Gerçi, hukuk bir üst yapı kurumudur. Ne var ki, hukuk kuralların! uygulayanlar, özellikle yargı görevlileri, karar ve davranışları ile alt yapı ilişkilerinin düzenlenmesinde büyük ölçüde etkili olabilirler. Örneğin, Yargıtay’ın toplu sözleşme ve grev konusunda aldığı içtihat kararları, işçi – işveren ilişkilerinde, sendikal çalışmalarda doğrudan etkili olduğu gibi, taşınmaz mal dalında, mahkemeler ve Yargıtay’dan çıkan kararların, mülkiyet düzenindeki işlevi inkâr edilemez. Bu denli güce sahip yargının adaletsizliği ise korkunçtur. Gerçekten, adalete güven sarsıldığı anda anarşi başlar, sokağın gürültüsü yoğunlaşır. Bir ülkenin millî eğitimi (bozulursa, bunun olumsuz sonuçları ancak bir kuşak sonra kendini gösterir. Silâhlı kuvvetlerin yeteneklerini yitirmesi, ancak bir savaş sırasında felâket doğurur. Yönetim yozlaşırsa bir süre örtülü kalabilir. Ama eğer, bir toplumda, yargı’da adaletsizlik yapılırsa çöküntü hemen başlar. Değerli bir hukukçumuzun, anlam olarak anımsayabildiğim bu sözlerine katılmamak olanaksızdır. Özellikle 12 mart yönetiminde, bir çok örnekle rine tanık olduğumuz yargı adaletsizliklerinden birini ve sanırım, yüreklere kurşun ağırlığı ile oturan en acılısını, Harun Karadeniz’in Cumhuriyet’te yayımlanan ve bir yaz gününün bitiminde başlayan öyküsünde yaşamış bulunuyoruz. Harun’un yüreklerimiz burkularak izlediğimiz öyküsünden edindiğimize göre, askerî yargı görevlileri, yasalara aykırı, sorumsuz ve adaletsiz kararları ile O’nu uzun süre özgürlüğünden yoksun bırakmışlar ve giderek vücudunu kemiren kansere yardımcı olmuşlardır. Gerçekten Harun’un yabancı ve yerli sağlık kurumlarından aldığı, Sağlık Bakanlığınca da onanmış raporlara dayalı isteklerinin «tutuklu sanıkların hastalık sebebi ile tahliyelerini mümkün kılan bir hükmün yasalarda bulunmadığı» gerekçesi ile savcılıkça reddedilmiş olması, meslekî yetersizlikten öte insancıl bir davranış da değildir. Şundan ki, Ceza Mahkemeleri Usulü Yasası’nın 399. maddesinde «Akıl hastalığına tutulan mahkûmlar hakkında hürriyeti bağlayıcı cezanın infazı, iyileştikten sonraya bırakılır. Diğer bir hastalık dahi, hürriyeti bağlayıcı bir cezanın infazı halinde mahkûmun hayatı için kafi bir tehlike teşkil ediyorsa bu hastalıkta dahi ayni hüküm tatbik olunur.» hükmünü koymuş ve 404. maddesinde «Cezanın infazına başlandıktan sonra hastalık münasebetiyle mahkûmun ‘hapishane hastanesinden başka bir hastaneye kaldırılması halinde hastanede geçirdiği müddet cezadan indirilir» hükmü ile de, en ağır cezaya çarptırılmış azılı suçluların bile sağlığını korumak gereğini duymuştur. Oysa tutuklu sanıklar daha suçlu bile değildir. Dava sonunda aklanmaları her zaman olanaklıdır. Nasıl ki, 8 Harun’da bir bölüm suçlamalardan aklanmıştır. Böy lece bir yanda suçluluğu saptanmış kişilerin sağlı ğını koruyup, suçsuzluğu olasılıklı tutuklulara ayni koruyuculuğu göstermemek ceza adaletine de ce zanın amacına da ters düşen bir tutumdur. Yasalarda tutuklular hakkında hüküm bulunmaması hukuki bir gerekçe olamaz.-Bilindiği gibi, usul hükümlerinin uygulanmasında kıyas geçerlidir. Böyle olunca Harun’un hiç değilse bir hastaneye kaldırılmasına karar verilmesi yasal bir zorunluk olarak ortaya çıkar. Bu açık yasal duruma karşın, kanser gibi insan sağlığı bakımından en öldürücü bir hastalıktan acı çeken Harun’u, 25 kişiyi barındıran 15 metrekarelik bir odada, tüm sağlık koşullarından yoksun biçimde yaşamaya zorlamak yargı’nın adaleti ile bağdaşmaz. Böyle bir karara imza koyacak kişinin hukuka da insanlığa da yararlı olabileceği düşünülemez. Denebilir ki, Harun’u yakalayan hastalık, O’nu nasılsa bir gün koparıp götürecekti. Belki öyle idi. Ama ne var ki, belki o zaman küçük Karadeniz babasının yiğit yüzünü anımsayacak bir çağda olacak, belki Harun birkaç kez daha yavrusunu kucaklayabilecek ve belki de, Harun özlemini çektiği, yolunda yaşamını yitirdiği mutlu günlerin muştusunu duyarak gözlerini kapayacaktı. Ama ne gam… Harun, elinde nar çiçeği tutan İmgesi ile belleklerimizde, yiğit devrimci davranışları ile yüreklerimizde yaşayacak, devrim tarihinde dört dörtlük bir temel taşı olarak yerini alacaktır. Cumhuriyet: 26-8-1975 9 MÜSTEHCEN ÜZERİNE MC Hükümeti ,Türk Ceza Yasasının bazı maddelerini değiştirmek amacı ile, yeni bir yasa tasarısını Meclis gündemine aldırmıştır. ı Silâhlı çatışmaların, işçi ve gençlik kesiminde giderek yoğunlaştığı, ülkenin ekonomik alanda dar boğazlara girdiği, dış ilişkilerde, önemli sorunların çözüm beklediği bir dönemde, bu sorunlara önlemler ve çareler aramak yerine, hükümetin, çıplak kadın resimlerini yasaklamak için yasa tasarısı hazırlama çabasında bulunması, halkımız için büyük bir talihsizliktir. Daha birkaç gün önce, işçi kesiminde çalışma barışını sağlayacak ve demokratik ilkeleri yaygınlaştıracak referandumu red eden bir siyasî iktidarın, böyle bir davranış içinde olması gerçekten üzücüdür. Hükümet her şeyi bir yana bırakmış, ahlâk dışı, müstehcen gerekçeleri ile, yeni yeni özgürlük kısıtlayıcı yasa tasarıları hazırlamaya koyulmuştur. Hükümetçe getirilen yeni tasarıya göre, Türk Ceza Yasasının, müstehcen yayınlarla ilgili 426, 427 ve 428’inci maddeleri değiştirilerek, çok geniş kapsamlı sözcüklerle yeni suçlar yaratılıyor ve bu yeni suçlara, iki yıla kadar varan hapis cezaları öngörü10 lüyor. Ceza yasamızın 426’ıncı maddesine, bu tasarı ile yapılan eklemelerle «Cinsel arzuları tahrik ve istismar maksadı ile halkın ar ve haya duygularını inciten, genel ahlâka a.ykırı» her türlü yayım, resim, film ve benzerleri, suç olarak kabul ediliyor ve cezalarda arttırma yapılarak 6 aydan başlayan hapis cezaları getiriliyor. Oysa, bugün, yürürlükte olan 426. madde, «müstehcen ve hayasızca» olan tüm yayım, resim ve davranışları ceza yaptırımı altına almakta ve bu eylemlere iki aydan iki yıla kadar hapis ve 15 liradan 500 liraya kadar ağır para cezası öngörmektedir. Burada bir noktaya değinmek isterim. Ceza yasamızın birçok maddeleri, değişen sosyal koşullar gözönüne alınarak, birkaç kez değiştirildiği halde, bu maddelere, 1926 yılından beri, yani ceza yasamızın kabulünden sonra hiç dokunulmamış ve buna gerek de duyulmamıştır. Atatürk’ün çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak amacı ile yaptığı devrimlerin koruyucusu olarak kabul edilip yürürlüğe konan, ceza yasamızın bu hükümlerini, 20. yüzyılın son yarısında, kadın – erkek ilişkilerinin matı rem İlk kisvesinden alabildiğine sıyrıldığı bir dönemde, «Cinsel arzuları tahrik» gerekçesi ile değiştirmek ve yeni suçlar oluşturmak çabaları, devrimler öncesinin karanlık günlerine duyulan özlem duygusundan başka bir anlam taşımaz. Nedir «Cinsel arzuları tahrik eden» eylem ve davranışlar? ÖRNEKLER Örneğin, ünlü ressam Georgio’nun Uyuyan Venüs tablosu (sanırım çoğumuz görmüşüzdür. Etli 11 canlı tüm çıplak bir hatun, yüzü bize dönük olarak yatmaktadır bu tabloda) cinsel doyumsuzluğu doğal bulunan benim Anadolu insanım için bir cinsel tahrik aracı olarak ‘kabul edilemez mi? Ya da, sahnede siyah elbisesinin biraz yırtmaçlı eteğinden beyaz bacağı görünen okuyucunun bu durumu, belki İstanbullu kişiyi tahrik etmez ama, Hakkâri ya da Konya’nın köyündeki gençlere nasıl bir etki yapar? Bu tasarının yasalaşmasından sonra, en öğretici filmlerde öpüşmek de mi yasaklanacak? Leonardo da Vinci’nin Mona Liza’sı, yüzünde büyülü bir gülümseme olduğu ve sanatçının bunu fırçası ile yansıttığı için ünlü bir yapıt olarak nitelenmektedir. Güzel bir kadının büyülü gülümsemesi de bir bakıma «cinsel tahrik» olarak kabul edilebilir. Görülüyor ki, eğer «cinsel tahrik» suç unsuru olarak kabul edilirse, bir çok sana t yapıtlarını yasaklamak ve Türk kadının geçmişin karanlığına gömmek gerekecektir ki, biz bu denli çağ dışı bir düşüncenin ürünü olan tasarının Cumhuriyet meclislerinden geçebileceğini sanmıyoruz. Tasarı, «genel ahlâka aykırılığı» da suç unsuru olarak getirmektedir. Nedir «genel ahlâk?» Bu geniş, içerikli deyim, uygulamada çelişkili mahkeme kararlarının oluşmasına neden olacaktır.
Hasan Basri Akgiray – Sancili Demokrasi
PDF Kitap İndir |