“Cristos.” Luc Dimitriades elindeki faksı kızgınlıkla masasına koydu. Son dokuz günden beri eşinin yaptıklarının raporu onu pek şaşırtmamıştı ama sadece bir tanesi gözlerini şüpheyle kısmasına neden olmuştu. Hemen cep telefonundan bir numara çevirdi. Karşı taraf hemen cevap verdiğinde, “Beni hemen Marc Andreas’a bağlayın.” “Doktor şu anda hasta muayene ediyor.” “Acil,” diye umursamadan konuşmaya kendini tanıtarak devam etti. “Benimle konuşacaktır.” Birkaç dakika sonra doktorun resmi onayını almıştı ve hemen yüz ifadesi sertleşerek telefonu yeniden eline aldı.Kısa ve net emirlerle planını hemen harekete geçirdi ve telefonu yerine koyduktan sonra pencerenin yanına gitti. Şehir ve liman enfes görünüyordu. Sydney’le özleşen köprüsü ve opera evi ofisinden görünüyordu. Bildik bir manzaraydı ama yine de bugün o bunların hiçbirinin farkında değildi. Yirmili yaşlarının başında çocukluk aşkıyla yaptığı evliliği, Emma’nın düğünden birkaç ay sonra bir kazayla vefat etmesi sonucunda bitmişti. Çektiği acı onun kendini işe vermesine ve çok başarılı olmasına neden olmuştu. Tekrar evlenmeyi düşünmüyordu. Birini sevmiş, kaybetmişti ve tekrar kalbini kaybetmek istemiyordu. Son on senedir birkaç iyi ilişkisi olmuştu, bağlanmak yok, boş vaatler yoktu. Anna’yla tanışana kadar. Yöneticilerinden birinin kızıydı ve dul babasına birkaç davette eşlik etmişti. Yirmi beş yaşlarında çekici, zeki ve harika bir espri anlayışına sahipti. Daha da önemlisi, onun konumundan ya da zenginliğinden etkilenmemişti. Birkaç ay çıktılar, birbirlerini yatakta da yi tanıdılar ve Emma öldüğünden beri ilk defa kendi ölümünü ve gittikçe artan varlığını düşünmeye başlamıştı… hayatını bir kadınla paylaşma ihtiyacı, çocuk isteği ve onlarla bir gelecek düşünmeye başlamıştı. Anna’dan daha iyi bir eş bulabilir miydi? Luc ona değer veriyordu, kendisi için çok uygundu ve ona imrenilecek bir yaşam tarzı sunabilirdi. Aile arasında yapılan sade bir düğünle töreninden sonra balayı için birkaç haftalığına Hawaii’ye gittikten sonra gündelik hayatlarına hemen alıştılar. Bir sene sonra ufukta görünen en yakın sorun yakın zaman içinde eşinden boşanmış eski sevgilisi Celine Moore olmuştu. Celine’nin özellikle yaptığı bazı şeyleri hatırlamak Luc’u germişti. Politik davranmaya çalışsa da Anna’yı rahatlatmakta başarılı olamamıştı. İki hafta kahvaltı sonrasında çıkan kavga büyümüş ve aynı günün gecesi Luc eve döndüğünde Anna’nın eşyalarını toplayıp Gold Coast’a gittiğini öğrenmişti. Anna ona bıraktığı notta birkaç gün düşünmeye ihtiyacı olduğunu yazmıştı. Sadece birkaç gün dokuz güne çıkmıştı ve Anna mesajlarının hiçbirine cevap vermemişti. Anna’nın babasına gittiğinde kızının onun da telefonlarına cevap vermediğini söylemişti ve Luc onun yalan söylediğini düşünmüyordu. Kız kardeşi ve iş ortağı olan Rebecca’da Anna’nın Gold Coast’da bir otelde olduğundan ama birkaç gün önce otelden ayrıldığından başka bir şey bilmediğine yemin ediyordu. Bu yüzden Luc’un özel dedektif tutmaktan başka çaresi kalmamıştı ve adam ona şu anda yazılı bir rapor fakslamıştı. Anna’nın davranışları Luc’un şüphelerini haklı çıkarmıştı. Yeni kiralanmış bir apartman katı ve iş kısa bir ayrılık demek olamazdı. Anna Luc’un onu uzun süre bırakacağını düşünmüş olamazdı. İç hat telefonu çaldı ve Luc masasına döndü. “Pilotunuz hazır ve arabanız da dışarıda hazır bekliyor. Siz eve dönene kadar Petros çantanızı hazırlayacak.” “Teşekkürler.” Bir saat sonra Luc uçakta emniyet kemerini bağlamış, kalkışa hazırdı. “Hadi öğle yemeğine git.” Anna gül buketine güzel bir fiyonk bağladıktan sonra kenara koydu. Main Beach’te ki şık çiçek dükkânındaki işinin üçüncü günüydü. Dükkâna yeni dairesine çiçek almak için girmişti ve dükkân sahibinin telaşlı yüz ifadesini görünce şakayla karışık kendini tanıttıktan sonra yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordu. Sadece Sydney’de bir çiçekçi dükkânına ortak oldunu belirtmedi. İnanılmaz görünse de, işe girmek doğru zamanda doğru yerde olmak kadar basitti. Görünüşe göre kader yine oyununu oynamıştı ama yine de sonunda Sydney’e, evliliği için dönüş yapmalıydı. Çantasını omzuna asarken kahkaha attı ve kaldırımda yürümeye başladı. Harika bir erken yaz günüydü, güneş ılık ılık ısıtıyor ve okyanustan tatlı bir esinti geliyordu. Tedder Avenue’da kafeler bayağı doluydu. Anna boş bir masa seçti ve oturdu. Siparişini verdikten sonra etrafı seyrederek zamanın tadını çıkarmaya başladı. Sydney’de de buna benzer yerler vardı ve birden doğup büyüdüğü şehri özlediğini fark etti. Ayrıca bir seneden az süreden beri evli olduğu adamı da kafasından çıkarması kolay değildi. Luc Dimitriades uzun boylu, geniş omuzlu ve her kadının dönüp dönüp bakacağı kadar yakışıklı bir adamdı. Buna biraz da çekicilik, kültür ve hava katılmış olduğunda sonuç inanılmazdı. Yunanlı anne babadan Avustralya’da doğmuş olan Luc üniversite yaşamından sonra bankacılığı seçmiş ve işinde hızla yükselmişti. Ülkenin en zengin ve ünlüleri için çalışıyordu. Anna’ya gelince, Luc’a bir kere bakması, ona çılgınca âşık olmasına yetmişti. Yoğun seksüel kimya ve elektrik. Yine de bundan fazlası vardı… çok daha fazlası. Hiçbir erkeğin onu etkilemediği kadar etkilemişti ve Anna ona delicesine âşık olmuştu. Bu yüzden evlenme teklifini kabul etmiş ve onun sadakatinden hiç şüphelenmemişti. Yerel gazetelerden biri Luc’la Anna’nın evlilik törenlerini baş haber olarak vermişti. Belki de zamanla Luc’da ona âşık olurdu ve bir seneye yakın süren bir evlilikte mutluydu. İlgili bir kocası vardı, seks muhteşemdi ve hayat güzel gidiyordu. Yeni boşanmış ve sevgili arayan… ve Luc’u yeni avı olarak gören Celine sahneye çıkana kadar. Anna yavaş yavaş kendine olan güvenini kaybetmeye başlamıştı. Celine Luc’a duyurmadan Anna’yı çıldırtmayı çok iyi başarıyordu. Aralarında bir ilişki olduğunu ve Luc’un iş gezilerinde veya yemeklerinde sürekli beraber olduklarını ima ediyordu. Kuşku ve şüphe kıskançlıkla birleşince birkaç hafta sonra sinire dönüşmüştü. Şu anda bile Celine’i düşünmek Anna’yı çıldırtmaya yetmişti. Luc’un tüm itirazlarına rağmen, aldatma Anna’nın bağışlayabileceği bir olay değildi. Kızgınlıkla söylenen sözler büyük bir kavgaya dönüştü ve daha sonra Anna birkaç telefon görüşmesinden sonra bavulunu topladı ve Gold Coast’a öğlen uçağına yetişti. Luc’a bıraktığı not dışında, Anna sadece tele sektere bir mesaj bıraktı ve bunun Luc’a yeterli geleceğini düşünmüyordu. “Anna.” Ses çok tanıdıktı, derinden gelmesine rağmen alaycı ton hemen fark ediliyordu. Altıncı hissi onu daha önceden hiç uyandırmamıştı. Böyle bir şeyin olacağını Anna hiç hayal bile etmemişti. Anna yavaşça başını kaldırdı ve kocasının bakışlarıyla karşılaştı. Ve istem dışı hemen gözlerini kaçırdı. Anna kendini savunmasız, korunmasız ve garip hissetti. Şu anda böyle hissetmek istemiyordu, en azından burada, kalbiyle değil mantığıyla düşünmek istiyordu. İmkânsız! Bir bakışı Anna’yı darmadağın etmeye yetiyordu. Bir insanı eşit derecede hem sevip hem de nefret edilebilir miydi? Ne hissettiğini haklı çıkarmak için birkaç neden düşünmeye çalıştı… Çelişkili duygular, hormonlar. Acıtma isteği, kendinin çektiği acı gibi. O zaman neden Luc’un kollarına atılmak ve dudaklarından öpmek için bu kadar dayanılmaz istek duyuyordu? Vücudunun sıcaklığını… Ama bunu yapmak yerine Luc’un yüz hatlarını incelemeye başladı. Delici bakışları olan koyu renk gözler, kaslı bir çene ve çıldırtan bir ağız. Güzel taranmış simsiyah gür saçları biraz uzamıştı. Takım elbisesi ve koyu mavi gömleğiyle ipek kravatı güçlü bir erkek olduğunu belli ediyordu. “Sana katılabilir miyim?” “Hayır dersem ne olur?” Luc hafifçe gülümsedi. “Ciddiye almazdım.” Anna ona dik dik baktı. “O zaman neden sordun?” Luc karşısına oturdu, garsona kahve siparişi verdikten sonra tüm dikkatini karısına verdi. Anna solgun görünüyordu ve biraz kilo vermiş gibi görünüyordu. Gözleri uykusuz kalmış gibi morarmıştı. Saçları her zamankinin tersine atkuyruğu şeklinde toplanmıştı. Luc’un cevap vermemesi Anna’yı daha da sinirlendirmişti. Ters bir şekilde, “Bitti mi?” diye sordu. “Hayır.” Anna’nın yemeğini bitirmeden tabağını ittiğini görünce, “Yemeğini bitir,” diye devam etti. “İştahım yok.” “Başka bir şey ısmarla.” Anna onun suratına bir şey atmamak için kendini zor tuttu. “Nerede olduğumu nasıl öğrendiğini sorabilir miyim?” Luc bakışlarından bir şey belli etmiyordu. “Bunun cevabı çok açık değil mi?” “Özel dedektif tuttun ve beni takip ettirdin?” “Bunu yapmayacağımı mı düşündün?” Garson kahvesini getirdiğinde Luc hesabı istedi. “Ben kendi yemeğimin parasını öderim.” Luc ona ters ters baktı. “Saçmalama.” Anna saatine baktı. “Ne istiyorsun, Luc? Kısa kesmeni öneririm. On dakika içinde işte olmalıyım.” “Hayır, gitmiyorsun.” Anna’nın bakışları Luc’a kilitlendi. “Hayır, ne demek oluyor?” “Artık işin yok ve kiraladığın dairenin kontratı fes edildi.” Anna birden vücudundaki tüm kanın çekildiğini hissetti. “Böyle bir şeye hiç hakkın yok.” “Evet.” Sesi ölü gibi çıktı. “Hakkım var.” Anna ona tokat atmak için inanılmaz bir istek duydu ve neredeyse atacaktı. “Hayır, yok,” diye Anna sinirle tekrarladı. “Bunu enine boyuna tartışabiliriz, ama sonuç aynı olacaktır.” “Eğer hiç sesimi çıkarmadan seninle Sydney’e döneceğimi düşünüyorsan, yanlış düşünüyorsun.” “Bu öğlen, akşam ya da yarın. Ne zaman olduğu önemli değil.” Anna ayağa kalktığında Luc onu elinden yakaladı. Anna’da hiç düşünmeden şekerliği alıp ona fırlattı. Luc hiç tavrını bozmadan düşen şekerliği masaya koydu ve üzerindeki şekerleri silkeledi. “Boşanmak için başvuracağım.” Bu da nereden çıkmıştı şimdi? Şu ana kadar boşanmayı aklına bile getirmemişti. “Boşanmak söz konusu bile olamaz.” Aralarındaki sessizlik uzadıkça Anna kendini iyice kapana kısılmış gibi hissetti ve sonunda yerine oturdu. “Bana söyleyecek bir şeyin yok mu?” diye Luc sordu. “Beni bırakıp gitmen gibi mi?” “Başka bir şey.” Anna’nın midesine birden sancı girdi ve elinin karnına götürdü. Luc biliyor olamazdı. Yoksa? Birden bu düşünce onda soğuk duş etkisi yaptı. Son birkaç haftadan beri hem sevinç hem de üzüntüyü bir arada yaşamıştı. “Bunu senin için kolaylaştırayım,” diye Luc lafa girdi. “Benim çocuğumu taşıyorsun.” “Benim de çocuğum,” diye Anna kızgınlıkla konuştu. “Bizim. Çocuğumu sadece hafta sonu görmek ve partime baba olmak istemiyorum.” “Bu yüzden mi peşimden geldin? Çünkü birden bende istediğin bir şey oldu değil mi?” Anna’nın gözleri koyulaşmıştı ve ağlamak istiyordu. İçinde taşıdığı çocuğu için, kendisi için ve kendisini seveceğinden şüphe ettiği bir adamın aşkını istediği için. “Çocuğumu babasının zamanını karısı ve metresi arasında paylaştırdığı bir ortam yerine tek başıma büyütmeyi tercih ederim. Çocuk değerleri, ahlakı ve dürüstlüğü nasıl anlayacak?” “Metres mi?” Sesi çok tuhaf çıkmıştı. “Seni aldattığımı mı düşünüyorsun?” “Celine…” “Üç, dört sene önce kısa süreli ilişkim olan biri.” “Ona göre ilişkiniz hala devam ediyor.” “Sen varken neden bir metrese gereksinimim olsun?” Aktif seks hayatlarını, yatakta paylaştıkları zevki hatırlayınca yanakları kızarmıştı. “Öylesine çünkü açgözlüsün ve tek kadın yeterli değil, değil mi?” Luc’un yüz hatları sertleşti ve maske takmış gibi oldu. “Pişman olacağım bir şeyi söylememe neden olma.” “Sydney’e geri dön, Luc. Söyleyeceğin ya da yapacağın hiç bir şey beni senle dönmeye ikna edemez.” “Duyduğuma göre baskı yapmak, mahkemede ters tepmiyor ama çalmak…” Luc sözünü bitirdikten sonra Anna’yı iyice süzdü. “Bu da ne demek oluyor?” Luc kelimeleri dikkatle seçti. “Banka denetçileri hesaplarımda farklılıklar tespit etti.” “Bunun benimle ne alakası var?” “Dolaylı olarak var?” “Babamın sorumlu olduğunu mu ima ediyorsun?” Anna inanamayarak sordu. “Sana inanmıyorum.” Luc elini ceketinin cebine soktu, katlanmış bir kâğıt çıkarıp Anna’nın önüne koydu. “Denetçilerin raporunun bir kopyası.” Anna raporu aldı, açtı ve okumaya başladı. Yeterince detaylı bir şekilde her işlem belirtilmişti. Anna birden buz kestiğini hissetti. Çalmak, hırsızlık… her ikisi de aynı şeydi ve cezası olan bir suçtu. Luc onu dikkatle inceliyordu. “Çok akıllıca yapılmış,” diyerek alaycı bir şekilde konuştu. Luc neye daha çok sinirlendiğini bilmiyordu… değer verdiği üst düzey yöneticilerinden birine güvenini yitirmesi mi yoksa William Stanford’un cezadan kurtulmak için kızının evliliğine güveniyor olmasına mı? “Ne kadar zamandır biliyorsun?” “Dokuz gün.” Luc’u terk ettiği ve buraya geldiği gün. Onu bırakmasının nedeninin bu olduğunu mu düşünüyordu? Luc tarzındaki adamların her zaman düşündükleri bir plan vardır. Ve bu çok özeldir. “Ne istiyorsun Luc?” “Boşanmak istemiyorum. Çocuğumuzu.” Bir an duraksadı. “Karımı evimde, yatağımda.” “Cehenneme kadar yolun var.” Luc alaycı bir ifadeyle baktı… “Bugün değil, agape mou.” Anna’nın yanakları kızarmıştı. “Uysallıkla her şeye razı olacağımı mı düşünüyorsun?” “Uysal olacağın aklıma pek gelmedi doğrusu.” Anna ayağa kalktı, çantasını omzuna asıp çiçekçi dükkânına döndü. “Emlakçıya ve patronuma senin hayatıma müdahale etmeye hakkı olmayan haddini bilmez, küstah bir adam olduğunu söylemeye niyetim var.” “Ve babanda hapse girer.” Anna ona çok kötü bir bakış fırlattı. “Niye kuralları sen koyuyorsun?” “Çünkü buna hakkım var.” “Ve ben de eğer sana geri dönersem, babama bir suçlama gelmeyecek.” Luc’un bunu bir iş anlaşması olarak gördüğünden emindi. Kahretsin! Anna’da ona aynı şekilde davranacaktı. “Zararın ne olacak peki?” “Gereğine bakılacak.” “Ya işi?” “Çoktan son verildi.” Anna içten içe ölüyordu. “Ya referans?” “Açıklama yapmak zorundayım.” Böyle bir şeyden sonra babasının değil Sydney, ülkenin hiçbir yerinde iş bulabilmesi imkânsızdı. “Düşüneceğim,” diye Anna konuşurken sinir sistemi altüst olmuştu. Luc sert bir ifadeyle, “Bir saatin var,” dedi. Anna gözlerini kapadı, sonra tekrar açtı ve birden nefesini bıraktı. “İş dünyasında bu kadar acımasız mısın?” Ne kadar aptalca bir soruydu. Luc azmi ve kararlığıyla şehrin en korkulan anlaşmacılarından biri olarak ün yapmıştı. Luc’un sessizliği Anna’yı çok rahatsız etmişti ve içinden ona küfretti. Çiçekçi dükkânına geldiklerinde Anna ona saklamaya çalıştığı kızgınlıkla döndü. “Bazı şartlarım var.” “Böyle bir lükse sahip değilsin.” Acaba Luc onun ne kadar kırıldığının farkında mıydı? Luc’a bakmak bile acı duymasına yetiyordu, ümitlerini ve hayallerini hatırlamasına ama hepsi birer birer yıkılmıştı. “Çocuğum doğduktan sonra bana beni ondan esirgemeyeceğine söz vermeni istiyorum.” “Söz veriyorum.” “Sadakat.” “Buna ilk günden beri sahipsin.” Anna ona uzun uzun baktı sonra tek kaşını kaldırdı. “Celine’e göre değil.” “Doğal olarak benim yerime ona inanmayı tercih etmişsin.” “Bir şey daha var.” Luc’un yüz ifadesinden hiç bir şey anlaşılmıyordu. “Ve ne?” “Sana cevabımı vermeden önce bunların yazılı ve noter tasdikli olmasını istiyorum,” dedikten sonra Anna arkasına bile bakmadan çiçekçi dükkânına girdi. “Seni beklemiyordum.” “Kendi kararlarımı kendim veririm,” dedikten sonra Anna patronuna baktı. “Cevap olarak ‘hayır’ı kabul edecek bir adama benzemiyor.” Bu doğru değil miydi? “Eğer sizce de bir sakıncası yoksa öğleden sonra kararımı bildirebilir miyim?” “İnsan kaynakları şirketine haber verdim bile. Sydney’e onunla birlikte mi döneceksin?” “Büyük olasılıkla.” Anna sipariş defterini çıkardıktan sonra işe koyuldu. İşe konsantre olması gerekliydi ama başarılı olamıyordu. Luc’un onu bulamayacağı nereye gitmeliydi? Anna birden titrediğini hissetti. Eğer onu izleyen bir özel dedektif tuttuysa, büyük olasılıkla adam hala peşinde olmalıydı. Bu düşünce birden Anna’yı hem sinirlendirmiş hem de rahatsız etmişti. Luc oyuna iyi başlamıştı ama daha oyunun henüz başındaydılar ve Anna oyunu kurallarına göre oynayacaktı… kendi kurallarına.
Helen Bianchin – Evlilik Oyunlari
PDF Kitap İndir |