Hakan Gunday – Az

“Yatırcalı piç gebermiş!” Uyanmıştı. Ama uykusu her nereye gittiyse, peşinden gitmek için canını verirdi. Duymaya devam etti. “Düşmüş, kafasını yarmış! Derdâ salağı da hâlâ uyuyor! Kalksana! Kalk!” Sesi tanıyordu. Nazenin’di adı. Babası altı yıl önce öldürülmüştü. Bir karakolu basmaya çalışırken vurulmuştu. Cenazesini almak için bütün ilçe ayağa kalkmış, özel harekâtın panzerleri sokaklarına girince de aynı hızla oturmuştu. Verilmeyen cenazenin hesabını sormak örgüte kalmış, onlar da roket atmak için geceyi beklemişlerdi. Ama ne gariptir ki, ilk vurdukları bina, İlçe Jandarma Komutanlığı’nın komşusu olan Nazenin’lerin evi olmuştu. Küçük bir hesap hatası, ölü evinin iki duvarını yıkmış, bir bebeği kundağıyla birlikte parçalamıştı. Sonuçta cenazeyi kimse alamadı. Hatta ortada bir cenaze bile yoktu. Çünkü adamın cesedi, saldırılan karakolun civarındaki mağaralardan birine düşmüş ve doğa tarafından alıkonmuştu. Örgütün ilçe sorumlusu Nazenin’in ailesinden defalarca özür dilemiş, ancak söz verdiği kan parasının sadece yarısını ödemişti.


Diğer yarıyı ise ilçe halkı, aileye itibar lirası üzerinden ödemeye devam ediyordu. Ziraat Bankası’ndan alınan krediyle iki duvarı onarılan ve yıllar sonra terör mağduru olarak aldıkları tazminatla iki oda ekledikleri evin en büyük kızı Nazenin’se, payına düşen itibarla, öğrencisi olduğu yatılı bölge okulunda koğuş ablalığı rütbesine ulaşmıştı. Bütün bunların yanında, kundaktaki bebeğin kız olması, bütün ilçe halkının da hemfikir olduğu gibi, kan davası çıkmaması adına büyük bir şanstı. Nazenin’in sarsmasıyla Derdâ’nın gözkapakları gözlerinden kayıp açıldı. “Senin Yatırcalı gece yataktan düşmüş. Kalk, Yeşim öğretmen seni çağırıyor.” Konuşmadı, sadece başını salladı. Yattığı yerde doğrulurken ayakları da yere bastı. Koyduğu anda çekti topuklarını. Başını kaldırıp, tepesinde dikilen Nazenin’e baktı ve beklediği emri aldı. “Temizle orayı da!” Tabanlarında ölen kızın kanı vardı. “Sana o çocuk altta yatacak, demedim mi?” Yeşim, yatılı bölge okuluna beş ay önce gelmişti. Yirmi iki bin metrekarelik alana kurulmuş okulu görünce adımları geri gitmiş, dört yüz otuz öğrencinin sadece dört öğretmenin sorumluluğunda olduğunu öğrenince de geri geri koşmaya çalışmıştı. Eğer beş yıldır herhangi bir okula atanmayı bekliyor olmasaydı, bu fiziksel açıdan zor hareketi de becerebilirdi elbet. “Sana söylüyorum, duyuyor musun beni?” Keşke “Velini çağır!” diyebileceği bir okulda çalışıyor olsaydı.

Ama bu okuldaki öğrencilerin velileri genelde ellerinde AK-47’lerle gelir ve “Sana iyi bakıyor muyuz, hoca hanım?” diyerek, istedikleri anda kötü de bakabileceklerini belirtirlerdi. Bu okulda tembel, yaramaz, kötü ya da haylaz çocuk yoktu. Bu okulda çocukların beyinlerini yıkayan ajan öğretmenler vardı. “Bebelerimizi bizden koparmaya geldiler!” denilen öğretmenler vardı. Babaları devletle savaştığı için tutsak alınmış olan çocuklara sosyal bilgiler, matematik ve Türkçe öğretilerek işkence ediliyor, çeşitli ödevler ya da yazılı sınavlarla ırzlarına geçiliyordu. Evlenme yaşı çoktan geçmiş olan on dördündeki bir kızın, kocası olacak yaştaki erkek hocalarla ne işi olabilirdi? Dinen de caiz değildi bu okullar. Ama ne yapacaksın? Örgüt her zaman kollamıyordu ki insanı! Devletle yalnız kalınca, kaçacak bir yer kalmıyordu. Tertemiz tezeklerden yapılmış evlerin önünde kuduzla oynayan çocukların ensesinden tuttukları gibi atıyorlardı Yeşim’in kucağına. O da açıyordu kollarını. Sonra bir de utanmadan, omuzlarından tutup sarsıyordu. “Derdâ, cevap ver bana! Sen ne yaptığının farkında mısın?” Ama cevap verecek bir Derdâ var mıydı? Kalmış mıydı? Derdâ’nın ne kadarı on bir yaşındaydı? Bacakları mı, tırnakları mı, yanaklarının kemirilmiş içleri mi? Neresi çocuktu? Örgülerinden buhar gibi sıyrılmış saç telleri mi, kabukları bir türlü bağlanmayan topukları mı? “Peki, Derdâ, öyle olsun. Şimdi, yemekhaneye git, kahvaltını yap. Şu elini yüzünü de yıka.” Derdâ ne kadar çocuksa, 26 yaşındaki Yeşim de o kadar öğretmendi. Çekti ellerini kızın cılız omuzlarından.

Son bir hamle yapıp üç parmağıyla tuttuğu çenesinden kaldırdı yüzünü. Göz göze gelmek bir işe yarardı belki. Bir ev kedisiyle bir sokak kedisi bir karış mesafeden bakıştılar. Pes eden Yeşim oldu. Kazanansa, Derdâ’nın kapalı dudakları. “Seninle sonra görüşeceğiz.” Küçük kızın kapının ardında kayboluşunu izleyen Yeşim masasının üst çekmecesini açıp sigara paketini çıkardı. Paketten bir sigara, bir de çakmak çekti. İkisini de yaktı. Ağzı yüzü duman oldu. Yeşim’in gözleri biraz daha yaşlandı. Birkaç nefes boyunca kaçıp gitmeyi düşündü. Binadan çıkmayı, bahçeyi geçmeyi, demir kapıların arasından yürüyüp köye doğru koşmayı, kasaba minibüsüne binip siktir olup gitmeyi düşündü. Birkaç nefes sonra da geri döndü. Cam kül tablasında ezdi sigarayı.

Söndü sandı. Ama hiçbir şey sönmedi. İki büklüm izmarit tütmeye devam etti. Bir daha denedi. Sonra bir daha. Karardı parmaklarının ucu. Kül yerleşti etle tırnağın arasına. Ama sönmedi sigara. Daha fazla da bakmadı. Gözlerini kapatıp beklemeye başladı. Ne olursa. Deprem, yangın, çığ, herhangi bir felaket. Her şeye nokta koyacak herhangi bir ilahi kalem ucu. Bekledi. Beklediği de oldu.

Odanın, çerçevesine küçük gelen kapısı vurulmadan açıldı. Gelen, müdür muavini Nezih’ti. Gözlüklü başını odaya sarkıtmış, mesai saatinde koltuğunda gözleri kapalı oturan genç öğretmene bakıyordu. “Yeşim Hanım, uyumanın sırası mı?” Gözler açıldı. “Kızın ailesi gelemeyecek. Köyün yolu kapalıymış. Mutfaktaki et dolabına koyacağız şimdilik. Jandarma gelene kadar. Siz de yemekhaneye inin, haydi. Çocuklar başıboş kalmasın.” Beklediği felaketlerden herhangi birine benzemese de, ölen çocuğun et dolabında saklanacağı haberi yeterince karanlıktı. Göğsünün altında ne varsa kasıldı. Midesi ve karnı birbirine kenetlenip taşlaştı. Bir heykel yutmuş gibi ağırlaştı bedeni. Ayağa kalkmadığını gören Nezih ısrar edecekti.

Etti. “Yeşim Hanım, kimsenin bekleyecek hali yok. Haydi!” Kül tablası hâlâ tütüyordu. Yeşim’in gözleri, yükseldikçe silinen dumanı takip etti. “Demek ki insanlar kendilerini böyle kaybediyorlarmış” diye düşündü. Bir daha da bir şey düşünmedi. Cam kül tablasını alıp Nezih’e doğru fırlattı. Kapı, koridora kaçan gözlüklü başa kalkan oldu. Yeşim’in boşalan eli ağır bir zımbayı yakaladı. O da kül tablasının peşinden gitti. Sonra bir kalemlik, bir not defteri, 500 sayfalık bir kitap izledi aynı rotayı. Son olarak da masadaki sınav kâğıtları havalandı. Uçuşmaya başladılar. Vahşi kuşlar gibi. Birbirlerine çarpıp düştüler.

Nezih’in sesi kapının kapatamadığı yerlerden geçip odaya giriyordu. “Yeşim Hanım! Kızım! Yeşim! Lan!” Bütün oda duyuyor ama Yeşim dinlemiyordu. Annesinin hediyesi bir takıma takıldı gözleri. Aynı renkten bir dolmakalem, tükenmez kalem ve mektup açacağı. Sapından tuttuğu gibi kaldırıp indirdi mektup açacağını. İndirdiği yerde taş olmuş karnı vardı. Ölseydi bir sorun yoktu. Ama ne yazık ki hayatta kaldı. Aynı gün içerisinde bir ölüm ve bir intihar teşebbüsüne ev sahipliği etmiş olan okul, kamuflajlı misafirlerini ağırlıyordu. Jandarma erleri çocuklarla şakalaşıyor ama çocuklar gülmüyordu. Yüzbaşı okul müdürünü dinliyormuş gibi yapıyor ama duymuyordu. Nezih iki parmağıyla şakaklarını ovuyor ama başı ağrımıyordu. Derdâ ağzındaki lokmayı çiğniyor ama yutmuyordu. Revirin tek sedyesinde yatan Yeşim’se ölmek istiyor ama yaşıyordu. Kararlar verildi, kararlar alındı.

Yeşim’le küçük ceset, jandarma tarafından ilçeye götürülecek, oradan da ne halleri varsa gidip görmeleri sağlanacaktı. Maddenin hallerinden biri de olağanüstü olandır. Olağanüstü haldeki okulun ağırlık merkezi, boşta kalmış çocuklar nerede toplanıyorsa oraya kayıyordu. Ani vuran dalgayla sallanan bir kayık gibi sağa sola yalpalıyor ve sadece bahçedeki Derdâ’nın midesi bulanıyordu. Diğerlerinin herhangi bir denge sorunu yoktu. Bu yüzden yere düşen tek çocuk Derdâ oldu. Denize düşer gibi. Boğulmadı ama dilini yutmasın diye yüzükoyun yatırdılar. Düşmemiş de uzanmış gibi. Kendine geldiğinde, Yeşim’in kokusunu aldı. Başını kaldırıp öğretmenini aradı. Ama revir boştu ve Derdâ, Yeşim’in kalktığı sedyede yatıyordu. Daha fazla ayakta tutamadı başını. Koydu yastığa. Arada saçları kaldı.

Başıyla yastık arasında ezildiler ama hiçbir tel sesini çıkarmadı. Çıkarsalar da Derdâ duyamazdı çünkü ağlamaya başlamıştı. Aynı gün içerisinde bir ölüm ve bir intihar teşebbüsüne neden olmuştu. Hınçtan kırışmış gözkapaklarıyla örtülü gözlerinden biri Yeşim’i, diğeri Yatırcalı kızı görüyordu. Belki fazladan bir böbreği yoktu Derdâ’nın ama vicdan ve vicdan azabı sayısı ikiye çıkmıştı. Çift vicdanlı ilk insan olarak tıp tarihine geçebilirdi ama bütün bunlar küçük bedenine biraz ağır gelmişti. Bu yüzden sedyeden kalkamıyordu. “Beni hapse atacaklar” diye mırıldandı. “Jandarma her şeyi öğrenecek, sonra da beni hapse atacak!” Oysa jandarmadan önce, Derdâ’nın korkması gereken başka bir kurum vardı. Dünyanın en eski kurumu: Aile. Ya da yarısı: Anne. Babası yoktu. Gitmişti. İstanbul’a. On iki yıl önce.

Annesini hamile bıraktıktan dört gün sonra. Bir daha da dönmemişti. Ama en azından insaflı davranmış ve karısını yalnız değil, hamile bırakmıştı. Allahın, imamın ve iki şahidin huzurunda evlenmişler, dolayısıyla herkes gidince geriye bir de Allah kalmıştı. Onun da kadına yararı, ancak hayatının sonunda olacaktı. Çünkü tek duası şuydu: “Allah canımı alsa da kurtulsam!” Beklediği mucize gerçekleşecek ve Allah onu duyacaktı elbette ama kadın, her şeyin derhal olmasını isteyenlerdendi. Bu yüzden Derdâ’yı satmak için de memelerinin şişmesini beklemeyecekti. Sabrı kalmamıştı. On bir yıl beklemişti. Bu on bir yılın ilk ikisi, yok olan kocasının ailesinin yanında, erkek doğuramadığı her akla geldiğinde küfür yiyerek geçmişti. Gerisi de kızını alıp kaçtığı ilçede, öğretmen evini temizleyerek. Kendini yeterince kirletmişti. Kaybedecek tek saniyesi yoktu. Öğretmen evinin üç katında iki büklüm kova kovalamaktan, sürte sürte dizlerini paralamaktan ve avuçlarındaki çamaşır suyu çukurlarından bıkmıştı. Yapması gereken, köye dönmekti.

Bir ev yaptırıp birkaç hayvan almak. Kızın da okumaya niyeti yoktu zaten. Hem okuyacak olsa okulun bahçesinde bayılıp kalır mıydı? Müdür muavini arayıp da, gel, kızına bir bak, der miydi? Minibüsün kaç para olduğunu biliyor muydu, o müdür muavini denilen herif? O mu parlatıyordu öğretmen helalarını? O mu öksürüyordu, ciğerlerine tuz ruhu çektikçe? Alacaktı kızı okuldan. Vermezlerse de kaçıracaktı. Bir yolunu bulurdu elbet. Sonra da köye giderdi. Aşiret kızıydı ne de olsa. Parası olmasa da Derdâ vardı. Akraba bir yol gösterirdi. Hem kim istemezdi ki on bir yaşındaki bir masumu? Hele bir ev, birkaç da hayvan parası versinler, geldiği gibi giderdi Derdâ. Anasını huzura erdirmek için kocaya varırdı. Evlatlık borcu… “Saniye abla!” Başını, yasladığı minibüs camından kaldırıp çevresine baktı. Daldığı hayallerden çıkıp şoföre parasını verdi. Dönüşte kızı kucağıma oturturum, bir de ona para veremem, diye düşündü, okulun kapısından girerken. “Yenge, kızın biraz hasta.

Ama korkma, kötü bir şey yok. Seni de buralara kadar getirttik, kusura bakma. Ama bir yüzünü görsün de memnun olsun çocuk.” Nezih’ti konuşan. Sıra Saniye’ye gelmişti. Konuşma sırası da, memnun olma sırası da kendisindeydi artık. “Alayım kızımı, muavin bey. Bir hafta bir köye götüreyim. Dinlensin çocuk. İyi eder, getiririm sana.” Nezih’in aklı Yeşim’deydi. Alışamıyorlar, diye düşünüyordu. Bazıları memleketin bu taraflarına alışamıyor. Belliydi zaten, diyordu içinden. Geldiğinden beri bir tuhaflık vardı kızda.

Deliymiş demek ki. İnsan kendini öldürür mü? “Ne diyorsun muavin bey?” “Ha?” “Kızı, diyorum. Bir haftalığına köye götüreyim.” “Köye mi? Yatırca’ya mı? Kapalıymış ama yolu.” “Yok, Kurudere’ye götüreceğim.” Sıkılmıştı Nezih. Uzatmadı lafı. Aklı Yeşim’deydi. Daha çok da göğüslerinde. Göğüslerine dokunduğu o gecede. Yeşim’in odasına girip başucundaki sandalyeye oturduğu gecede. Bir eliyle kızın ağzına, diğeriyle göğüslerine bastırdığı gecede. Yeşim’in açılan gözlerine, “Vurdururum seni, cesedini bulamazlar!” diye fısıldadığı gecede. Korkudan donsa da Yeşim’in titremeye devam ettiği gecede. Kızın yüzüne boşaldığı ve “Korkma, sikmeyeceğim seni!” deyip terk ettiği karanlık odadaydı aklı.

Ama gitmişti Yeşim. Kimi elleyecekti artık? Kim uslu uslu gidip yüzünü temizleyecek, sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranacaktı? Kim Yeşim kadar korkaktı? Son sınıftakiler mi? Yoksa daha küçükler mi? Sonra Nazenin geçti yanından. Nazenin ve sarı saçları. Niye olmasın, diye düşündü. Keyfi yerine geldi. “Olur, olur, al kızı git. Ama bak, bir haftayı geçirme.” “Allah razı olsun muavin bey.” El öptürmeyi sevmezdi Nezih. Omzundan tutup kaldırdı Saniye’yi. Güzel kadınmış, diye düşündü. Bir de çamaşır suyu kokmasa!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

Yorum Ekle
  1. natsume soseki( ardından kitabı

  2. Merhaba bı kitap arıyorum bulamıyorum sitenizde var?