Hakan Akdogan – Nu Peride

Başımı önüme eğerdim âşık olunca; kimi zaman kaldırım taşlarını, kimi zaman yanımdan geçen insanları sayardım. Acı çekmeye razıydım, ölüp ölüp dirilmeye. Susamaya razıydım o zaman, ağlamaya, ağlarken titremeye, kendim olmaya sahtelik katmaksızın, kâbuslar görmeye, kâbuslarda ölmeye, öldürmeye. Evet, adam öldürmeye razıydım o zaman. Âşık olacaksam tam olmalıydım, acılardan kaçmadan, korkuların üzerine giderek, onları ezerek. Ölümcül hastalıklar gibi kanıma işleyen aşkları severdim ben. Gözlerimden yaş yerine diken akıtan aşkları severdim. –Acı çekmeden mutlu olmanın anlamı var mı ?– Adımlarıma yön vermeliydi aşk, düşüncelerime biçim. Kalçalarını davet edercesine sallayan bir orospunun rahatlığı olmalıydı benim aşklarımda, aynı zamanda uzun yoldan gelmiş bir yabancının ürkekliği. Başkalarına muhtaç bir bebeğin yüzündeki saflığın yanında yılların tecrübesini alnındaki kırışıklara sıkıştırmış bir ihtiyarın olgunluğu olmalıydı. Ortası olmamalıydı benim yaşadığım aşkın. “Acı” denilen o sinsi duygu bir büyüyle yerleşmeli, yerleştirilmeliydi içime çıkmamacasına, çünkü acı mutluluğun kardeşidir. Acı olmazsa mutluluk da olmaz. Sen gözlerinde bu büyüyü taşıyordun. Garip taşlarla ve deniz kabuklarıyla bir sürü mum ışığında yapılmış bu büyüye kapılan insanı içine çekiyor, eritiyor, yok ediyordun.


Eski zaman büyücülerinin ardında pusulanmış bir aşk besliyordun gözlerine bakanlara zehirli bir şarap gibi sunmak için. Mutsuzluk veriyordun en tadılmamış mutlulukların yanında. Bir yüreğin kaldıramayacağı heyecanlar vaat ediyordun isteyenlere karşılık beklemeksizin. El uzatışın, yıllar sonra anımsanmış mutlu günlerin adına verilen armağanlara eşdeğerdi. Uzak denizlerin kokusunu taşıyan teninde bir gizem saklıydı; bulunamamış, bulunamadıkça daha da artan bir tutkuyla aranmış yaşamın sırrı gibi. Yüzlerine gülümsediğin insanlar bu gülümseyişin izini taşıyordu ömür boyu. Teninde gezinen titrek parmakların verdiği iç titremelerinin karşılığını, masumiyetinin ardına gizlenmiş çekiciliğinle ödüyordun. İlk sarılıp yatıştaki masumiyetin şeker tadını yıllar sonra da hissettiriyordun. Uykusuz sokak gecelerinde mırıldanılan şarkıların içtenliğini sağlıyordun söyleyene. Tüm bunların yanında, aşkı acısıyla, kalleşliği ve sevinciyle kabullenip seninle birlikte olanlar karabasanları görmeye hazırlanmalıydılar her gece. Kalabalık kentimin caddelerinde onun bunun omzuna çarpmak istiyordum dalgın dalgın yürürken (yürüyebilsem). Kalabalığa karışmak, onun bir parçası olmak, bilmediğim sokaklarda kaybolmak istiyordum. Geceleri taşlı kaldırımlarda lambaların soluk sarı ışığını üzerime giyerek yürümek ve olur olmadık konuşmak istiyordum. Yapamıyordum. Utanmadan saygı kılığına girmiş bir acıma bekliyordu beni sokaklarda.

Beni sokaklarda kaçamak bakışlarla süzen gözler bekliyordu, benim gibi olmadığı için kendini şanslı varsayan bencil yaratıklar bekliyordu. –Onlar süngülerini hazırlamış mangalarca asker; ben süngülerine çiçek takan çocuk. Süngüye karşı çiçek, savaşmalıyız.– Benim dünyam iki metrekareden seyredilen bir sokak, birkaç ev, bahçeler, bahçelerdeki çocuklar ve sokak lambalarının soluk sarı ışığıydı. Bana en yakın canlılar, arada bir pencereme uğrayan kelebeklerdi. Yakalıyordum onları, sabırlı ve soğukkanlı hareketlerle. Kurutuyordum sonra bedenimde paketlenen düşmanlıkların verdiği intikam duygusuyla. Geceleri yalnızlığımı daha da uzaklarla paylaşabileyim diye bana hediye ettiğin teleskopla bazı yakın yıldızları seyrediyordum. Kraterlerinin güzelliğine kapılıyordum bazen. Arada bir, “Evet” diyordum, “birisini gördüm, bir kadını, hem de çok güzel bir kadını. Ay’daki evinden, evinin penceresinden, penceresinin önünde hiç kıpırdayamadığı koltuğundan bana bakıyor. Benim ona baktığım gibi !” “Papatyalar” diyordum, “suyu severler, yağmurda ıslanmayı.” “Papatyalar” diyordum sana en son. Sen de gülümsüyordun. Gülümserken tüylerin ürperiyordu rüzgârda.

Deniz kokusunu seviyordun en az hanımeli kokusunca. Gülümsüyordun ve gülümsemek senin için vardı. Oysa acı kemiriyordun, korku emiyordun yaşamın bin bir türlü memesinden. Yüreğin su topluyordu bir işçinin elleri gibi. –Önemli olan acılara gülümseyebilmektir.– Sen gittikten sonra pencerenin önünde öylece oturdum. Her gün keskin ışıklar yavaşça kızıllığa, sonra da karanlığa dönüşüyordu. Kimi zaman anlamsızca bakakalıyordum. Yokluğun varlığından kat kat fazlaydı, ama ben yokluğuna alışamıyordum. Seni bekliyordum. Biraz bitkin, biraz kırgın. Cesaretle ve korkuyla. Bir kenara itilerek ve o kenarda kinlenerek. Kızgın ama dingin, hep dingin. Başı öne eğik bir öfkeyle.

Kendi içinde patlayan bir acıyla. Seni bekliyordum. Pencereden bakıyordum. Pencereden bakarken koşuyor, düşüyor, kanayan dizlerimi ovuşturuyor, kan bulaştırıyordum her tarafıma. Renk renk toplara tekmeler atıyordum. Bir elimde uçan balonlar, çimlerde yuvarlanıyordum. Gülüyordum kahkahalarımı saklamadan. Rüzgâr tenimi okşuyor, yanaklarımdan birer öpücük alıyor, bedenimi sarmalıyor, ben bilmeden benimle dans ediyordu. Gelmeni bekliyordum ve gelmeni beklerken geçmiş inanılmaz bir ağırlıkla biniyordu sırtıma. Düşlerimi parçalıyor, kurduğum en güzel hayalleri yıkıyordu. Büyülü kelimeler bulamıyordum, büyülü sözler yazamıyordum. Kelimelerim sıradan ama “ben” doluydu. Heyecanlarım ve korkularımla basit “ben” dolu satırlar ve gülümseyişimdi sana tüm verebileceğim. Suskunluğumdu bir de, senden kurulu geçmişim, senden beslenen yaşamım. Yorgundum, düşünce yorgunuydum.

Hep güzel bir müzik duyuyordum pencereme sığan yıldızlara eşlik eden. Tenimde ılık bir rüzgâr güzel bir kadının parmak uçlarınca geziniyordu. Yıllardır tenimde kadın elinin gezmediğini düşünüyordum ister istemez. Şehvet denilen o yasaklı duyguyu yaşamak istiyordum, başkasıyla değil, başkasını düşünerek değil. Rüzgârda dans eden mumun orospu ışığında yıllar öncesine ait o günü anımsıyordum. Sen o gün, içinde bir yerleri acıtan o duygudan sıyrılmaya gelmiştin, yüreğindeki tortuyu törpülemeye, rahat nefes alıp vermeye. Bana sunduğun çıplaklık yalnızca bedenine aitti, sana değil. Sen kendi ellerinle sadece bedenini soydun, benliğini değil. Sen geçmişindeki karabasanla seviştin, vicdanını kemiren hatalarla; benimle değil. Hareketsizlikten incelmiş bacaklarımdaki pantolonu çıkardığında yüzünde beliren acıma yıkmıştı beni. Ben kollarında titrerken geçmişinden sıyrıldığını sandın. Alnından damlayan terleri zevke dönüştürebilecek sağlıklı erkeklerle sevişmeliydin. Olanlar senin suçun değil(miy)di, unutmalıydın. O günden sonra çok gelmiştin. Düzensiz aralıklarla ziyaret ettin beni.

Bazen çiçeklerle, bazen mumlarla. Bir keresinde teleskop getirdin, yalnızlığımı uzaklarla paylaşabileyim diye. Parktaki çocukları seyrettim, ağaçları ve sarhoşları. İtiraf ediyorum, kadınların bacaklarına baktım rüzgârlı havalarda uçuşan eteklerinden yararlanarak. Sokağın köşesine baktım gelişini umarak. Gülümsemeyi unuttum; yürümeyi ve sevişmeyi unuttuğum gibi. Zaten hep eksik olan bir şeyler vardı benim hayatımda, tamamlanması mümkün olmayan şeyler. Gülmek gibi, konuşmak, yürümek, sevişmek gibi. Son kez geliyordun, biliyordum. Ve ben gelişini teleskopumla resmîleştiriyordum. Sana vereceğim hediyeyi gözden geçirdim. Her gelişinde verdiğim hediye mutlaka bir öncekinden güzel olmalıydı. Bir keresinde alacalı bir kelebek kurutmuştum senin için ve sen almamıştın, “Bu kısacık yaşayan hayvanları böyle acımasızca öldürme !” diyerek. Bir keresinde de yüzlerce mantar şişe tıpasından yaptığım koca gemiyi vermiştim sana. Ya o aylarca biriktirdiğim karton kutuları ezip birbirine yapıştırarak yaptığım koltuk.

Büyük yaprakları vernikleyerek koltuğun yanına bir de küçük ağaç kurmuştum. Ama bu hediyem çok farklıydı. Yıllarıma mal olmuştu. Geliyordun ve ben pencereme sığan yıldızlara teşekkür ediyordum. Girer girmez bir öpücük kondurmuştun yanağıma. “Hediyen” demiştim sana sabırsızca, “aşağıda, mahzene inmeliyiz.” Yanağıma kondurduğun zoraki öpücükten sonra aynı zorakilikle sandalyemi indirmiştin aşağıya. Kasvetli, belki biraz korkutucu mahzende tuğlayla örülmüş duvarlardan birisinin önünde senin için hazırlanmış ve en güzel kuru çiçeklerle süslenmiş masanın yanındaki rahat koltuğa yerleşmiştin. Hiçbir şey söylemeden beklemeye koyulmuştun. Delirmemiştim. Tutkuyla sarıldığım geçmişin bir parçasını anlatmak istiyordum, sermek anlamsızca bakan gözlerinin önüne. Anlatmaya başladığım öykünün labirentlerinde önce isteksiz, sonra gönüllü gezinmeye başlamıştın. Hiçbir hediyeye bunca emek harcanmamıştır. 2 Gördüğü her şeyin –bir elma, bir kuş, semaver, duvar, bulutlar, balıklar, yelkenliler, camiler, mezarlıklar, Galata Kulesi, padişah (yine başarısız bir sefer dönüşü uzaktan görebildiği kadarıyla), dilenciler– resmini çiziyordu. Önüne geçilemez bir isteğe ve gizemli bir yeteneğe sahipti.

Gizemli bir yetenekti, çünkü resim konusunda en küçük bir eğitim almamasına rağmen resim dersleri alanlara örnek olarak sunulabilecek kadar mükemmeldi çizgileri. Üstelik öyle çocukluğundan beri oraya buraya çizmiyordu. Genç yaşta, durup dururken resim çizmeye başlamıştı. Atının kuyruğundan kestiği kıllar ve değişik tüylerle çeşitli boy ve kalınlıklarda fırçalar yapıyordu. Bazen çok az kişide bulunan, porsuk ve Sibirya sincabından yapılma fırçalar elde ediyor, bazen de ipek fırçalarla çalışıyordu. Tüm bunları resim sanatı üzerine yazılmış bir elyazmasından öğrenmişti. Malzemelerinin çoğunu kendisi sağlamak zorundaydı. Kâğıt üzerine çalışmaktansa keten ve kenevir bezleri yeğliyor, bunların gözenekliliğini azaltmak için de tutkallıyordu. Çok büyük zorluklarla elde edebildiği toz boyaları bir cam tabakası üzerinde saatlerce ezerek hazır hale getiriyordu. Yalnızca bir renk boyanın ezilmesi üç saatini alıyordu. İnsan ve hayvan tasvirleri çizmek yasaktı Osmanlı’da. Ama bu yasak, Saray çevresinde hep delinirdi. Halktan resim yapanlara genellikle manzara resimleri için onay çıkardı. Kimi ressamlar Avrupalı müşterilere el altından satmak için tablolarına Osmanlı yaşamından sahneler çizerdi. İnsan figürleri taşıyan bu tablolara gayrimüslimlere satıldığı için göz yumulurdu.

Boğaz resimlerinde insansız, hayvansız görüntüler olurdu. İstanbul için en önemli taşıtlar, Boğaz’ın can damarı kayıklar bu tablolarda yer almazdı ya da boş olarak resmedilirlerdi. Halil, baskı ve kısıtlamalarla geçen çocukluk döneminin ardından, heyecan ve cinsellikten tamamen uzak bir gençlik geçirdi. Gençliğinin bitimine doğru tek başına kaldığında, koca bir ev, koca bir ev dolusu eşya ve çok derinlerde bir yerlerde hissettiği yalnızlıkla kendini resme adadı. Gündüzleri uyuyor, geceleri resim çiziyordu. Kimseyi rahatsız etmemesine rağmen çevrede huzursuzluk uyandırmıştı. Babası Sadi Bey’in fırtınalı yaşamının durup dururken noktalanması ve annesinin aniden gidişinin Halil’i delirttiğini söyleyenler bile oluyordu. Babası Sadi Bey, zamanının çoğunu sarayda geçiren, padişahın sohbet etmekten hoşlandığı ve sık sık fikirlerinden yararlandığı bir adamdı. Pratik zekâsı sayesinde padişahın gönlünü, üst düzey yönetimin ise düşmanlığını kazanmıştı. Karısına ve oğluna pek zaman ayırmıyor, birlikte olduklarında da esrar ve şaraptan ayakta duracak halde olmuyordu. Karısını pek çok kez saraya götürmüş, önemli kişilerin karılarıyla tanışmasına olanak sağlamıştı, ama Halil’i saraya gitmesi için bir türlü ikna edememişti. Bir sohbet sırasında Sadi Bey, Halep’te bir sorun olduğunu ve padişahın buraya göndermek üzere bir heyet kurduğunu öğrenmişti. Bu heyetle birlikte Halep’e gitmek istediğini sohbet arasında ima edince olumlu yanıt aldı. Padişah, Sadi Bey’in heyete yardımcı olabileceğini düşünmüştü. Sadi Bey’in Halep yolculuğu ona ve ailesine yeni bir yaşamın kapılarını açtı.

Görüşmeler sırasında heyete ikram edilen kahveyi çok beğenmişti. İstanbul’da bulunmayan ya da çok az bulunabilen bu kahveden bol miktarda satın aldı. İstanbul’a çok daha önce giren kahve yasaklanmıştı. Halk bu nesneyi çok sevmiş, ama katı yasaklar sonucu çok kişi unutmak zorunda kalmıştı. Açılan tek tük kahvehaneler de kapanmıştı. Sadi Bey ne yapıp edip padişahtan izin koparmış, elindeki kahveyi satmaya başlamıştı. Çok kısa sürede elindeki mal bitti. Halep’e giderek yüklü miktarda kahveyle döndü. Bu şekilde büyük bir tiryaki kitlesi edindi. Kahvehaneler açılmaya başladı. Halkın kahvehanelere yoğun ilgisi ulemanın bu işe karışmasına neden oldu. Yasaklar peş peşe geldi, ama kahve tiryakilerini artırmaktan başka işe yaramadı. Sonuçta da delik deşik olmuş yasaklar kaldırıldı. Kahvehaneler yaban otu gibi bitmeye başladığında Sadi Bey inanılmaz bir servet sahibi olmuştu. Halil, babasının tüm ısrarlarına rağmen onunla birlikte çalışmıyordu.

Tüm dünyası çizmeye başladığı resimlerdi. Babasının kazandığı para ve başarıdan çok farklı şeylerdi Halil’in yaşamdan bekledikleri.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir