dildi ve 7. yüzyılda Latincenin yerini alarak Bizans’ın resmî dili olmuştu. Selçuklular döneminde Anadolu Hıristiyan topluluklarında gönüllü kitlesel İslamlaşmalar oldu. Toplu İslamlaşmalar Osmanlı döneminde de devam etti. Sonuç olarak Anadolu Hıristiyan nüfusu çok azaldı. Hıristiyan dinini muhafaza edenlerin önemli bir bölümü de zamanla dilsel Türkleşmeye uğradı. Uluslaşma süreci başladığında Ortodoks Hıristiyanlar Rum-Grek ulusal kimliğini benimsediler. Ancak bu Hıristiyanlar, yerine göre çeşitli yerli halklar ile Anadolu’ya sonradan göç etmiş halkların torunlarıydı. Bunların arasında Yunan kökenliler pek azdı. Yazar, özel olarak Ege kıyılan ile eski İonya bölgesinin nüfus yapısında son beş yüzyıl içinde vuku bulan şu değişikli tikleri anımsatmaktadır: Bizans egemenliğinin son döneminde bu bölgelerde nüfus çok azalmıştı. Türk egemenliğiyle birlikte Hıristiyan nüfus daha da azaldı. Moğol istilasından sonra ise Hıristiyanlar neredeyse tükendi.

Osmanlı egemenliği yeniden kurulduğunda Ege kıyıları katışıksız Türk bölgeleriydi ve üç yüzyıl boyunca böyle kaldı. Ege kıyılarındaki büyük Rum birikimi, özellikle 19. yüzyılda vuku bulan kitlesel göçlerin bir ürünüydü. Hıristiyanlar oraya Ege adalarından, Mora’dan, anakara Yunanistan’ından ve Balkanlar’ın çeşitli bölgelerinden gelip yerleşmişlerdi. Dolayısıyla 20. yüzyıl başlarında Ege kıyılarında ikamet eden Rumların kesintisiz bir süreklilik içinde eski İonlann torunları oldukları iddiası. Yunan milliyetçilik efsanesinden ibaret tamamen gerçekdışı bir iddiadır. Giorgios Nakracas tarihçi değildir. Geniş bir araştırmanın ürünü olan elinizdeki tarihî monografi, bir tarih eserinin taşıması gereken niteliklerden yoksun belki. Sonra, bilinmeyen yeni şeyler de ifşa etmiyor. Bilinen şeyler, ama Yunanistan’da gizlemeye çalışılan ve tahrif edilen şeyler ve kamu oyuna tahrif edildiği şekliyle yansıyıp, vicdanları ona göre biçimlendiren şeyler. Üzerinden 80 yıl geçmiş olmasına rağmen Anadolu yenilgisini Yunan milliyetçiliği hâlâ sindirmiş değil, bu olayın hâlâ soğukkanlı bir değerlendirmesini yapmış değil. Anadolu Rumluğu konusu, “tarih belleğimizi canlı tutma hakkı” adına hâlâ eski ulusal- 15 ulusçu söylencelerin eşliğinde gündemde tutularak, zaman zaman Yunanistan’daki yayılmacı ve irredantist emellerin depreşmesine neden oluyor. Nakracas, elinizdeki kitabında 1919-1922 Anadolu Seferinin özeleştirisini yaparken, Yunan milliyetçiliğine de güncel bir yanıt vermeyi amaçlıyor

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir