Gerard De Villiers – 30 Srilanka Paryalari

Andrew Carmer, kızgın kayanın üstüne yüzükoyun uzanmıştı. Bir ara alnından kayarak görüşünü engelleyen teri temizlemek için siyah büyük dürbünü gözlerinden ayırdı. Kırmızı kayaların üzerinde bunaltıcı bir cehennem sıcağı hüküm sürüyordu. Orada burada uçuşan kelebekler bile, sanki güçleri tükenmiş gibi her on metrede bir durup dinleniyorlardı. Andrew’e gömleğinin altında sırtı haşlanıyormuş gibi geliyordu. Yine de soğuk bir duş ve klimalı bir oda için şu an yerini terketmezdi. Sri Lanka ormanlarının ortasındaki bu yıpratıcı yolculuğa, dürbünde gördükleri fazlasıyla değiyordu. Hatta Colombo’dan ateş pahasına kiraladığı Land Rover’in tozlara gömülmesine, her yerinin yara bere içinde kalmasına, geçtiği o bozuk yollarda tüm eklemlerinin sarsıntıdan birbirine girmesine bile değerdi. Trincomalee’ye kadar ineklere, hatta Dambulla girişinde rastladığı koca pitona rağmen, pek güçlük çekmeden ilerleyebilmişti. Daha sonra karşısına bataklık ve yarlarla bölünmüş, korkunç çukurlarla dolu bir orman çıkmıştı. Dallar o kadar alçaktı ki, Andrew ön cama her çarpışlarında içgüdüsel olarak başını omuzlarına gömüyordu. Mayısın başından beri bardaktan boşanırcasına yağan muson yağmurları alandaki bütün çukurları çamurla doldurmuştu. Amerikalı, dürbününü bırakarak boynunda asılı duran fotoğraf makinesini aldı. 200 metrelik mesafe yeterliydi. Heyecanla objektifi ayarlayıp düğmeye bastı. Yedi poz alabilmişti. Bu miktar aslında yeterliydi. O kadar coşkuluydu ki, tabanları yağlayıp Colombo’ya kadar koşabilir, keşfini anlatabilirdi. Ama Andrew Carmer bilinçli ve ağırbaşlı bir gençti. Ona olayların mümkün olduğu kadar derinine inmesi öğretilmişti. Biraz daha yaklaşıp daha çok şey öğrenmesi gerekiyordu. Dinlenmek için bakışlarını kırmızı yalçın kayaları döven dalgalara dikti. Karşısında Bengal Körfezi uzanıyordu. Colombo elli kilometre ötedeydi, ama insanın kendisini burada dünyanın sonunda sanacağı geliyordu. Sri Lanka’nın kuzeydoğusu yolu olmayan ormanlarla kaplıydı. Andrew Carmer, bulunduğu yerden ormanın içine doğru yayılan doğal körfezi görebiliyordu. Elli kilometre güneyde, asırlardan beri toprak kaymalarıyla yıkılmış Hint tapınaklarının yıkıntıları bulunuyordu. Sanki suda boğulan Tanrıları hâlâ yaşıyormuş gibi, hacılar buraya dua etmeye gelirlerdi. Andrew kalktı. Yirmi metre ötede kayalıklar bitiyor, yerlerini tropikal bitki örtüsünün en büyük özelliklerinden biri olan yüksek otlara bırakıyorlardı. Amerikalı oraya kadar yürüdü, biraz durakladıktan sonra aşağıya doğru ilerledi. Çektiği fotoğraflar ona yetmi6 yordu. Sarılı, mavili bir sürü kuş cırtlak sesleriyle önünde uçuştu. Andrew sinirleri gerilerek durdu. Duyduklarının sadece kuş sesi olduğunu kendi kendine tekrar ederek yürümeye devam etti. Otların ortasında yükselen gri taş binaya, büyük Dagoba’ya varabilmesi için daha dört yüz metre yol katetmesi gerekiyor, her attığı adım ölüm tehlikesini daha da belirginleştiriyordu. En azından çevrede binlerce akrep vardı. * ** Bir hintkirazı ağacının arkasına çömelerek yüz metre kadar önünde duran büyük, gri Dagoba’yı inceledi. Sri Lanka’da, pek çok yere serpiştirilmiş benzerlerinden hiç farkı yoktu. Koni biçiminde yuvarlak, kerpiç ya da taşla yapılmış yapılar, Tayland’daki Budist tapınaklarının aynısıydı. Her Dagoba Budistler için kutsal yer özelliğini taşırdı. Bazıları çok küçük olur, bazen içinde dindarları bile barındırırdı. Andrew Carmer’ın içini ani bir huzursuzluk kapladı. Günün birinde kendisini böyle her şeyden uzak bir ormanda bulacağını hiç düşünmemişti. Devlet Araştırma ve Bilgi Toplama Bürosu INR’deki görevi genellikle birtakım bölgelerle uğraşmaktan ibaretti. İlk aktif görevi buydu ve işine bayılmıştı. Fakat aynı zamanda tehlikenin de farkındaydı. Neyseki, kendisini ağacın arkasında biraz daha güvenlikte hissediyordu. Buraya kadar gelebilmek için kendi boyunu aşan otların arasından geçmek zorunda kalmıştı. 7 Şimdi amacına biraz daha yaklaşmış ve sanki tehlike iyice belirginleşmişti. Zaten INR’nin isteyebileceği çoğu şeyi elde etmişti. Geriye dönüp sol tarafındaki bitkileri yararak kendisine yol açmayı düşünmeye başladı. Gitmek için kalktı. Tam o sırada, yirmi metre kadar sağında dalların çiğnendiğini duydu. Hemen yere uzanarak soluğunu tuttu. Hintkirazı ağacına iyiden iyiye yapışarak başını kaldırdı ve gürültünün geldiği yönü gözetlemeye koyuldu. Gürültü gitgide yaklaşarak belirginleşti. Bu kadar açıktan açığa davranılması genç Amerikalıyı rahatlattı. Düşmanca arzuları olan kişiler bu şekilde hareket etmezdi. Birden sarmaşıkların arasında gri bir kütle belirdi ve korkunç bir soluma duyuldu. Bir fil. Andrew Carmer dehşetten bağıracak hale gelmişti. Gerçi San Diego hayvanat bahçesinde bu kalın derili memelilerden çok görmüştü. Hatta, Sri Lanka’da bile bunlara rastlamıştı. Filler çeltik tarlalarında ya da ağaç gövdelerini çekmekte kullanılıyordu. Colombo’da, şehrin ortasında bile birkaç tanesine rastlamıştı. Hepsi de otlaklardaki inekler kadar yumuşak hayvanlardı. Ama burada, bu orman patikasında, gri renkli koca hayvanın korkunç bir görüntüsü vardı. Genç Amerikalı etrafına baktı. Filden kaçabilmek için tırmanabileceği yükseklikte hiç ağaç yoktu. Fil patikanın ortasında durmuş, yavaşça kafasını sallıyor, hortumuyla havayı dövüyordu. 8 Bu vahşi bir fil olmalıydı. Andrew biraz sakinleşebilmek için hayvanat bahçesinde bunlarla fotoğraf çektirmek isteyen şımarık turistleri düşündü. Dikkatle arkasında bulunduğu ağacın etrafında döndü. Hayvan belki de kendisini görmemişti bile. Fillerin gözleri çok zayıftı ve saldıracakları zaman yalnızca önlerine dikkat ederlerdi. Belki de bir riskle karşı karşıya kalmamak için en iyisi hayvanın görüş alanından çıkmaktı. Önünde kırılan dalların çıtırtısını duydu. Dev gibi eğreltiotları yemyeşil bir duvar oluşturuyor, çevrenin görülmesini tamamen engelliyordu. Önce pembe bir kafadan ve sağa sola sallanarak otlardan, sarmaşıklardan kurtulmaya çalışan hortumdan başka bir şey göremedi. Hareketleri düzenli, dolayısıyla evcil olan en az iki tonluk bir hayvandı bu. Arkasında bir fil daha vardı. Birden, Andrew Carmer filin üzerindeki adamı farketti. Bir fil seyisi olmalıydı. Amerikalının korkusu o anda dağıldı. Kendisini aptal gibi hissediyordu. Hayal gücü yapacağını yapmış, hiç de gururlanamayacağı bir olay yaşatmıştı ona. Gülümseyerek ağacın arkasından çıktı ve patikanın yukarsına doğru yürümeye başladı. Boğuk bir insan sesiyle yerinden sıçradı. Adam öne eğilerek fili sivri bir sopayla kulaklarının arkasından dürtüyordu. Andrew Carmer kanının donduğunu hissederek patikanın ortasında kalakaldı. Her şey çok çabuk gelişiyordu. Hayvan 9 hortumunu yukarıya kaldırarak öfkeyle böğürdü. Carmer’ın bütün vücudu buz kesmişti. Fil onu görmüş ve ani bir hareketle saldırıya geçmişti. Andrew’un ağacın arkasına saklanacak zamanı bile olmadı. Yanından geçen gri hayvan sol kolunu sıyırdı. Andrew eğreltiotlarının arasına düştü ve doğrulmaya çalışarak isterik bir sesle bağırdı: — Hey! Deli misiniz siz? öfkesi korkusundan daha baskındı! Fakat filin boynuna doğru eğilmiş duran adam onu farketmişe bile benzemiyordu Hayvan hâlâ hızını alamamış,koşup duruyordu. Öbür fil hiç kıpırdamamış, patikanın çıkışını kesmiş bekliyordu. Andrew ciğerlerini patlatırcasına bir kez daha bağırdı. Adam onu duymamış olamazdı, ama gözlerini bile yere indirmemişti. Andrew Carmer birden her şeyi anladı. İki fil buraya onu öldürmek için gelmişti. Hintkirazı ağacının hiçbir koruyucu özelliği yoktu. Daha ilk saldırıda, ağacı ve ağaçla birlikte Andrew’ü de yıkarlardı. İlk fil Land Rover’a ulaşmasını engelliyordu. Dehşetle kendinden geçerek Dagoba’ya doğru kaçmaya başladı. Bu yüksek otların arasında hiç şansı yoktu. Dagoba’ya varmayı başarabilse, geçici olarak kurtulabilirdi. Aptal gibi bağıra bağıra koştu: — Yardım edin! İmdat!.. Tek aldığı cevap arkasındaki korkunç ayak sesleri oldu. Fil yeniden saldırıya geçmişti. Genç Amerikalının sandaletleri çamura batarak kayıyordu. Yine de, sonunda ağaçlıkı o sız bir yere varabildi. Karşısındaki kumlu alanın ardında Dagoba yükseliyordu. Oraya ulaşabilirse kurtulurdu. Fakat ciğerleri yanıyor, ayaklarını kaldırmayı başaramıyordu. Panik bütün düşüncelerini altüst etmişti. Hayvanın gelmesini bekleyip son anda kendisini kenara atsa ufacık bir kurtulma şansı olabilirdi. Ama budala gibi dümdüz koşmaya devam etti. Arkasına bakmaya bile cesaret edemedi. Altında toprağın titrediğini hissediyordu. Filin hortumu kendisini havalandırdığında, Dagoba’dan sadece on metre uzaktaydı. Ümitsizce kemerinden bıçağını çıkartarak vücudunu tutan hortuma batırdı. Aletin ucu gri tüylerin arasına bir santimetre kadar girdi. Fil kızgınlıkla böğürdü, sonra da Amerikalıyı bütün gücüyle toprağa fırlattı. Andrew Carmer’ın son gördüğü şey, üzerine gelen fildi. Koskoca ayak boynunu ve omzunu demir pres gibi ezdi. Bağırmaya bile fırsat bulamadı. Ciğerleri kanlı parçalar halinde boğazından fırladı, korkunç bir kemik çatırtısı duydu. Hayvan fırlatmak için hortumuyla tekrar kaldırdığında, çoktan ölmüştü. Sonra, fil bir kez daha onu yüzünü paramparça ederek çiğnedi.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir