Gerard De Villiers – 48 Kampuc Vahseti

Gökyüzünden gelen bir uğultuyla SAS başını omuzlarınınarasına gömdü. 82’lik havan topu beyaz bir bulut oluşturarak elli metre uzaklıkta patlamıştı. Askerler sendelememişlerdi bile. Aynı anda bir M. 113, 50’lik ağır makinelisiyle Kızıl Khmerlerin siperlerini taramaya başladı. İlk hatlar buralardaydı, daha sonra sık bir orman ve seyrek savanlar uzanıyordu. Pnom Penh yirmi kilometre güneydeydi. Kutsal pirinç saati olduğu için şimdilik cephe sakindi. Malko, diğer askerlerden en az yirmi santim daha uzun olan General Ung Krom’a baktı. Kazınmış kafası ve pala bıyıklarıyla tıpkı Cengiz Han’a benziyordu. Üniforması çakı gibi üfülenmişti. Mareşal Lon Nol’ün sağ koluydu ve yaşlı mareşalin Pnom Penh’in merkezindeki konutundan ayrılmazdı. Birdenbire M.113’lerde.ki geri tepmesiz 106’lık toplar komünist mevzilerini dövmeye başladı. Etraf mahşer yeri gibiydi. Savaş 5 kameramanına rehberlik eden Çinli kadın yere çömelip kulaklarım tıkadı ve S AS’a sırıttı. Uzun siyah saçları, kalın dudakları ve iri gözleriyle çekici bir tipti. Malko birdenbire kendi kendine bu balta girmemiş Kampuç ormanlarında ne aradığını sordu. Kameraman Çinli kadınla birlikte komünist mevzilere ateş eden M. 113’lerden birine doğru umursamaz bir edayla ilerledi. — Bay Frankel nerede? diye sordu General Krom. — İşte orada, arabasına bir şeyler bırakmaya gitmişti, dedi SAS. Amerikalı hızlı hızlı onlara doğru geliyordu. Malko generalin Amerikalıya bakışını görünce şaşırdı. Adamın gözlerinde inanılmaz bir nefret vardı. Malko’nun kendisine baktığını görünce de toparlandı. Douglas Frankel nefes nefese yanlarına geldi ve generale: — Saldırıyor musunuz? dedi. — Hayır 105’lik topları bekliyoruz, dedi Kampuçyalı. Hükümet kuvvetleri saldırmak için asla acele etmezlerdi. Ayda 12 dolar uğruna askerler ölmeye pek meraklı değillerdi. Doug Frankel Malko’ya döndü. — Pnom Penh’e dönelim, sizi mültecilerin bulunduğu diğer yerlere götüreyim. Doug Frankel Central Intelligence Agency’ nin Güney-Doğu Asya’daki en parlak adamlarından biriydi. “Şirkef’in Fransızca, Çince, Taylandca, Vietnamca ve Kampuçya dilini bilen nadir ajanlarından biriydi… Ancak 22 yıldır Asya’da yaşaması sonucu, biraz çökmüştü. Yine de iyi bir profesyoneldi. Malko kan ter içindeki CIA sorumlusu Doug Frankel’in kendisinin buraya niçin gönderildiğini bilip bilmediğini sordu. Evrak çantasında kendisine verilmiş uzun ve çok gizli bir belge vardı. Bunu CIA’nın Güney-Doğu Asya sorumluları hazırlamışlardı ve son derece düşündürücü bir rapordu. Malko’nun ABD yardım komisyonu üyesi ve acil yardımın gereğince yapılıp yapılmadığını denetlediği sanılıyordu. İşe, Pnom Penh yakınlarında Mekong’a dökülen Tonle Sap kıyısında mevzilenmiş General Krom komutasındaki Kampuç hükümet kuvvetlerini ziyaretle başlamıştı. Her gün çok sayıda mülteci geliyordu ve bunların şu anda Pnom Penh’te 650.000 kişi olduğu sanılıyordu. Hükümet birlikleri her geri çekilişte komünistlerin saflarına katılmamaları için yöre halkını da birlikte götürüyordu. Devlet denetimindeki basın, sürgündeki Prens Sihanuk ile Pekin’in desteğindeki Kızıl Khemerlere karşı köylülerin kahramanca davranışlarını övüyordu. Cepheyi arkalarına alarak Doug Frankel’ in yol kenarına gizlediği Plymouth’una doğru ilerlediler. Bir havan topunun ikiye biçtiği büyük hindistancevizi ağacının yanından geçtiler. Buradaki çarpışmalar aylardır sürdüğü için balta girmemiş ormanlar bile büyük hasara uğramıştı. Dayanılmaz bir sıcak vardı. Yüz metre sonra bir kuyuya geldiler, Doug Frankel kenarına yaslandı ve içine tükürdü. — Çok sıcak, diye mırıldandı. Genellikle, konuşması peltekti. — Bu gerekli bir gezi mi? diye sordu Malko. Amerikalı gözlüğünü çıkarttı ve camlarını sildi. — General Ung Krom ile tanışmaktan memnun olacağınızı düşünmüştüm… — Doğru, dedi SAS. Amerikan hükümeti resmen Mareşal Lon Nol’ü destekliyordu. General Krom ise onun sağ koluydu. Ancak, her şey bu kadar basit değildi. Malko ClA’nın aylardır General Ung Krom’a karşı gizliden cephe aldığını da biliyordu. Onu Pnom Penh’te son darbeyi vurması için göndermişlerdi. — General Krom amacımızı biliyor. Benden daha şanslı olmanızı dilerim. — Doug, bu ülkeyi çok iyi biliyorsunuz. Üstelik dillerini de konuşuyorsunuz, eğer siz başaramadıysanız, ben… CIA bölge sorumlusu sözünü kesti: — Ama yine de sizi yolladılar… Benden de emrinize girmemi istediler. Bunun bir sebebi olmalı… Lafını tamamlamadı. Çok sıkılan Malko cevap vermedi. Douglas Frankel hakkında verilen “ÇOK GİZLİ” raporun muhteviyatını ezbere biliyordu. Langley Amerikalıyı ipin ucunu kaçırmakla suçluyor ve artık ona güvenilemeyeceğini bildiriyordu. Ama onu görevden alamıyorlardı. Ülkeyi çok iyi tanımasının yanı sıra, bölgede kuvvetli ilişkileri vardı. Yerine atanacak kişinin bu tür ilişkiler kurması aylar sürerdi. Oysa, ClA’nın süresi kısıtlıydı. Komünistlerle müzakerelerin başlaması için Kızıl Khmerlerin isteğine uyularak General Ung Krom’un öldürülmesi yeterliydi. îşin güç tarafı, ClA’nın bunun gizlice halledilmesini istemesindeydi. Mümkün oldu8 ğunca şiddetten kaçılacaktı. Arabasını 105’lik havan topuna ya da kimliği belirlenemeyen kişilerce yaylım ateşine tutulması söz konusu olamazdı. Vietnam Devlet Başkanı’na karşı giriştikleri harekâttan yeterince ders almışlardı. Ancak General Krom gibiler, sen istenmiyorsun git artık demekten de anlamazlardı. — General Krom ile sizin ilişkileriniz nasıl? diye sordu Malko. Birden tepelerinde uğultular oldu, birkaç saniye sonra her yandan mermilerin uçuştuğunu far kettiler. Doug Frankel akılalmaz bir süratle yere yatmıştı. — Siper alın! diye bağırdı Amerikalı. Malko yüzükoyun yere yattı. Sonra her şey başladığı gibi bitti. — Neyse atlattık, dedi Avusturyalı. Doug Frankel şaşkın bir halde başını salladı. — Garip. Ateş eden bir M 16 idi. AK 47’nin gürültüsü değildi. — M 16’ha? — Bu silahın komünistlerde olduğunu sanmıyorum. — Kimdi öyleyse? — General Krom. Fazla gayret göstermemeniz için sizi ikaz ediyor. Bunu bir bakıma Asya usulü savaş açma olarak da kabul edebilirsiniz.,. Bizi öldürmeyi amaçlamıyordu… — Yine de bu onun için kolay olurdu. — Ama “Şirket”in hiç hoşuna gitmezdi. Kampuçya’nın Amerikan yardımıyla yaşadığını unutmayın. Günde bir milyon dolar verirseniz, doğrudan üstünüze ateş açamaz- lar… Eğer Krom bizi öldürmeye niyetlenirse, bu çok daha vahşice olur… Doug’un siyah Plymouth’u yabani muz ağaçlarının altına gizlenmiş, şoförüyse çukurda uyuyordu. Amerikalı ona seslenince adam uyandı ve kapıları açtı. Pnom Penh’teki tüm ABD Elçiliği görevlilerininki gibi, onun arabasında da camlar küçük silah mermisine ve bombalara karşı üç santim kalınlığında pleksiglasla kaplı, kapılar çelik takviyeliydi. Doug Frankel alnını sildi, havalandırma cihazı Plymouth’un içini serinletmeye başlamıştı. — Akşam Monivanh’dan bu adiliği yapanın Krom olup olmadığını öğreniriz. Araba hızlandı. — Monivanh da kim? dedi Malko. — Kameramanın yanındaki kız. Çinlidir, çok az İngilizce ve Fransızca bilir. Savaş muhabirlerine rehberlik yapar. Her yere girip çıkar ve Pnom Penh’te olup biten her şeyi bilir. — CIA adına mı çalışıyor? — CIA onun umurunda bile değil. İhtiyacı olunca para veriyorum, hepsi bu. Bu kadın da ölümle oyun oynayanlardan biriydi. Plymouth ormandan geçen yolda ilerlerken Doug Frankel uyukluyordu, Malko’nun kulaklarında ise hâlâ patlayan topların gürültüsü uğulduyordu. Uzun uçak yolculuğunun yol açtığı yorgunlukla gözlerini kapattı. 1970 Devrimi’nden sonra adı “Pnom” olarak değiştirilen Royal Oteli’ne varmak için sabırsızlanıyordu. Motor gürültüsüyle gözlerini açtı. Karayolundan çıkmışlar Pnom Penh’in kenar 0 mahallelerinde ilerliyorlardı. Yolun solundaki Tonle Sap sapağında yıkılmış ve taşıyıcı ayağı nehre düşmüş büyük bir köprü gördü. Birbirini dik kesen sokak ve caddeleriyle Pnom Penh, sanki Amerikalılar tarafından kurulmuştu. Tek eksiklik, gökdelenlerin olmayışıydı. Üç veya dört katlı modern binalarla bakımlı bahçe içinde villalar vardı. Asya’ya has tek görünüm ise Çin’e özgü sokaklarıyla çarşının bulunduğu ve ticaret merkezi olarak kabul edilen mahallede vardı. Plymouth yavaşladı ve sola saparak “Pnom” un bahçesine girdi. Sanki savaş çok uzaklardaydı. Havuzun kenarında yosmalar dolaşıyordu. Cepheden dönen birkaç foto muhabiri korkularını unutmak istercesine viskilerini yudumluyordu. Savaşa rağmen Pnom Penh’te herhangi bir kısıtlama yoktu. Doug Frankel Plymouth’dan indi ve SAS’a: — Sizi altıda alırım, ciddi olarak çalışmaya başlayacağız, dedi. Şu Krom denilen alçak bizi dilim dilim doğramadan harekete geçmeliyiz. II. BÖLÜM Malko klimaya rağman kan ter içinde kalmıştı. Beyaz eldivenli sessiz Kampuçyalı garsonlar müşterileri ellerinden geldiğince memnun etmeye uğraşıyordu. SAS Pnom Penh’te böylesine bir manzarayla karşılaşacağını hiç ummamıştı. Erkekler kravatlıydı. Kadınlar da ya sampot* ya da uzun elbise giymişlerdi. Malko’nun yanındaki masada oturan Kampuçyalı kadının çatalı havada kaldı. — Silah sesleri Tonle Sap yönünden geliyor, büyük adaya girdiler, dedi kadın. Malko top seslerini dinledi. Arada sırada 50’lik makineli sesleri de geliyordu. Pnom Penh’te yaşamın normal sürmediğini gösteren tek işaret bunlardı. Kızıl Khmerler haftalardır ablukayı kaldırmıyor, silah sesleri gece daha rahat duyuluyordu. Yan masada ev sahibi Malezya ataşesi Mali (*) Geleneksel Kampuç giysisi 2 Kuala ayağa kalktı ve misafirlerini kahve servisinin yapıldığı havuz başına götürdü. Yerlerde Tayland malı rahat şilteler seriliydi, Mali Kuala çok çekici bir fiziğe sahipti. Malko” onun diplomatik dokunulmazlık sayesinde Pnom Penh’i sömürdüğünü düşündü… Adamda kadınların kayıtsız kalamayacağı bir cazibe vardı. Yanındaki çıkık elmacık kemikli, dolgun dudaklı ve menekşe rengi sampot giymiş Kampuçyalı kadın gözlerini bir an bile genç Malezyalı diplomattan ayırmıyordu. Malko tanıştırılırlarken kadının çok ince ellerine ve herbiri yüzüklü parmaklarına büyülenmişti. Sampotun altına hiçbir şey giymemişti. SAS Doug Frankel’i aradı, Amerikalı ev sahibiyle konuşuyordu. Yemek öncesinin saygın havası yavaş yavaş ortadan kalkmış, kadınların gözleri parlamaya başlamıştı. Artık patlamalar bile kimsenin umurunda değildi. Malko bu güzel gecede burada zevk alemine dalanların birkaç kilometre ötelerinde 105’lik toplarla parçalanan askerleri düşündü… Doug Frankel sırıtarak SAS’a yaklaştı. — Memnun musunuz? — Yatağımda olmayı tercih ederdim… Elindeki tepside kuru pasta olan bir hizmetkâr geçti. Malko bir pasta aldı. Kampuçyalı gider gitmez CIA sorumlusu kulağına eğildi ve: — Şayet ayık kalmak istiyorsanız onu atın, dedi. — Niye? — İçinde mahalli afyon olan “ganşa” var. Dostumuz Kuala misafirlerinin kompleksleİJ rinden kurtulmalarını ister… Malko pastayı attı. — Bu gece buraya niçin geldik? — Planımızla ilgili hayati önem taşıyan bir bilginin doğruluğunu araştırmak için Kuala’yı görmem gerekiyordu. Kızıl Khmerlerde neler olup bittiğini bilecek tek kişi odur. Malezyalıların bir numaralı gizli ajanıdır. Karşı tarafa ait bir istihbarat ağını ortaya çıkarttı. Parası bol, işini biliyor, üstelik de Asyalı. Benden gizledikleri birçok bilgiyi ona veriyorlar, bunun sebebi de benim Amerikalı olmam. — Ne öğrendiniz? dedi S AS. — Kızıl Khmerlerin her şeyi kuralına göre oynadıklarını. Krom’a karşı Prens Sihanuk’u salıvermeleri istenmişti. Onlar da bu isteği yerine getirdiler. Kızıl Khmerlerin yeni şefinin adı Hien Sapman imiş. Artık eyleme geçmemiz ve General Ung Krom’u ortadan kaldırmamız lazım. Gerisi büyükelçimize kalmış bir şey. —Mareşal Lon NoPü tarafımıza çekmek imkansız mı? dedi Malko. Doug Frankel derin bir soluk aldı. — Bunu unutun. Mareşal Krom’a körü körüne inanır ve o ne derse onu yapar. Ayrıca batıl itikatları olan bir insandır. Malko’nun güldüğünü gören CIA sorumlusu ciddi bir ifadeye büründü. — Krom’u enayi sanmayın. Karıştırdığım işlerin kokusunu alır almaz arabama 500 gram plastik patlayıcı yerleştirdi. — Hiç de efendice bir davranış değil! — Üç gün kan işedim. Burnumdan ve kulaklarımdan geleni de cabası. Arabam zırhlı 14 ^plmasa hapı yutmuştum. Krom’u gizlice Öldürmenin bir kaplanı bıyığından sürüyerek kafesinden çıkarmaktan pek bir farkı yok. Aklınıza iyi bir fikir gelmesini dilerim, çünkü bu son şansımız olabilir. Sustu. Malko Amerikalının alnında ter damlacıkları biriktiğini gördü. SAS sinirlerinin zayıf olduğunu düşündü. Bunun çok gizli ve önemli bir harekâtta görev alacak bir CIA ajanı için tehlikeli olacağını hissetti. Amerikalının her halinden yeniden konuşmaya başlamak istediği belliydi. — Ha sahi, bugün bizi ıskalayan top ateşini Krom açtırmış. Monivanh generalin bir askere bu konuda emir verdiğini işitmiş. Herhalde bizimle alay etmek istedi… — Gidip bir şeyler, içelim! dedi SAS. Önce bir su sesi, sonra da kahkahalar yüzünden arkalarına baktılar. Mali Kuala elbisesiyle havuza girmiş, atlarken de Maddevi Şivarol adlı dilberi kendisiyle birlikte düşürmeyi ihmal etmemişti. Sudan önce Kuala çıktı ve kadına yardım etti. Sonra hiç rahatsız olmadan ayakkabı ve pantolonunu çıkarıp tekrar havuza atladı. Maddevi Şivarol da aynı rahatlıkla ıslanan sampotunu çıkardı ve kendini havuza bıraktı. Malko kısa bir süre de olsa, kadının yuvarlak dar kalçalarını farkedebildi. Tam suya daldıklarında 50’liklerden biri yaylım ateş açtı. — Yine başladı, dedi Doug Frankel. Burası Stalingrad ile Saint-Tropez’nin garip bir karışımıydı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir