Bu dünyaya gözünü açan her insanın, durup düşünmek fırsatını bulduğu an zihnine hücum eden bazı esaslı sorular vardır: Ben kimim? Bu dünyada ne arıyorum? Niçin buraya geldim? Bundan sonra nereye gideceğim? Benimle beraber bu dünyayı paylaşan bu kadar insanlar ve canlı cansız varlıklar nereden gelip nereye gidiyorlar? Neden gelen durmuyor, giden dönmüyor? Kâinatın neresine baksak, yersiz yaratılmış hiçbir şeyin olmadığını görürüz. Kanat verilmişse uçmak için, ayak verilmişse yürümek için, göz verilmişse görmek için, kulak verilmişse işitmek içindir. Her şey yerli yerince yaratılmış, her şey sonsuz bir hikmetle takdir edilmiştir. İnsanın zihninde dolaşan bu sorular da maksatsız ve mânâsız olamaz. Muhakkak bunların da bir cevabı bulunmalı ve münâsip bir şekilde insana bildirilmelidir. Âlemlerin Rabbi, bu şirin gezegende aziz bir misafir olarak ağırladığı insana, zihnini meşgul eden bütün bu soruların cevabını, ilk insandan başlamak üzere gönderdiği peygamberler vasıtasıyla bildirmiştir. Bu peygamberlerden kimini sadece bulundukları kavme göndermiş, kimine ise kitap ve sayfalar vererek mesajlarını bulundukları yer ve zamanın ötelerine iletme imkânını bahşetmiştir. Nihâyet, insanlığın gelişmesi belli bir seviyeye ulaşıp da bütün dünya tek bir peygamberin ve tek bir kitabın mesajına muhâtap olabilecek duruma gelince, Âhirzaman Peygamberi Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı, Kur’ân-ı Kerim ile bu dünyaya göndermiştir. Kur’ân, Rabbimizi bize tanıtan üç büyük kitaptan biridir. Diğerleri ise son peygamber Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile içinde yaşadığımız kâinat kitabıdır. Kâinat kitabını okumayı Kur’ân’dan öğrenir, Kur’ân’ı yaşamayı da Peygamberimizden öğreniriz. Bunların üçüne birden yönelmek suretiyle doğru yolu bulur, Rabbimizi tanır ve Onun rızâsına erişebiliriz. İşte, Kur’ân’ın indirilişinden bu yana geçen on dört asır, bilhassa Kur’ân’ın indiği Saâdet Asrı bu hakikatin şâhididir. Dünyayı Kur’ân’ın inişinden önceki ve sonraki haliyle göz önüne getirmek, onun insanlık için, hattâ kâinat için ne mânâ ifade ettiğini açıkça gösterir. Bundan on dört asır önce Kur’ân yeryüzüne indiğinde, dünya inkâr ve cehâlet karanlıklarına bürünmüş, insanlık vahşet ve dehşete boğulmuş halde idi. Her gece dünya semâsını bir şehrâyin gibi donatan yıldızlar, her sabah dünyaya ışık ve hayat saçan güneş, her bahar yeniden dirilen yeryüzü, üzerlerinde yazılı mânâları okuyacak bir çift göz bulamadan geçip gidiyordu. Kuşlar, kuzular, dağlar, ırmaklar, kelebekler, çiçekler, denizler, bulutlar bir başıboşluk içinde yuvarlanıyor; ne anlattıkları, neye hizmet ettikleri, hangi sanatkârın nakışlarıyla süslendikleri anlaşılamadan yokluk perdesi altında kayboluyordu. Sonra Kur’ân indi yeryüzüne. Kâinat kitabını okumaya başladı. Yüzyılları örten karanlıkları âyetleriyle birer şimşek gibi deldi, geçti. Ülfet perdesini yırttı, gözümüzün önündeki varlıkların ve hâdiselerin mânâlarını açığa çıkardı. Güneşi gösterdi insanlığa. Bu Rabbinizin bir âyetidir, dedi. Onun emriyle size ışık ve hayat verir. Onun emriyle yanar, Onun emriyle döner. Onu övüp Onu tesbih eder. Ayı gösterdi. Bu sizin kandiliniz ve takviminizdir, dedi. Rabbinizin emriyle gecenize nur saçar, size vaktinizi bildirir. Onun emriyle aydınlanır. Onun emriyle aydınlatır. Onun emriyle şekilden şekle gire. Onu övüp Onu tesbih eder. Yıldızları gösterdi. Hem gecenin karanlığında, hem inkâr ve cehâlet karanlıklarında yolunuzu onlarla bulursunuz, dedi. Onlar Rabbinizin emriyle yanar, Onun emriyle geçer, Onun emriyle semânızı süsler, size tebessüm edip dururlar. Onu överler, Onu tesbih ederler, sayısız dillerle size Onu anlatırlar. Bakın, okuyun ve anlayın. Gökyüzünü gösterdi. Bulutlara bakın, dedi. Rahmetimizi müjdelemek için koşarak size gelen rüzgâra bakın. Korku ve ümit içinde size gösterdiğimiz şimşeğe, gök gürültüsüne bakın. Gökyüzünü Biz böyle konuşturur, böyle tesbih ettiririz—tıpkı kuşların cıvıldaşmalarıyla, denizlerin dalgalanmalarıyla, yaprakların hışırtılarıyla Rablerini övüp tesbih ettikleri gibi. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini tek tek gözler önüne serdi. Rahmân’ın yarattığında nizamsızlıktan eser göremezsin, dedi. Gözü şâhit yaptı, akla yol gösterdi. Hükmünü akıllara tasdik ettirip vicdanlara seslendi: Göklerde ve yerde gözünüzü gezdirin. Bakın, her şey nasıl yerli yerine konmuş. Demek ki bunları yapan, adâletle iş görür. Öyleyse siz de âdil olun. Yoksa zulmünüz cezâsız kalmaz. Bir bakın: Güneşin ışığı nerelerden gelip sizin yardımınıza yetişiyor. Bulutları taşıyan rüzgârlar nasıl imdadınıza koşuyor. Toprak ağaçları, ağaçlar hayvanları, hayvanlar sizi nasıl besliyor. Bunları veren, ancak bütün âlemlere hükmü geçen bir Yaratıcı olabilir. Demek ki sizin âcizliğiniz ve zayıflığınız, Onun rahmetine bir vesiledir. Öyleyse siz de aranızda zayıf olanların yardımına koşun. Yoksa kendinizi rahmetten mahrum edersiniz. Kendi yaratılışınıza bir bakın. Sonra her bahar yeryüzünün dirilişine dikkat edin. Sonra göklerin ve yerin nasıl yaratıldığını düşünün. Bütün bunları yapan, elbette sizi tekrar diriltmeye de kàdirdir. Sizi bu dünyada hesapsız nimetleriyle aziz bir misafir gibi ağırlayan, ebedî Cennetlerinde sonsuz nimetleriyle mesut etmeye de kàdirdir. En küçük bir böceğin en küçük ihtiyacını görüp yetiştiren, sizin gizli ve açık bütün dileklerinizi de işitir ve yerine getirir. Öyleyse Ona yönelin, isteyeceğinizi Ondan isteyin ve Onun rızâsını kazanmaya bakın. Dünyada güzelce yaşayın, Âhirette güzellik bulun. Kâinata bakın. Zerreden yıldızlara kadar her şeye göz gezdirin. Yersiz yaratılmış bir şey gösterebilir misiniz? Siz de öylece hikmetle yaratıldınız ve bütün duygu ve kabiliyetleriniz hikmetle tanzim edildi. Size verilen ölümsüzlük iştiyâkı da elbette bir hikmetle verilmiştir—bu dünyaya râzı olmayın, ebediyeti isteyin, ebediyeti kazanmak için çalışın diye. Haydi, çalışın ve isteyin. Güzel işlerde birbirinizle yarışın. Rahmetim ve Cennetim sizi bekliyor; lâyık olmaya bakın! İşte, vahşete ve dehşete bürünmüş bir dünyaya, bunlar gibi daha nice hakikatlerle nurlar saçan bir Kur’ân indi. Gökler ve yer, akıllar ve kalpler onunla birden aydınlanıverdi. Kendi evlâtlarını diri diri toprağa gömenler, o nûr ile ahlâkın en yüce mertebelerine erişti, dünyaya insanlık ve medeniyette rehber olacak hâle geldi. Kadınların insandan sayılmadığı ve bir mal gibi miras olarak devredildiği bir cemiyette kadın miras sahibi oldu. Hür insanların köle gibi muamele gördüğü bir zamanda köleler hür insan seviyesine erişti. Kendi menfaati için başkalarının hakkını çiğnemekten çekinmeyen insanlar, en sevdikleri malları yoksullara bağışlamak için birbirleriyle yarışmaya koşar oldu. Düşman kavimler, nesep kardeşliğinden daha sıcak duygularla kucaklaştılar. Ve cehâlet asrı, birkaç sene gibi kısa bir zaman içinde, bir saâdet asrı olup çıktı. Kur’ân, Âlemlerin Rabbi tarafından, bütün insanlara ve bütün zamanlara gönderilmiş ezelî bir hitap olarak yeryüzüne indirildi. Arayan herkes, dünya ve âhiret saâdetini onda buldu. Hükümdarlar adâletle hükmetmeyi ondan öğrendi. Filozoflar akıllarını onunla nurlandırdı. İçtimâiyatçılar bir cemiyetin hayatını tanzim eden en sağlam prensipleri ondan aldı. Âlimler ilmi, idareciler idareciliği, tüccarlar dürüstlüğü ondan öğrendi. Anneler, babalar, evlâtlar, akrabalar, çalışanlar, çalıştıranlar, köylüler, şehirliler, evvel geçenler, sonra gelenler, evliyâlar, asfiyâlar, âlimler ve sıradan insanlar yan yana diz çöküp ondan derslerini aldılar, dünyalarını aydınlatıp âhiretlerini kazandılar. Milyonlarca evliyâ ve asfiyâ onun vasıtasıyla Allah’ın rızâsına erişip insanlık âleminin semâsında birer yıldız gibi parlamaya başladı. Zaman geçti, o gençleşti. Üzerinde binlerce cilt tefsirler yazıldı. Her âyetinde, her kelimesinde, her harfinde yeni yeni hazineler keşfedildi. Her asır, evvelkilere nisbetle, onun mânâsından biraz daha fazla anlama bahtiyarlığına erişti. Kur’ân’ın inişi de mûcizedir, bugünlere kadar gelişi de. Kur’ân Âhirzaman Peygamberinin mûcizesi olduğu gibi, Âhirzaman Peygamberi de onun mûcizesidir; çünkü Kur’ân ahlâkı bütünüyle onda toplamıştır. Kur’ân’ın Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm gibi okuma yazma bilmeyen bir zâtın elinde gelmiş olması bir mûcizedir. Bugüne kadar tek bir âyetinin olsun benzerinin yapılmaması bir mûcizedir. Dünya ve âhiret saâdetinin bütün esaslarını birden içine alması bir mûcizedir. Altı binden fazla âyetinin arasında tek bir çelişkinin bulunmaması bir mûcizedir. Mânâ, rakam ve yazılış itibârıyla sûreleri, sayfaları, kelimeleri ve harfleri arasındaki münâsebetler bir mûcizedir. Geçmişe ve geleceğe dâir verdiği haberler bir mûcizedir. Asr-ı Saâdet onun bir mûcizesidir. Sahâbîlerin her biri onun bir mûcizesidir. İslâm âleminin on dört asırdır yetiştirdiği evliyâların, asfiyâların, âlimlerin, şehitlerin, gazilerin, İslâm kahramanlarının her biri onun bir mûcizesidir. Bilgi ve anlayış bakımından farklı insanların, en alt tabaka ile en üst tabakadaki kimselerin birden ondan dersini alması bir mûcizedir. On dört asır sonra bugün insanlığa aynı tazelikle hitap edebilmesi ve bir milyar insanın dilinde gezmesi bir mûcizedir. Bugüne kadar tek bir harfinin bile değişmemiş olması bir mûcizedir. Tekrarlamakla usandırmaması bir mûcizedir. Kolaylıkla ezberlenmesi bir mûcizedir. Mânâsını anlamasa bile onu dinleyen kimse üzerinde meydana getirdiği tesir bir mûcizedir: Sıkıntıdan bunalmış, yeisten dünyası kararmış insanlar bir Kur’ân sesiyle huzura erişir. En küçük bir gürültüye tahammül edemeyen hastalar bir Kur’ân sesiyle sükûn bulur. Ölüm döşeğindeki hastanın başında okunabilecek başka hangi kitap vardır? Kur’ân Allah kelâmı olduğu için, ifadesi de, tertibi de farklıdır. O, beşer eliyle yazılmış kitaplara benzemez. O bize kâinat kitabını okur, Rabbimizin emirlerini bildirir, dinimizin esaslarını gösterir, hayatımızı tanzim eder, ibâdetimizi ve dualarımızı öğretir, öğüt verir, tefekkür ettirir, zikir ettirir, ibretler sunar, dünya ve âhiret saâdetimizin yollarını açar. Bütün bu maksatları birden kendisinde topladığı için, ifadesi de, tek bir maksada göre yazılmış beşer kitaplarından elbette farklıdır. Yine bu sebeptendir ki, mühim esaslar ve kıssalar, değişik münâsebetlerle yer yer tekrarlanmış ve bazı sûreler, âdetâ Kur’ân’ın bir hülâsası haline gelmiştir—tâ ki, her zaman Kur’ân’ın bütününü okumaya fırsat bulamayanlar, bu esaslardan mahrum kalmasın. Bununla birlikte, tekrarlanan hususların her birinde de gerek mânâ, gerekse makam itibârıyla mühim farklılıklar vardır. Ehil olanlar bu farklılıkları tek tek ayırt eder, her birinden gerekli dersi bulup alır ve bir kıssanın en cüz’î ayrıntısından bile hükümler çıkarırlar. Kur’ân’ın bütününde tâkip ettiği dört ana gaye vardır ki, bu gayeler onun bütün sûrelerine ve bütün âyetlerine kadar nüfuz etmiştir. Bunlardan birincisi tevhid esasıdır ki, zâtında, sıfatlarında, fiillerinde, eserlerinde ve mülkünde hiçbir ortağı, benzeri, dengi bulunmayan bir yaratıcıya îmân etmek mânâsına gelir. (Bu arada, birçok âyette Allah’ın Kendisinden Biz zamiriyle bahsetmesi de Onun büyüklüğünü dile getirmektedir; yoksa Onun ne zâtında, ne sıfatlarında, ne fiillerinde bir benzeri olduğu mânâsına kat’iyen gelmez.) İkincisi nübüvvet esasıdır ki, Âlemlerin Rabbinin emirlerini bize ulaştıran peygamberlik müessesesini ifade etmektedir. Üçüncüsü haşir, yani öldükten sonra yeniden diriltilerek ebedî bir hayata kavuşmamız demektir. Dördüncü esas ise adâlettir ki, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın adâletinin bütün kâinatı kuşattığını ve haşirde tam olarak tecellî ederek herkese işlediği iyilik ve kötülüğün karşılığını vereceğini bildirir. İşte, Kur’ân’ın bütün beyanlarına bu dört maksat açısından bakmak gerekir. Kur’ân, bahsettiği her şeye bu maksatlarla olan ilgisi nispetinde ehemmiyet vermiştir. Meselâ peygamber mûcizelerini zikrederken yüzyıllar sonra keşfedilecek medeniyet hârikalarına da işarette bulunmuş, ancak bunu çok açık şekilde belirtmemiştir. Çünkü âlemlerin Rabbinin ezelî bir hitâbı olan ve ebedî âlemlerin haritasını çizen bir kitapta ve Allah’ın birbirinden muhteşem sanat eserleri arasında medeniyet hârikalarının ancak bu kadarlık bir söz hakkı bulunabilir. Ayrıca, Kur’ân’ın bütün insanlara ve cinlere ve bütün çağlara birden hitap ettiğini de gözden uzak tutmamak gerekir. Eğer Kur’ân bizi bir damla su içindeki milyonlarca küçük yaratığı ibretle seyretmeye açıkça davet etseydi, bizim hayretimizi çekmesine karşılık, evvelki asırların hissesini ihmâl etmiş, belki de onları inkâra sevk etmiş olurdu. Bununla birlikte, ilimlerin bugün bile kısmen ancak keşfedebildiği mânâlara, Kur’ân-ı Kerim birçok âyetinde işarette bulunmuş, ancak bunu yaparken daha birçok mânâları da bir arada topladığı için, bundan önceki asırların anlayışını hiçbir şekilde rencide etmemiştir. Meselâ Nur Sûresinin 35’inci âyetinde bir elektrik ampulünün ışık verişi aynen böyle bir üslûp içinde tasvir edilmekte, bu arada birçok mânâlar da birlikte ders verilmektedir. Kur’ân-ı Kerimin meâlini okumaya başlamadan önce bir hususu dikkate almakta zaruret vardır. Allah kelâmı olan ve Onun ezelî bir hitâbı olan bir kitabın tercümesi mümkün olamaz. Beşer eliyle yazılan kitaplar bile, üstelik bazen orijinal dilinden daha mükemmel bir dile tercüme edildiği zaman aslını aynen koruyamazken, Kur’ân’ı Arapça gibi mükemmel ve zengin bir dilden Türkçe’nin bugünkü şekline çevirebilmeye elbette ki imkân yoktur. Bu yüzdendir ki, Kur’ân meâllerinde “tercüme” değil de, “mânâ” demek olan “meâl” kelimesini yahut “yorum” mânâsına gelen “tefsir” kelimesini kullanmak bir âdet halinde yerleşmiştir. Kur’ân-ı Kerimin meâlini okumak, elbette ki faydadan hâlî değildir. Dinimizin temel kitabı Kur’ân olduğuna göre, onun neden bahsettiğini öğrenmek her Müslümanın başta gelen vazifesidir ve Arapça bilmeyen ve ihtisas sahibi olmayan kimseler için, bunun başlıca yolu da meâlleri tetkik etmektir. Ancak bu, Kur’ân’ı aslından okumanın yerini hiçbir zaman tutmaz. Çünkü Kur’ân’ın aslı, Allah’ın bizzat Kendi sözüdür. O insanın sadece aklına değil, aynı zamanda kalbine, ruhuna ve sâir duygularına da birden hitap eder. Her harfinde ise en az on sevap vardır. Bazı sûrelerde bu daha da yükselir; meselâ Yâsin Sûresinin her harfinde beş yüze, İhlâs Sûresinin her harfinde bin beş yüz sevâba kadar çıkar. Mübârek gün ve gecelerde ise bu sevap kat kat artar. Onu, Âlemlerin Rabbinden geldiği şekilde okumak ve dinlemek, hangi milletten olursa olsun bütün Müslümanların esaslı ve pek güzel bir âdet ve ibâdeti olarak ebediyete kadar devam edecektir. Meâller ve tefsirler ise, Rabbimizin bize olan hitâbını anlamak ve bizi Onun rızâsına ulaştıracak vesileleri öğrenmek bakımından ehemmiyet taşır. Çünkü Kur’ân hayatımızın her safhasında bize ışık tutacak birbirinden değerli prensipleri, ders ve ikazları içine almaktadır. Nitekim Kur’ân’ı bize getiren Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “O kitapta sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberi vardır. Aranızdaki meselelerle ilgili hükümler vardır. O hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayıran bir hakemdir. Onda boş söz yoktur. Kim onun hükümlerine karşı gelerek onu terk ederse, Allah onun boynunu kırar, perişan eder. Kim ondan başka bir kurtuluş yolu ararsa, Allah onu saptırır. O Allah’ın sapasağlam bir ipidir. O hikmet dolu bir öğüttür. O dosdoğru bir yoldur. Hevâ ve hevesler onu saptıramaz, diller onu karıştıramaz. Âlimler ona doymaz; tekrarlamakla usandırmaz; insanı hayran bırakan yönleri bitip tükenmek bilmez. O öyle bir kitaptır ki, cinler onu dinledikleri zaman ‘Biz doğru yolu gösteren hârikulâde bir Kur’ân dinledik ve îmân ettik’ derler. Kim ona dayanarak konuşursa doğru yolu bulur. Kim onunla amel ederse mükâfâtını görür. Kim onunla hükmederse adâlet etmiş olur. Kim ona çağırılırsa dosdoğru bir yol kendisine gösderilmiş olur.” Türkçemizde bugüne kadar birçok değerli meâl ve tefsirler kaleme alınmıştır. Bunlar arasında Merhum Elmalılı’nın Hak Dini Kur’ân Dili adlı tefsiri ile, belli başlı tefsirlerin tefsirlerin hülâsasını kendisinde toplayan Merhum Mehmed Vehbi’nin Hülâsatü’l-Beyân’ını, Merhum Ömer Nasuhi Bilmen’in Kur’ân-ı Kerimin Türkçe Meâl-i Âlîsî ve Tefsiri’ni bilhassa zikretmek gerekir. Meâl dünyasında ise, Merhum Hasan Basri Çantay’ın büyük bir ehliyet ve vukuf ile gerçekleştirdiği Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim adlı eseri, güvenilir kaynaklar olarak ortada durmaktadır. Kur’ân-ı Kerimin bilhassa îmân esasları ile ilgili yönlerinde ise, Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur Külliyatı adındaki altı bin sayfalık eseri, müstesnâ bir tefsir olarak durmakta ve bu sahada yapılacak pek çok değerli araştırmalara kaynak teşkil edecek büyük bir potansiyel arz etmektedir. Bunlar, İslâm âlimlerinin ve ümmetin tasvip ve takdirlerine mazhar olmuş, kıyâmete kadar istifade edilmeye devam edecek ve sahiplerine Allah’ın sınırsız rahmetiyle daha pek çok sevaplar kazandıracak olan eserlerdir. Elinizdeki meâl ise, hem dil, hem de kültür itibârıyla ihtisas sahibi olmayan ve Allah’ın kitabında nelerin bulunduğunu öğrenmek isteyen bugünün insanı dikkate alınarak hazırlanmıştır. Bu çalışma, doğrudan doğruya ilim ve ihtisas ehline hitap etmediği için, mecburî olarak yapılan tefsirler parantezle ayrılmamış ve böylece ifadedeki akışın bozulmamasına dikkat gösterilmiştir. Bu tür yorumlar, mutlaka mûteber tefsirlerden alınmış; yine de asgarî seviyede bırakılmış ve baştan sona doğru ilerledikçe mümkün mertebe azaltılmıştır. Bu meâlin hazırlanmasında Arapça ve Türkçe mûteber tefsirlerin hepsi göz önünde tutulmuştur. Bununla birlikte, muâsır bir müfessir olarak Merhum Elmalılı’nın tevcihleri yer yer tercih edilmiş; bilhassa îman hakikatleri ile ilgili olan veya zamanımızın münâkaşalı mevzularını teşkil eden hususlarda ise, Risale-i Nur Külliyatı esas tutulmuştur. İnsan elinin mahsulü her eserde olduğu gibi bu meâlde de görülebilecek kusurların hepsi bize, iyilik ve güzelliklerin hepsi de Kur’ân’ın kendisine âittir. Allah bizi onunla yaşatsın, onunla öldürsün ve onunla diriltsin. Âmin
Ihsan Atasoy – Kur’an-i Kerim Meali
PDF Kitap İndir |