Hakan Akdogan – Golge Yasatan

“Şimdi, hemen, her şeyi anlatsam kurtulabilir miyim? O korkuyu, o korkunun acımasız çağrışımlarının bedenime, düş gücüme verdiği hasarı, bilincimin derinliklerine yerleşmiş görüntülerin giderek yayılan yaralara dönüşürken hissettirdiği ağrıyı, karabasanlarımla durmadan kalabalıklaşan geçmişimin hiç hazırlıklı olmadığım zamanlarda karşıma dikilerek yarattığı sıkıntıyı, sancıları durmaksızın artan üzüntülerin yüreğimde bıraktığı izleri, ayrıntıları her seferinde değişen günlük küçük ölümlerimi tanımlayabilirsem rahatlayabilir miyim? Sanmıyorum. Sadece deneyeceğim. Sahibi olmayan, bedensiz bir gölgeyim ben. Benden geriye kalan, çocukluğuma ait renkli bir hüznü, bugüne kadar taşıdığım garip bir korkuyu, en önemlisi de o engel olamadığım tutkuyu anlatma çabası olacak. ‘Geçmiş güzeldi’, palavralarından atmayacağım. Sadece geçmişteki kötülükleri kolay unutmadığım için söylemiyorum bunu. Bugün de kötü. Gelecek de kötü olacak. Unutkanlık hastalığına kapılmış bireylerden kurulu, toplumsal belleğini yitirmiş bir kalabalıktan öteye gidemeyen insanların içinde geçmişe özlem duymak, suçlardan örülü yaşam duvarına bir tuğla daha eklemekle eş değil midir? Eklemeyeceğim.” Ses kayıt cihazını kapattı. Küçük kırmızı ışığı, pilin bittiğini işaret ediyordu. Söylediklerini düşündü. İyi bir giriş yaptığından emin olmak istiyordu. Dinlemek için bandı geriye sardırdı. Numaratör sıfıra gelince durdurdu.


Sesini dinlemek için düğmeye bastı. Elinden geldiğince gizemli bir ton yaratmaya çalışmıştı. Sesinin rengini beğenmedi, ama söyledikleri başlangıç için tatmin ediciydi. Düğmeye basıp teybin kırmızı ışığını söndürdükten sonra düzensiz aralıklarla yanıp sönen sokak lambalarının yansıyan sarı ışığından başka bir renk kalmamıştı. Ev sadece koyuydu. Koyu, tanımsız bir renkti. Karanlığın, salt karanlığın rengi olmalıydı bu. Ölüm sessizliğini evin alt katından gelen bir gıcırtı bozuyordu. Zaten ses öyle düzenliydi ki zamanla sessizliğin bir parçası oluyordu. Sessizlik, kibriti yaktığı anda yırtıldı. Sol elindeki dikdörtgen kutunun sağ yanına kibriti ateşlemek için yerleştirilmiş zımparaya benzeyen kâğıda kibritin ucundaki ateşleyici maddeyi sürttüğü anda çıkan ses, uzun süredir içinde bulunduğu sessizliğin aslında ne kadar derin olduğunu fark etmesini sağladı. Bir anda parlayan ateş gözlerini aldı. Karanlığı gördü kibritin aleviyle. Gözlerini kıstı. Az sonra içine düşeceği koyu rengi aydınlattı bir kibrit boyu ateşle.

Işıklanan duvarları izlerken küçücük odun parçasının çıtırtılarını bile duyduğunu sandı. Kibritin yanan kısımları karararak aşağı doğru eğildi, ateş, işaretparmağı ile başparmağını tehdit etti. Nefesiyle söndürmedi. Yangın teninde son buldu. İkinci kibriti çıkarttı kutudan. Yaktı. Pencerede, tavanda, eşyalarının karanlıktaki izlerinde gezdirdi bakışlarını. Beyaz duvarda siyah çerçevesini seçebildiği tablonun hafızasında canlandırabildiği ayrıntılarını bir araya getirmeye çalıştı. Birer kumaş, belki kâğıt parçasına dönüşmüş/dönüştürülmüş saatler/zaman asılmıştı ağaç dallarına, duvarlara. O ince bıyıklı marjinal adamın, Dali’nin çizimiydi. Bir kibrit daha. Az değil; yirmi iki çeşit çiçek bir araya getirilmiş köşede, her dalı farklı türden bir ağaç oluşturulmuştu sanki. En büyük olanın adı Franny’ydi. Onun hemen yanında biraz daha kısa olan Zoe’ydi. İkisini de birer hafta arayla almıştı.

Zoe ilk geldiğinde çok yalnızdı. Franny’yi yanı başına getirince canlanıverdi. Diğer çiçekler ise farklı zamanlarda aynı kişi tarafından armağan edilmişti. İsimleri yoktu. Dördüncü kibrit karanlığın yüreğine saplandı. Bir can taşıdığına inandığı sallanan sandalyeye dokundu. Yılların yorgunluğunu eklemlerinde hissederek arada bir çıtırdıyordu. Yüzlerce kitap okumuştu, yüzlerce kez uyuya kalmıştı sallanırken. Birlikte büyüdüklerini söyleyebilirdi. Son kibriti yaktı. İyice alevlenene kadar elinde tuttu. Halıya attı. Önce tüyler tutuştu hafifçe. Pis bir koku yayıldı. Ateş söndü.

Çiçeklere baktı. Franny’nin karaltısını seçebiliyordu. Ses kayıt cihazını ağzına doğru götürdü. Ortadaki büyük düğmeye dokundu başparmağıyla. Sanki başkalarının duymasını istemiyormuş gibi sessizce konuşuyordu. “Ayaz vardı. Bir de Timur. Ayaz arkadaşımdı. Timur kardeşim. Ayaz’la oynardık. Timur’dan korkardık. Pantolonlarımızın dizlerini yeşil yama varmış gibi boyayana dek çimlerde yuvarlanırlardık. Güzeldi yüzü. Gülüşü hâlâ aklımda. Beni de mutlu ederdi gülünce.

Rüzgâr estiğinde kollarımızı açar, derin derin nefes alırdık. Yağmur yağarken koştururduk bağıra bağıra. Uzaklardan gelirdi bulutlar, bilirdik. İyice ıslanırdık. Köpeklere, kedilere yemek artıklarını verirdik. İsim koyardık hepsine. Sonra unuturduk isimlerini, kavga ederdik. Biz severdik. Timur kovalardı. Bir şey diyemezdik. Kaçamaklara bayılırdık. Arada bir başımıza gelecekleri bilerek ortadan kaybolurduk. Her defasında beklediğimiz başımıza gelirdi. Öldü Ayaz. Hastaydı.

Konuşuyorlardı. Anlamadım. Zaten ‘sen anlamazsın’ demişlerdi. İnanmadım hasta olduğuna. Ayaz da inanmadı. İnandı da unuttu sanki. Ben mi unutturdum ona? Hep koştuk. Islandık yağmurda. Güldük. Bir süre sonra koşmak istemedi. Gülmek gelmedi içinden. ‘Olmaz’ dedi. Koşmuyordu, bağırıp çağırmıyor, ağaçlara tırmanmıyor, karşı mahalleyle oynadığımız maçlara katılmıyordu. Sıradanlığın dışında bir şey beklenemeyecek bir gündü. Dışarı çıkmadı Ayaz.

Öldü Ayaz. Odama kapandım. Babamın alkol kokan nefesi bile hırçınlığını yitirmişti. Ayaz’ın ölümü babamın anneme karşı saldırılarını bile dindirmişti. Timur sahte bir sevecenliğe bürünmüştü. Mutluydu sanki. Ama benim yanımda hiç konuşmuyor, beni hırpalamıyordu. İki gün sonra annem ceketimi, pantolonumu, gömleğimi ve papyonumu bıraktı yatağımın üzerine. ‘Giyin’ dedi titreyen sesiyle. Giyindim. Tek soru sordum anneme, tek cevap aldım. ‘Çocuklar cennete mi gider ölürlerse?’, ‘Evet, hepsi.’ Bir soru daha sordum, cevap alamadım. ‘Benim ölmemi neden istemiyorsun o zaman?’ Ayaz’ın mezarının başında insanlar ağladı. Bilmediğim bir dilde dualar okundu.

Sürekli topraktaki kabarıklığa bakıyordum. Orada mıydı? Gerçi toprağın kabarıklığı Ayaz’ın bedeni kadardı hemen hemen, ama garip bir his vardı içimde. Sanki başka bir yerdeymiş, bedeni toprağın altında değilmiş gibi geliyordu bana. Eve döndük. Bir daha Ayaz’ı görmedim. Artık sadece Timur vardı hayatımda.” Ses kayıt cihazını durdurdu. Yere bıraktı. Komiser yardımcısını düşündü. Bu aleti neden ona vermişti? Neden Timur’la ilgili her şeyi kaydetmesini söylemişti? Kızdı biraz. Önemli olan düşleriydi. Ama onlarla ilgilenmemişti. İlgilenmiş gibi görünmek için bir doktora göndermişti. Doktor bir defter ve kalem hediye etmiş, her şeyi yazmasını rica etmişti. Güzel bir kadındı.

Ama sadece mesleğinin gerekliliği nedeniyle yardım ettiğini düşünüyordu Kerem. Oysa içten olmalıydı. Öyle geçiştirilecek, küçümsenecek bir durum değildi bu. Zamanla fark edecekti nasılsa. Gurur meselesi yapmayacak, deftere her şeyi yazacaktı. Kibriti yoktu. Bildik sıkıntıların alışıldık etkileri oldukça hafif kalıyordu yaşadıklarını tanımlamakta. Düşleri daha saklanır saklanmaz sobelenmiş bir çocuğun kırgınlığıyla terk ediyordu bilinçaltını. Bitirilmemiş kavgaların, tüketilmemiş sözlerin ortasında kıvranıyordu çocukluğu. Yarım mutluluklara yamalak avuntular katıyordu. Bölük aşklara pörçük heyecanlar, kırık anılara dökük imgeler yapıştırıyordu. Yalan gülümseyişlere yanlış anlamlar yüklüyordu. Önüne bırakılmış bir top yaşam kumaşından elbiseler dikmeye çalışıyor, beceremiyordu. Kimileri yaşamaya bir “sanat” diyordu. Eğer öyleyse bu sanatın en kötü sanatçısı olmalıydı.

Evcilleşmiş gülümseyişi, gittikçe yabanileşen suskunluğuna yenik düşüyordu. Söylenememiş, anlatılamamış, daha da ileri giderse, hayata geçirilememiş düşler, hayallenmemiş sayılırdı; ifade edilmesi yasaklanmış düşüncelerin düşünce sayılamayacağı gibi. İşte Kerem’in düşleri de bunlardandı, hepsi ana rahminde ölen ceninler gibiydi; kaygan, kokuşmuş ve nefessiz. Kabuklanmış, ama içten içe iltihaplanmış cıvık yaralara benziyordu umutları. Bir ruhla çiftleşmiş bedenini yaşamın o azgın organına sunuyordu, istediği gibi kullanması için. Ona uygun görülmüş bir kavanozun içindeydi; kavanozu kimilerinkinden geniş, kimilerinkinden dardı. Sağı, solu, önü, arkası duvardı. Aslında Kerem kendisinden saklanıyor, kendisini sobeliyordu. Hem yeniyordu, hem de yeniliyordu. Bu adaletsiz döngüde bir iz bırakabilmek için, varlığını yaşama işaretleyebilmek, “ben de buradaydım diyebilmek” için çırpınıyordu. Kurtulmak için kelimelerden kayıklar yapıyordu. Batıyordu. Uzaklara bakıyordu. Işıkları parıldayan bu durgun kentte, sessizce yağan dingin bir yağmurun, içinde bir yerlere işleyen o eşsiz kokusunu duyarak, küçüklüğünden beri onu koruduğuna inandığı karanlıktaki vazgeçilmez huzurla hayatın tam ortasında duruyordu. Bu kentte, bu köşeye bucağa sinmiş yaşam kaçkınlarının, hayat kapanlarından her seferinde ucu ucuna kurtulmayı başarabilen, ama her an kapana yakalanmaya aday alkoliklerin, gözlerinin feri kaçmış orospuların içinde, uzaklara bakmak umut veriyordu kimi zaman, kimi zaman da korku.

Kaybettiği, kaybetmemek için çaba harcamadığı, ellerinden kayıp gitmesine izin verdiği günler eskidikçe hissettiği sızı derinleşiyor, boğazındaki düğüm büyüyordu. Sanki zaman, anıları aşındıracağına yüreğini törpülüyordu. Yağmur sokakları, kaçışan insanları, pencereleri, düşüncelerini ıslatırken İlgü’nün gözlerini düşlemeyi kolaylaştırıyor, saçlarının kokusunu anımsatıyor, varlığını, yaşadıklarını gerçekliyordu. Bu kenti biraz daha çekilir kılıyordu. Geceydi. Küçüklüğünden beri üzerine nasıl çöktüğünü bir türlü anlayamadığı yalnızlık saplantısı üşüşmüştü yine bedenine, bedeninden çok düşlerine, düşüncelerine. Geçmişi, geçmişten gelen görüntüleri, rüyalarına giren acılarını tanıdığı adamın gözlerini unutmaya çalışmak yetersizdi. Kendi yaşamı kadar gerçekti hayalleri. Ürkütücüydü. Yerinden kalktı. Perdeyi kapattı. Ortalıktaki ufak tefek kutulara, dağılmış, belki de bilerek dağıtılmış kitaplara, yerlerinden oynatılmış mobilyalara ve o çok sevdiği masaya dokunmadı. Sıkıntılıydı. Boğucu sıcakta aşağıdan gelen ses ile dışarıdaki sokak lambasının koyu sarı ışığı daha da belirginleştiriyordu yalnızlığını. Özlüyordu, bir şeyler eksikti, anlaşılmayan bir kopukluk vardı; unutulmuşluk, huzursuzluk verici bir karanlık.

Öyle canlı yaşıyordu ki o zamanı, uyandığında bir süre daha o adamın hayatından çıkamıyordu. Artık vazgeçemiyordu. Birkaç ay önce rüyasına giren adam kasığından bıçaklanmıştı. Onun etine nefretini saplayan ince bıyıklı, elmacık kemikleri belirgin, uzun boylu saldırganın nefesini hissetmişti yüzünde. Titreyerek uyanmıştı. Kasığında dayanılmaz bir ağrı duymuştu. Adamın nefesindeki koku günlerce silinmemişti hafızasından. Gördüğü, hayatını yaşadığı adama hayranlık duyuyordu, biraz da korku. Yine kitaplara bakıyor, İstanbul’un o zamana ait resimlerinin içinde yitip gidiyordu. Bir yandan kızı Yağmur ellerinden tutup odaya götürmek için çekiştiriyordu sanki. Sevişmeye başlamak için kur yapıyor gibiydi İlgü. Müziğin sesini açtı, yorgun sesli kadın yine aynı şarkıyı söylüyordu ağlamaklı. Duvardaki fotoğrafa takıldı, geçmiş kucaklıyordu Kerem’i, sarılıyor, öpüyordu. Öylece uzanıp kaldı üzerine uzanılmasını bekleyen yatağa. Eskiyi, hiçbir zaman kopmak istemediği, ama acılarına da bir türlü katlanamadığı geçmişi yaşıyordu.

Zaman ilerledikçe bu düşler, geçmişten kopup gelen bu imler yaşamını sarmalamaya başladı. Öyle gerçekti ki bunlar, sanki asıl yaşamı orada gizliymiş, gerçek yaşamda bir düşün içindeymiş hissini duyuyordu. Uykuya daldığında o yağız adamın yaşamının tam ortasına düşüyor, onun hissettiklerini hissediyor, acılarına ortak oluyor, aşklarını yaşıyor, heyecanlarına kapılıyordu. O mekânları en ince ayrıntılarına kadar görüyor, eşyaların ağır kokusunu duyuyor, o zamanın insanlarıyla konuşuyordu. Gündüzleri ise kendi dünyasına dönüyor, İlgü ve Yağmur’u aramaya koyuluyordu bu koca kentte. Bocalıyordu. Timur’un onlara zarar vermesinden korkuyordu. Yan tarafa döndü. Halının yanan kısmındaki sertleşen tüyler yanağını acıttı. Mutfak dolabının çekmecesinden iki tane mum çıkarttı. Ocağın yanındaki çakmakla yaktı. Masaya oturdu. Doktorun hediye ettiği kırmızı deri kaplı defteri açtı. Kalemi hazırladı. Belki bir hastaydı doktoru için, ama aynı zamanda da sadık okurları olan bir yazardı.

Doktoru rüyalarını yazmasını istiyordu. Hem doktorunu hem okurlarını mutlu edecekti. En iyi romanını yaratacağına emindi. Kütüphanenin üst tarafından aldığı ciltlenmiş ağır kitabı açtı. Yüzü ateş içindeydi. Başı dönüyordu. Kitabın 26. sayfasında durdu. İşte yine aynı şeyi yaşıyordu. Derin derin solumaya, ağlamaya başladı. Titriyordu. Soğuk terleri hissediyordu ensesinden omzuna doğru süzülen. Resimdekiler bulanıklaştıkça canlılıkları artıyordu. Romanı için uzun süre düşündüğü ismi zaten yazmıştı başangıç sayfasına. Devam etti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir