Radyodaki program yapımcısı saati söyleyince Sally isteksizce başını kaldırdı. Uzanıp transistorlu radyosunu kapattı, sonra zarif hareketlerle toparlanarak kollarıyla dizlerini kucakladı ve bir süre okyanusu seyretti. Shell Cove’un ucundaki Chiaman’s Beach hafta içinde çok güzel bir yerdi. Sydney’in girintili çıkıntılı kumsallarla çevrili koy ve körfezleri halkın akın ettiği hafta sonlarında ise başka bir alem olurdu. ‘Kayıtlara geçmiş en sıcak yaz olmalı’ diye düşündü. Güneşlenerek geçirdiği şu bir kaç saat içinde tam anlamıyla doğayla baş başa kalmıştı. Birkaç hafta sonra Noel’di ve daha şimdiden kentin kaldırımları alışverişe çıkmış insanlarla doluydu, sokaklardan ise bitip tükenmek bilmeyen bir trafik sesi akmaktaydı. Zarif bir hareketle ayağa kalktı, gözlüklerini çıkartıp yerde duran havlusunun üstüne attı. Güneşte iyice kızmıştı, okyanusun serin suları adeta onu çağırıyordu. Hafif adımlarla denize koştu, bedenini saran suyun ipeksi yumuşaklığı çok hoşuna gitti. Çıkmazdan önce bir süre daha sığlarda oyalandı. Bedenini saran iki minik kumaş parçası, gizlediklerinden daha fazlasını açığa çıkarıyorlardı. Görünümü konusunda iddialı değildi,her ne kadar babası tersini söyleyip onunla eğlense de, omuzuna inen altın sarısı saçları, ince ve biçimli vücudu, tatlı bir bronza dönüşmüş teni ve koyu mavi gözleriyle kendini pek çarpıcı bulmuyordu. ‘Tatlı babacığım,’ diye içinden geçirdi sevgiyle. Okulu bitirip de babasının, kentin dışında kalan Rose Bay’deki dairesine geleli sanki sekiz yıl olmamıştı. Tek çocuktu, daha o anaokuluna giderken annesiyle babası ayrılmışlardı, boşanma işlemleri biter bitmez yatılı okula yollanmıştı ve yaşamının büyük bir kısmı yatılı okullarda geçmişti. Tatillerde ise ya annesinin Double Bay’deki lüks yalı dairesinde ya da Rose Bay’deki dairede kalmıştı. Yine de şanslı sayılırdı, çünkü annesiyle babası onu bir tartışma konusu yapmamışlar, tüm iyi niyetleriyle dostça bir ilişki sürdürmüşlerdi. Ama tam annesine en çok gereksinim duyduğu o gençlik bunalımları devresinde annesi ani bir kararla yeniden evlenip Amerika’ya yerleşince, Sally bunalımlarıyla başbaşa kalmıştı. Normal eğitim süresi bittikten sonra iki yıl süren bir aşçılık ve yemek kursuna devam etmiş, üstün derecelerle mezun olmuştu. Son altı aydır Sydney’de bir yemek fabrikasında çalışmaktaydı. Mutfak hizmetçisi olarak başladığı bu işte, şimdi aşçı yardımcılığına kadar yükselmişti. Sally eşyalarının durduğu yere gelince düşüncelerinden sıyrıldı. Saç fırçasını alıp tuzdan sertleşmiş saçlarına bir çeki düzen vermeye çalıştı. Saçlarının boyu yaz aylarında bir dert oluyordu, ama her şekle girebilir olmasından da memnundu. Ne zaman mutfakta fırınla tezgahlar arasında mekik dokursa, hep tepesinde toplardı. Kolundaki saate bakınca, bikinisini kurutmak için zaman olmadığını gördü. Aslında bu pek de önemli değildi, arabada eve gidene kadar üstünde kururdu. Plaj şemsiyesini toparlaması birkaç dakikasını aldı, radyosunu, havlusunu ve okuduğu romanı yerden alarak elindeki plaj çantasına doldurdu. Gözüne gözlüklerini takıp ayağına deri sandaletlerini geçirdikten sonra yola koyulmaya hazırdı. Doğum gününde babasının hediye ettiği pırıl pırıl MGB-GT araba biraz ötedeki çim alanının ucundaki parkta duruyordu. Arabasına doğru yürürken düşünceleri bu akşam için tasarladığı menüye gitti. Soğan çorbası, arkasından coq-au-vin (Şaraplı tavuk), tatlı olarak da bol kremalı çilekli dondurma. Hazırlıklarının çoğunu sabahtan yapmıştı, ama yemeklere hakkını vermek için rahatsız edilmeden geçirebileceği bir süreye ihtiyacı vardı. Joseph Ballinger- arkadaşları içinde yalnızca Joe- sosyal yönü çok hareketli olan bir kişiydi. İnşaat mühendisiydi, kendi işini idare ediyordu ve misafir ağırlamaktan çok hoşlanırdı, bu nedenle de ayda iki kez, bazen de daha fazla yemek verdiği olurdu. Bu akşamki yemek de Sally’nin kendi elleriyle hazırladığı yemeklerden biriydi. Davetlilerin adlarını hatırlamaya çalışırken alnı kırıştı. Babasının akşam davetlerinde sık sık yer alan, yaşlı bir çift olan Oscar ve Olivia Nordestein’lar, Charles ve Andrea Bakersfield ve kızları Chantrelle. Arabaya gelince elindekileri arka koltuğa bıraktıktan sonra direksiyona geçip, kente doğru yola çıktı. Arabanın hareketiyle oluşan rüzgar sıcak tenini serinletirken ıslak saçlarını da dağıttı. Hava dayanılmayacak kadar sıcaktı!Arabanın içindeki hava akımını artırmak amacıyla havalandırmayı açtı. Sahili izleyerek kıvrıla kıvrıla giden yol boyunca irili ufaklı bir dolu koy vardı. Kendini, umduğundan da daha çabuk Sydney limanındaki köprüyü geçmeye hazırlanan trafiğin içinde buldu. Opera binasının görkemli görünümü onu her zaman etkilemişti. Jackson limanının pırıl pırıl parlayan sularına sırtını vermiş olan bu yapı tam bir sanar şaheseriydi. New South Head yoluna doğru arabayı çevirdi. Rose Bay’in golf sahasına yaklaşırken arabasının yalpaladığını fark etti. ‘İnşallah lastik patlamamıtır’ diye içinden dua etti, ama duası kabul olmadı, zira patlak lastiğin çıkardığı ses kulağına kadar geliyordu. Sıkkın bir hareketle sinyalini çalıştırdı, kaldırıma yanaşıp durdu. Bagajı açıp içerideki gereçleri ve sayısız gerekli gereksiz tıkıştırılmış eşyaların arasından stepneyi çıkarmaya uğraşırken yanıbaşında bir ses duydu. <> Bu ağdalı konuşan gür sesin sahibini görmek için başını yavaşça çevirdi ve kendisinden birkaç adım ötede duran adamın haşin ve alaylı yüzünü görünce afalladı. Adamdan yayılan hayvansal çekiciliği içinde duyunca sırtı hafifçe ürperdi. Üstüne giydiği ciddi takım elbise bile, içinde kıpırdılar uyandıran bu erkekçe havayı gizleyemiyordu.Kafasında tehlike çanlarının çalmaya başladığını fark etti, kaçıp saklanmak istiyordu. Becerebildiğince sakin bir sesle, <> dedi ve çekip gider ümidiyle ona arkasını döndü. <<Hanım hanımcık çabalamanızı seyretmek için durmadım,>> diye sertçe cevapladı adam. Konuşmasında, özellikle bazı sesle harfleri söyleyişinde, kulağa hoş gelen belli belirsiz bir aksan vardı. Sally alaylı bir havayla, <<Öyleyse, buyurun,>> deyip yana çekilirken, ilk kez üstündeki giysilerin yetersizliğinin farkına vardı. Çok iyi bir terzi elinden çıktığı her halinden belli olan ceketini sırtından çıkarıp uzatınca Sally’nin yüzünde beliren şaşkın ifadeyi gördü ve alaylı bir tarzda tek kaşını havaya kaldırdı. <<Şunu tutar mıydınız?>> Ceketi adamın elinden alıp koruyucu bir kalkan gibi önünde tuttu, ama neden böyle yaptığınıda pek bilmiyordu. Pahalı bir kumaştan dikildiği her haliyle belli olan ceketten burnuna doğru hafif bir erkek kokusu geldi. Kendi kendine kızararak bakışlarını arkasında duran arabaya çevirdi, önündeki panjurda parlayan Alfa- Romeo armasını gördü. Adamın stepneyi takması pek uzun sürmedi. Patlak lastiği bagaja atarken Sally birkaç kelimeyle teşekkür etti. Ama o önemsemezce omuzlarını silkip bagajda bulduğu işe yaramaz bir beze dikkatlice ellerini sildi. <> diye teklifsizce konuştu. Alaycı bakışlarıyla Sally’nin vücudunu baştan ayağı süzdü, minicik bikininin örttüğü göğüslerine gelince bakışları burada biraz uzunca durdu. Sally’nin uyuşmuş parmaklarının arasından ceketini aldıktan sonra elini uzatıp parmağını mayosunun üstünden hafifçe göğsüne kaydırdı. <<Sanırım güneş sizi fena yakalamış,>> O hafif dokunuş bile derisini yakmaya yetti, ateş değmiş gibi geri çekildi. <<Çek elini!>> diye öfkeyle soludu. Dözrt saat önce aceleyle arabanın arka koltuğuna attığı poplin bluzunu giymiş olmayı ne kadar isterdi, ama artık çok geçti. Tek istediği bu sıcakta pişmeden eve gitmek olmuştu, dikkati çekmemek ikinci planda kalmıştı, her nedense bunu pek önemsememişti. Adamın yumuşak bir kahkaha attığını duyunca daha da sinirlendi. İstediğini hiç çekinmeden elde eden bir insana benziyordu. <<Ciao, bianda,(Hoşçakal, sarışın dilber) Alaylı bir el sallamayla arkasını dönüp arabasına doğru yürüdü. Sally hışımla bagajı kapattı ve direksiyona doğru yürüdü. Sanki koşmuş gibi göğsü inip kalkıyordu. Şimdiye kadar karşılaştığı sinir bozucu adamlar arasında herhalde bu birinciliği alırdı. Onu çileden çıkartan son sözleri hala beyninin içinde yankılanıyordu. Onun Alfa-Romeo’suna binip de trafiğe karışmasından önce kornayla selamlamasına kasten cevap vermedi, yola koyulmadan önce de yine kasten bir kaç dakika bekledi. Arabasını park edip babasının oturduğu daireye çıkan merdivenleri tırmanırken bile için için köpürüyordu. Anahtarlarının arasından birini seçip kilide soktu, çevirdi ve hole girdi. <<Merhaba! Ben geldim!>> diye seslendi kapıyı kapatırken, ama hiç cevap alamayınca, holü geçip mutfağa girdi. On dakika sonra coq-au-vin tenceresi fırındaydı ve çorbanın malzemesi mutfak masasında hazır duruyordu. ‘Artık bir duş alabilirim’ diye düşündü. Odasında önce üstündeki poplin bluzu çıkardı, sonra odaya açılan banyo kapısından içeri girdi. Kısa bir duştan sonra tekrar odasına dönüp temiz iç çamaşırlarını giydi. Yatak odasında duran elbise dolabından desenli bir ipekli gece elbisesi seçip giydi ve fermuarını çekti. On dakika sonra saç kurutma makinasını elinden bıraktığında, saçları tepesinde bir topuz olacak kadar kurumuştu. Aceleyle sürdüğü nemlendiriciyi, dudaklarına sürdüğü ruj izledi, arkasından gözlerinin rengini iyice belirginleştiren farını ve rimelini de sürünce makyajı bitmiş oldu. Aynada son kez kendine baktı ve gördüğünden memnun kaldı. Ne giyerse giysin, Philip onu çok çekici bulacaktı. Yüzünü buruşturdu. Philip konusunda ne yapacağını bir türlü bilemiyordu. Özellikle son zamanlarda ona ona gösterdiği ilgi bir durum almıştı ve şu son bir kaç ay içinde muntazam aralıklarla ona evlenme teklifinde bulunmuştu. Öyleyse neden bir türlü kabul etmiyordu? Onunla bütünleşebilecek, yalnız onun için yaratılmış bir erkek yok muydu bu dünyada? Neden duyguları böyle bir bekleyiş havasındaydı sanki? Belki de bu düşündükleri yalnız romanlarda olmuştu. Yatak odasının kapısının vurulmasıyla içinde bulunduğu zamana döndü, hazır olduğunu seslendikten sonra kalkıp dışarı çıktı. <> diye babası ona haber verdi. Sally babasına tek heceli bir cevap verdi. <<Ooo, çok güzelsin şekerim,>> diye takıldı babası. Sally parmak uçlarına kalkıp babasının çenesini öptü. <> Gülümseyerek onun koluna girdi. <<Philip’e bir içki verir misin,lütfen? Mutfakta biraz işim var.>> Joe hafifçe gülümsedi. <<Sanırım seninle birlikte mutfakta olmayı yeğlerdi. Nordestein’larla Bakersfield’lar yarım saat sonra gelecekler.>> Kolkola salona girdiler. Yirmi beş yaşlarında, uzun boylu ve yakışıklı bir genç ona doğru kollarını uzatarak ilerledi. <> Eğilip Sally’nin alnına bir öpücük kondurdu. <> <> diye neşeli olmaya çalışan bir sesle konuştu Sally. <> Yanlarında öyle bir ustalıkla uzaklaştı ki, Philip kaşlarını çatmaktan başka bir şey yapamadı. Mutfağa girdiğinde rahat bir soluk aldı. Tanrım, ne oluyordu ona öyle? Neden başka bir gece değil de, bu gece böyle bir duygusal bulanıklık içine düşmüştü? Becerikli ellerle çorbayı hazırladı ve ocağın üstüne koydu, fırında pişen yemeğe göz attı, sonra yemek odasına geçerek sofrayı kurmaya başladı. Bir süre sonra yapmakta olduğu işe kendini iyiden iyiye kaptırdı. Bütün hamaratlığıyla çalışıyor, fırına yemek koyuyor, ocağın üstünde pişenleri karıştırıyordu. Yemekler pişip servis tabaklarına aktarıldıktan sonra konukların yanına geçti ve babasının verdiği içki bardağını aldı. <<Sally, bu gece ne kadar da güzelsin,>> diye ona kompliman yaptı Andrea Bakersfield. <> <<Üstünüze mümkün olduğu kadar az giysi giyin ve kendinizi yaptığınız işe tümüyle verin,>> diye cevapladı Sally gülümseyerek. <<Anne,>> diye alaylı bir sesle konuştu Chantrelle, Sally’yi inceleyerek. <> Bakışları Sally’nin saçlarına takılınca yapmacık bir neşeyle güldü. <<Sally, şekerim, akşam yemeğini hazırlamak seni çok yordu galiba, bak saçların hala ıslak.>> <> diye nazik olmaya çalışan bir sesle cevapladı Sally. <<Böylece serinkanlı kalabiliyorum.>> <> Chantrelle’in davranışlarına dayanacak gücünü yitirmek üzere olan Sally, Olivia Nordestein’ın araya girmesinden yararlandı. <<Tatlı olarak, kremalı,çilekli dondurma hazırladım,>> dedi. <> Bu akşam sende garip bir tedirginlik var,>> diye fısıldadı Philip yanına gelerek. Sally yapma bir gülümsemenin dudaklarına yayılmasına izin verdi. <<Bugün bir kaç saatliğine plaja gitmiştim. Belki de güneşin etkisidir ne dersin?>> <<YArın akşam operaya iki bilet aldım gelir misin?>> Onun dürüst ve yapmacıksız yüzüne bakınca, Sally kendinde onu reddedecek gücü bulamadı. <<Teşekkür ederim, çok memnun olurum,>> Philip’in yüz hatları gevşedi, kocaman bir gülümsemeyle yüzü aydınlandı. <> Yarın belki de olaylara daha değişik açıdan bakacaktı, ama bu gece, onun duygularına karşı saygılı olmak için kendini zorlaması gerekiyordu. İçi sıkılıyordu. Tatlı bir gülümsemeyle misafirlerin arasından sıyrılıp çorbayı almaya gitti. Joe de misafirlerini yemek odasına yöneltti. C Çorba nefis olmuştu, hele coq-au-vin bir harikaydı. Yemek pişirmekte ki ustalığını öven babasına kaçamak bir gülümseme yolladı Sally. <> diye Chantrelle övgüsüne başladı <> Şımarık bir çocuk gibi dudaklarını büküp gözleriyle çevresindekilere şöyle bir baktı. <<Eğer yüksek tabakanın ileri gelenleri arasında olursan, aşçının izinli olduğu gecelerde sana hizmete hazır bir lokanta her zaman için bulunur,>> diye Sally onu cevapladı. Cantrelle bir kahkaha attı. <<Doğal olarak, tatlım. Zengin bir kocaya göz kamaştırıcı bir eş olmaktan öte kendimi yoramam.>> <> <> dedi Chantrelle, <> <<Ağına düşecek bu milyonerin saçları dökülmüş, şişko ve elli yaşlarında olmaması için dua edeceğim,>> diye Sally yapma bir neşeyle konuşmayı sürdürdü, ama Cahantrelle’in suratı asıldı. <<İpek çarşaflarda yatmak, mink paltolar giymek ve her davete ayrı bir takıyla gitmek için insan çok şeylere katlanır.>> <<Sanırım tatlının sırası geldi,>> diye Sally ayağa kalktı. Bu masada bir kaç dakika daha oturursa, kendini tutamayıp Chantrelle’ya kaba bir söz edebilirdi. <> Sally başını Philip’ten yana çevirdiyse de gözlerini kaçırdı. Dondurmanın gerçekten nefis olduğunu biliyordu ama, bu övgünün onu pek etkilemediğinin de farkındaydı. <> diye ekledi Joe sevgi dolu bir sesle, sonra eliyle bütün misafirlerini içeren bir hareket yaparak, <> dedi. <> Chantrelle tatlı tatlı Sally’yi iğneliyordu. <<Sandığın kadar korkulacak bir iş değil,>> diye Sally güldü… Gülmekten başka ne yapabilirdi ki? Eğer ilkel kadınca içgüdülerine uymaya kalksa, Chantrelle’in saçlarını tutup çekerdi, hem de olanca gücüyle! <> Chantrelle’in iğneli sözleri her şeye rağmen gücüne gitmişti, bu nedenle bütün hıncını tencereden aldı ve onları pırıl pırıl parlayıncaya kadar ovdu. Aslında bulaşık makinası rahatça yapardı, ama bu sayede öfkesinin bir kısmı da geçmişti. Bakersfield’larla Nordestain’lar ayrıldıklarında saat on biri geçiyordu. Sally özür dileyen bir gülümsemeyle Philip’e döndü. <<İyi geceler,>> dedi nazik bir sesle. Gözlerinde ki düş kırıklığını görmemek için başını hafifçe çevirdi. <<Güneşte çok kalmaktan başım ağrıyor, hem saat de epeyi geç oldu.>> Öpmesi için yüzünü ondan yana çevirdi. Ilık ve nemli dudakların dudaklarına değdiğini hissetti. ‘Neden beni öptüğü zaman hiç bir şey hissetmiyorum?’ diye suçlu suçlu içinden geçirdi. Ama Philip’in öpücüğünün uyandırdığı duygu, bir ağabeyin ya da sevilen bir kuzeninkinden öteye gitmiyordu. Kapı Philip’in arkasından kapanınca rahat bir nefes aldı. <>
Helen Bianchin – Zoraki Ask
PDF Kitap İndir |
Okumak istiyorum