Hakan Akdogan – Ilismek

Bir türlü bitirilememiş, son cümlesi yazılıp kâğıda son noktasıyla birlikte keyifli bir gülümseyiş kondurulamamış onca hikâyenin yarattığı çağrışımların bu kez beni farklı bir noktaya sürüklediğini, geçmişin tortularının şöyle bir kıpırdandığını, küskünlüklerinin, yıkkınlıklarının, yenilgilerinin uç vermeye başladığını ayrımsıyorum. Eskitilmiş bir yıkımı dürtüklemenin, olanlar ile olduktan sonra anımsanmak istenmeyen ayrıntıların ortasında zaman geçirmenin ve kendini anlatmaya çalışmanın bu durmadan konuşan, bağrışan, koşuşturan insanların arasında (u)mutsuzluğumu derinden hissetmekten ve endişelerimi tetiklemekten başka bir işe yaramayacağını düşünüyorum. Kendimi anlatmak için yitik bir çocukluk, avare bir gençlik, kayıp bir geçmiş gibi arabesk tamlamalarla örülü tanımlamaları yaparken “Stairway To Heaven”ı dinlemek, Küçük Prens’i okurken Küçük İbo’yu dinlemek kadar saçma ve kanamalı değil mi ? Bunu yapmıyor muyuz ? Sen, ben, Küçük İbo, Küçük Kara Balık, Ünlüler Çiftiği, Pablo Neruda, gelinler ve kaynanalar… Hep birlikte yaşamıyor muyuz ? Bu bir çıkmaz değil mi ? Çıkmaz nerede, diye düşünürken başka bir çıkmaza giriyorum. Geriliyorum. Uç noktadayken gerilim; bir Xanax, bir Lustral, yarım şişe Passiflora, sonra gevşeme, sonra ter, sonra suskunluk, sonra dinlenme isteği. Yorgunum, o eski farklı adam değilim artık, öyle söylüyorlar. Kendime tahammülüm kalmadı, heyecanlarım eridi. Sanırım ben gerçekten o adam değilim ya da o adam ben değildi ! İnsan kendisi olmaya çabalıyor değil mi ? Ben neden kendim olduğumda kendimden sıkılıyorum ? Kendimi bulmak mı sıkıcı yoksa kendimdeki gerçeklerin diğerlerininkine benzemediğini görmek mi ? Kendim olduğumda, kendim olduğumu nasıl anlayacağım diğer yandan ? Yazarak mı ? Ben geceleri zulamdaki tekilayı içip derin bir sarhoşlukla yazarken başkalarının diliyle konuşmayı öğretiyorum kendime. Beş metrekare balkondan bozma odada duvarlara çarpıyor düşlerim, düşüncelerim. Söylemek istediklerimin defterini tutuyorum karanlığın örtüsünü üzerime çekip. Çoğu zaman çoğunluğun diline yabancı kalıyor benim dilim. Poplaşan, postlaşan, ultralaşan nesnelerle insanların dünyasında nerede duruyorduk, geçmişte ? Sevgilimin evinin terasından kentin ışıklarına bakarken yaşamdan istediklerimiz ile akşam treniyle Ankara’dan İstanbul’a gidip sabah treniyle dönerken konuştuklarımız, düşündüklerimiz, düşlediklerimiz gerçekleşti mi ? Umduğun kişi miyim ? Umduğum kişi misin ? Hayat Bilgisi yetti mi (u)mutlu olmaya ? Marazî bir yaşamın orta yerinde ödünç avuntular bulamıyorum. Beni bağışla Okur. Aramızda genişleyen fay… Sözcüklerimi çevreleyen zar… İçimde yükselen duvar… Çit… Beton… Çukur… Dikenli tel… Arabesk bir geçmiş… Kafkaesk bir şimdiki zaman… Ve ertelenen Pavesevari bir intihar… İşte kitabı yazarken karşıma çıkanlar… Özetle, iki ucu belli yaşıyoruz: Rahim çıkışı Toprak girişi Arası: (U)mutsuzluk, en baştan bitmeye mahkûm uyduruk mutluluklar, yüzümüze kapanan kapılar, her geçen gün kendisini tüketen birliktelikler, bozuk para gibi harcanan kişilikler, klişeler, her yerde klişeler, endişeler, normalleşen depresif ruh halleri, istatistiksel yalnızlıklar, matematiksel korkular, ölümü kanıksayan çocuklar, reklamlara endeksli alışkanlıklar, kültleştirilen poplar, poplaştırılan kültler, içi boşaltılan aşklar, en sıradan, en boş olanlara adanan adaklar, tapınılan kaltaklar, kutsanan pezevenkler, ödüllendirilen kişiliksizlikler, ortalamada yaşamaya tutkallanmış ahlaklılar, ellerine çanta verilmiş, üzerlerine güzel elbise giydirilmiş, çarpıcı kokular sıkılmış, renkli kravat takılmış, ileri derecede rapor, grafik, göğüs ve kalça analizi yapabilen etkileyici iş adamları, kimyasallarla yüklü çarpıcı iş kadınları, pazarlanan erotizm, siparişle yaşanan cinsellik, kanaması dindirilemeyen Yazarın geçmişe özlemi ve daha önce de söylediğim gibi Küçük İbo ve Ünlüler Çiftliği… Gecelerim kısalıyor. Daha az içebiliyorum en başta, daha az okuyabiliyor, daha az hayal kurabiliyorum.


Artık zaman daha hızlı ilerliyor sanki. Yelkovan akrebi daha çabuk geçiyor. Bu küçük odaya her girişimde uyuyup kalıyorum bu büyük beyaz koltukta. En kötüsü daha az yazabiliyorum. Var olmanın dayanılmaz esprisi, norm değerler içinde kalan saygıdeğer yaşamlar, sayısal niteliğini kaybetmiş spermlerin rahimde biçare gezintisi, en dıştan çerçevelenmiş özgürlükler, göstermelik sadakat, çürük yeminler, kullanım süresi dolmuş evlilikler, sevişmeyi sadece içine giren kamıştan ibaret sanan kadınlar, kamışını kadından kadına gezdiren adamlar, fantezilerini televizyonda anlatan ibneler, onları dinleyen öbür ibneler, yataklardaki kadınlar, banyolardaki adamlar, halılardaki spermler, sahte bir orgazmın peşinde çürütülen kişilikler, “götler”, kimilerinin plastik yüreklerinin müthiş taklit yeteneği, ellerinin ve gözlerinin karşısındakini oyan cerrah mahareti mıknatıs gibi çekerken senin kimyandaki demiri, ben üçüncü tekilin lirik yalnızlığında, kendimi tartaklıyor olacağım yine yazdıklarımla, sana doğru, senden içeri… Aslında bunca satırın özü başka bir şey anlatma ya da fark ettirme isteği. Benim aradığım bir “duruş”. Varlığımı gerekçeleyecek, varoluşçu bir “duruş” benim peşinde koştuğum; en azından metinlerimde… Becerebildim mi ? Hayır. Bu metin parçalarını bir öykü, bir novella, bir roman ya da bir anmalık olarak bir araya getirme düşüncesinin ucunda gizli duran başka hiçbir şey yok. Duruşumu göstermek dışında neden anlatmak istediğimi bilmiyorum. Aslında tam olarak neyi anlatmak istediğimi de bilmiyorum. Bildiğim tek şey nasıl anlatmak istediğim. Böyle parça parça, böyle kaygısız, böyle beğenilmek ve onaylanmak endişesinden uzak… 1 O odanın, Klimt röprodüksiyonlarıyla doldurulmuş kiremit rengi duvarların, kül rengi kadife perdelerle kapatılmış büyük pencerelerin, dört tarafından yukarı uzanan demirlere dolanmış tüllerle yelkenli gemiye benzeyen dev gibi bir yatağın, iki çekmeceli komodinin, yılların yorgunluğuyla arada bir çıtırdayan antika ceviz masanın, ahşapları oymalı bordo kadife koltukların, aslan pençelerine benzetilmiş ayaklarıyla koyu kahverengi sehpanın Asude’nin ölümüne tanıklık ettiğini düşündükçe olanları canlandırmaya çalışıyor: Yanında getirdiği o kırmızı ipek pijamayı giyiyor, pencereyi açıyor, yüzüne çarpan ılık rüzgârdan derin soluklar alıyor, televizyonu açıyor, herhangi bir kanalda bulduğu herhangi bir şarkıyı mırıldanıyor, küçük buzdolabındaki küçük viskişişelerinden iki tanesini açıyor, ikisini de içiyor, yüzü ekşiyor, kalan şişeleri pijamasının ceplerine dolduruyor, iki yastığı diklemesine yerleştirerek yatağa oturuyor, kutudan iki ilaç alıyor, bir şişe içiyor, ikiilaçbirşişeoşarkı, ikiilaçbirşişeoşarkı, başı dönmeye başlıyor, midesi bulanıyor, yerinden kalkamıyor, nefesisıklaşıyor, kusuyor, ateş basıyor, gözleri kapanıyor, düşler görüyor, ölüyor. Melek’in de midesi bulanır gibi oldu. Yüzü ateş içindeydi. Başını pencereden uzattı.

Birkaç kez derin nefes aldı. Cadde durgundu. Döndü. Odaya baktı. Asude’yi yatakta kusarken düşündü. Onun ölümünün ardından sadece mide bulantısı hissetmesi garipti. Saatine baktı. Ayaz gecikmişti. Lobiye inmeye karar verdi. Girerken sağ taraftaki koltukların ortasında duran büyük sehpanın üzerindeki gazeteler dikkatini çekmişti. Onları okuyarak vakit geçirebileceğini düşündü. 2 Otelin döner kapısından geçtikten hemen sonra, gözü sağ taraftaki bordo koltukta gazete okuyan kadına takıldı. Derin göğüs dekoltesi ve çıplak bacakları dikkat çekiciydi. Şişman bir iş adamını beklediğini düşündü. Resepsiyoniste gülümseyerek bakmaya çalıştı.

Adını ve rezervasyonu olduğunu söyledi. Gerekli formları doldurup anahtarını teslim alırken Melek Fer’in gelip gelmediğini sordu. Resepsiyonist tam bu sırada gözlerini koltukta oturan kadına çevirdi. Ayaz da o yöne döndü. Şişman ve kadına göre yaşlı sayılabilecek siyah ceketli gri pantolonlu bir adam yanaklarından öperek yanına oturdu. Kadın başını adamın omzuna koyduğu sırada şişman adam resepsiyona doğru baktı. Ayaz utanarak başını çevirdi. Arkadan adamın sesini duydu: “Buraya bir garson gönderir misin ?” Resepsiyonist öne doğru hafifçe eğildi. Telefona sarıldı. Garson çağırdı. “Melek Fer” dedi Ayaz. “Melek Hanım” diye tekrarladı resepsiyonist, “muhtemelen kendisi geldiği sırada arkadaşım burada görevdeydi. Kendisine sormam için birkaç dakika izin verir misiniz ?” Ayaz bu nazik sözler karşısında gülümseyerek bekleyeceğini işaret etti. Çantasını yere bıraktı. Oteli incelemeye koyuldu.

Sonra Asude’nin de bu kapıdan girdiğini, aynı yerde kayıt yaptırıp odasının anahtarını aldığını, ölmeden önce son dakikalarını burada geçirdiğini düşündü. Yüzünü hatırlamaya çalıştı. Onu en son dört yıl önce görmüştü. Aslında hafızasında beliren görüntüler çok eskiye ait. Zaman verebilmek için kullanabileceği tek kelime bu; “eski”. Mekân ise tam olarak anlatabileceği, gidip görebileceği, gösterebileceği bir yer. Bu kentte, bu kentin oldukça değişmiş, değiştirilmiş başka bir semtinde. Uzakta. Kalan; Asude’den ve kendisinden başka kimsenin ayrıştıramayacağı bazı ayrıntılar. Ayaz için kalıcı olanlar; sadece zamanın ince delikli süzgecinden geçebilenler. O büyük evin; odalarının, balkonunun, çatı katının ve çatının sesleriyle, suskunluklarıyla, heyecanlarıyla anlam kazandığını, belki de yaşamaya başladığını düşünüyor. Orada yaşanan korkular, ihanetler, doğumlar, mutluluklar, ölümler, kavgalar incitiyor onu, anımsadıkça. Bir burukluk, bir çarpıntı, küçük bir nefes darlığı, bir düğüm boğazının orta yerinde, bir gülümseyiş ve Asude’nin doldurulamayacak boşluğu… … Dayak, sivilceler, icra memurları, kanlı koridor, boşanma, yeniden evlenme, ölü güvercinler, kurşunlanan saksılar, kız kardeşinin ilk âdeti, kan bulaşmış koyun desenli mavi pijama, kolundaki irinli yara, tüten soba, defterler, ilk içkiler, ilk yazılar, soğuk oda, “n” harfi basmayan daktilo, duvardakisiyah beyaz Camus fotoğrafı…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir