Ismail Cem – Turkiye, Avrupa, Avrasya

1997 Temmuzu’nda, Dışişleri Bakanlığı’ndaki ilk günlerimdi: Gazeteci-yazar bir dostum ziyaretime gelmişti. ‘Not tutmayı ihmal etme, bir gün kitabını yazarken, ihtiyacın olacak’ dedi. Bu sözleri yerine getiremedim, önemsemediğimden değil, doğru olmadığından da değil. Gereğini yapmak istememe rağmen, açıkçası, vakit bulamadığım için… Öylesine yoğun yaşanan öylesine dolu günlerdi ki, o kısacık not tutma süresini bile kendime ayıramadım. 12-14 saatlik çalışma günleriyle, bazen geceleriyle başladı, öyle de bitti. Gerçi Türkiye, Avrupa, Avrasya bir anı kitabı olarak hiç düşünülmedi; o tarz yazarlığa aşina değilim. Ama olayların hatırlanmasında, sıralamanın yapılmasında bu notlar yararlı olabilirdi. Onların eksiğini, hafızama güvenerek ve süreç içinde yayınlanmış konuşmalarımı, yazılarımı değerlendirerek, olayları benimle yaşamış dışişleri mensuplarıyla konuşarak tamamlamaya çalışıyorum. Avrupa Birliği, üzerinde en çok konuştuğum, en çok yazdığım konu. Dolayısıyla, yüzlerce sayfayı bulan hazır bir kaynaktan yola çıkmanın rahatlığı içindeyim. Türkiye, Avrupa, Avrasya’nın ikinci cildi olan Avrupa’nın ‘Birliği’ ve Türkiye, çalışmanın ilk bölümü gibi, geniş bir değerlendirme özelliği taşıyor. Öncelikle 1997-2002 dönemindeki uygulamalardan, yaşanmış olaylardan, gözlemlerden kaynaklanıyor bu değerlendirme. Sadece geçmişe ait değil, günümüze ve geleceğe dönük tahlillerden, düşünce ve önerilerden bu kitap oluşuyor. Kitabın bir özelliği de, teorik tahlillerle, uygulamada biçimlenmiş kişisel deneyimi bütünleştirmesi: Malum, sosyal ve siyasal bilimlerin laboratuvarı, uygulamadır. Bu ciltte, olaylar ve gelişmeler Avrupa Birliği (ab) ekseninde ele alınıyor.


Bazı Batı Avrupa ülkeleriyle Türkiye’nin ilişkileri de inceleniyor. Yüzlerce yıl hem hasım, hem de örnek olarak algılamışız, Avrupa’yı. Türkiye’nin sosyal ve siyasal güçleri, aktörleri, bazen idealist beklentilerle, bazen soğuk menfaat hesaplarıyla, Avrupa’yı hep gündemde tutmuş; Avrupa, Türkiye’nin dış dengelerinde ve iç mücadelelerinde her zaman var olmuş. Yenilikçi Osmanlılar da, cumhuriyetin öncüleri de, bir yandan Avrupa’nın ordularıyla savaşırken, öte yandan, özledikleri yeni Türkiye’yi, Avrupa kurumları ve değerleri temelinde tasarlamışlar… Avrupa, yüzyıllar boyu hem tezimiz, hem antitezimiz olabilmiş. Özetle, çalışmanın bu cildi, Türkiye’nin yedi yüzyıllık Avrupa ilişkilerinin son kesitini anlatıyor. Sadece güne değil, geçmişe ve de geleceğe bakarak… BİRİNCİ BÖLÜM LÜKSEMBURG’DAN HELSİNKİ’YE Türkiye’nin ab sürecinde çok önemli iki tarih, Aralık 1997 ve Aralık 1999’dur. İlki, ab’nin Lüksemburg Zirvesi’dir. ab, genişleme projelerinden zaten dışlamış bulunduğu Türkiye’ye, onu bu sürece katmak niyetinde olmadığını belirtmektedir. İkincisi, ab’nin, genişleme sürecine Türkiye’yi davet ettiği, kendi geleceğine Türkiye’yi de kattığı Helsinki Zirvesi’dir. Bu iki tarih arasında çok şey değişmiştir. Türkiye’nin ab’ye yaklaşımından, dünya dengelerindeki konumuna, kendi uluslararası işlevini yeniden tanımlamasına kadar… 1999 Aralık ayında bile, kamuoyu bir yana, hükümetteki bakanlardan çoğunun ‘mümkün görmediği’, ‘hayal’ dediği bir sonuca Helsinki’de ulaşılması, öncelikle Türkiye’deki değişimin ürünü olmuştur. Adaylığın gerçekleşmesi, ivmesini yenileşen dış siyasetten ve dış siyaset üslûbundan almıştır. ‘Yeni’ dışişleri bakanı olarak önüme ilk gelen konular arasında, ab vardı. Temmuz 1997’de, ab, Agenda 2000 başlıklı stratejik çalışmasını yayınlamıştı. Değerliydi, çok önemliydi ama içinde Türkiye yoktu.

Türkiye’nin Lüksemburg Zirvesi’nde adaylığa kabulünden ab çevrelerinde söz edilmiyordu. Böyle bir adaylık umudu Türkiye’de de yoktu. Peki, nasıl bir strateji izlenmeliydi? Türkiye’nin, Lüksemburg Zirvesi’nde adaylığını kabul ettirtmek için ciddi bir çalışmaya girmesi; yok düzeyindeki bu ihtimali mümkün olduğunca zorlaması; en azından mesafe alması… Bunu, ricaminnetle değil, ab’nin, Türkiye adaylığından ve üyeliğinden kazanımlarını da vurgulayarak, Türkiye’nin kimliğini, tarihsel birikimini, günümüzdeki imkânlarını anlatarak gerçekleştirmesi… Önceki ciltte bahsedilmişti, dış siyasette sorunların çoğu, bir hamlede çözülecek türden değildir. Çözüm, süreçte oluşur. Dolayısıyla, Lüksemburg ve sonrasında izlenecek doğru siyaset, yakın gelecekte adaylığı, daha sonra üyelik müzakeresini, nihayet üyeliği getiren yolları döşeyecekti. Ben buna inanıyordum. I 1997’de AB ve Türkiye Türkiye, ‘Refahyol’ hükümetinin tartışmalı bir şekilde azınlığa düşürüldüğü günlerden geçmekteydi. ‘28 Şubat Bildirisi’ sonrasında, Erbakan/Çiller beraberliği son bulmaktaydı. Doğru Yol Partisi’nden ayrılan milletvekillerinin dtp’si, anap ve dsp ile yeni koalisyonu oluşturmaktaydı. Mesut Yılmaz başbakandı, Bülent Ecevit ve İsmet Sezgin, Başbakan Yardımcısı. Avrupa Birliği, o dönemin Türkiye’sinde de başlıca gündem maddesiydi. ab’nin Lüksemburg Zirvesi (Aralık 1997) öncesinde, Türk dış siyasetinin geleneksel ab anlayışı, kamuoyunun genel yaklaşımı ve algılayışı şu özellikleri taşımaktaydı: a) İkinci Sınıf Biletle ab Yolculuğu Türkiye’yi yönetenler, genellikle ‘geleneksel’ ab siyaseti izlemişti. Benim eski bir yazımda ‘ab’nin gerilerdeki bir kompartımanına, ikinci sınıf biletle ve uzak akraba kimliğiyle sığışmanın siyaseti’ şeklinde tanımladığım anlayış egemendi. Batı Avrupa kapılarında muhtaç ve mecbur bir Türkiye imajı, Türkiye’yi yönetenlerin yanlış mesajlarıyla ab’nin zihnine yerleştirilmişti. Bu yaklaşımla hem Türkiye’nin kendi değerini düşürdüğünü, hem de hiçbir sonuç alamayacağını biliyordum.

Eğer kırk yıldır uğrunda çalışılan bir ab yakınlaşması, ‘ab üye adaylığı’ gerçekleşecekse, bu, kökten bir siyaset değişimiyle olacaktı. Türkiye’nin, kendi stratejik, kültürel değerini, ekonomik katkılarını bilinçli kullanmasıyla, ‘dik durmasıyla’, uluslararası dengeleri doğru okumasıyla… Oysa, Türk dış siyasetini yönetenler, çoklukla, Batı’ya, kimi durumda abd’ye yahut ab’ye ne kadar bağımlı görünürler, bağımlı davranırlarsa, o ölçüde makbule geçeceklerini sanmışlardır. Sürekli bir mahcubiyet, bazen teslimiyet, benim ‘uslu çocuk tavrı’ dediğim sessiz bir siyaset. Türkiye, Avrupa, Avrasya’nın ilk cildinde bu konu üzerinde hayli durduğumdan, tekrar etmeyeceğim. Türkiye’nin geleneksel dış siyasetinde, ab konusu, ‘… biz neler alacağız’ anlayışının merceğinden görülmüştür. Türkiye, ab’ye hiçbir katkısı olmayan, olamayacak olan bir ülke şeklinde Türkiye’yi yönetenlerce algılanmıştır; bu özelliklerle dışarıya yansıtılmıştır. Sadece ‘almak için’ düşünen, katacak bir şeyi bulunmayan bu çaresiz görüntü, bazılarına göre bu tek taraflı aşk, Türkiye’yi uzakta ve yedekte tutmanın, Türkiye’nin ab ilişkilerini Brüksel’den ve ölçüsüz, dengesiz biçimde ab lehine yönlendirmenin manivelası olarak kullanılmıştır. Örneğin, ‘Gümrük Birliği Anlaşması’nın Türkiye yararına bazı makûl hükümlerden yoksun kalması, Türk tarafının kendine yakıştırdığı çaresizliğin, katacak bir şeyi bulunmadığı anlayışının da bir sonucu olmuştur. Türkiye’nin geleneksel ab politikası, meseleyi bir dış siyaset bütününün parçası olarak görememiştir. Büyük fotoğrafı değerlendirememiştir. ab konusu, öteki dış siyaset etkenlerinden, ab’yi çevreleyen koşullardan, büyük dengelerden ‘soyutlanarak’ tanımlanmıştır. Oysa, Türkiye’nin önemli gücü ve dış siyaset kozu şudur: ab’nin de içinde yer aldığı, ab’nin de hesaba katmak zorunda olduğu büyük fotoğrafta, bölgesel ve küresel dengelerde, Türkiye’nin ciddi, stratejik, güncel bir etken olabilmesi. Tabii, bu gücünün abartmaksızın bilincinde olması ve bunu gene abartmaksızın kullanabilmesi koşuluyla. Örneğin, dış siyaset, Türkiye’nin Balkanlar’daki konumundan ve etkinliğinden, tarih ve kültür birikiminden genellikle yararlanamamıştır. Bu özelliklerini, ab adaylığının gerçekleşmesine dönük hayata geçirememiştir.

Oysa aynı stratejik özellikler, Türkiye’nin ab adaylığının kararlaştırıldığı Helsinki Zirvesi (Aralık 1999) öncesinde özenle ve etkin şekilde kullanılmıştır. 1997 Eylülü’nde, ab için yeni bir girişim yapılmasını isteyen, ancak birikimiyle, kamuoyuyla, zihinsel hazırlığıyla yetersiz bir ortam vardır. Bilincinde olunmayan sadece Türkiye’nin ab açısından önemi, tarihi, kültürü, birikimi değildir. Aynı zamanda, Avrupa Birliği’nin felsefesi, misyonu, derinliği de bilinmemektedir. Hele bu eksiklere bir de geleneksel siyasetin ‘o Türk dostu, diğeri Türk düşmanı’ benzeri saplantıları, kendine ‘hami’ aramak gibi alışkanlıkları eklenince, Lüksemburg’da umut olmayacağı anlaşılıyordu. Tabii ki elden gelen yapılacaktı; elden ne geliyorsa sonuna kadar zorlamak ve yapmak, her zaman izlenmesi gereken bir yönetim ilkesidir. Türkiye’nin ab yolundaki engelleri, ab’li bakanların, sözcülerin diline pelesenk olmuştu: ‘Yunanistan, Kıbrıs, İnsan Hakları…’ Yunanistan’la, Yunanistan’ın koşulları kabul edilerek anlaşma yapılmalıydı. Kıbrıs’ta, Kıbrıslı Rumların öngördüğü çerçevede, Türkleri çaresiz bir azınlığa dönüştürecek anlaşma olmalıydı; insan hakları/demokrasi eksikleri bir an önce giderilmeliydi. Bunlar olmazsa, Türkiye’nin ab adaylığı da olmayacaktı. Bakanlığımın ilk aylarında sıkça karşılaştığım bu söylemin ilk anlamlı örneğini, 1996’daki bir toplantıda yaşamıştım. Alman Dışişleri Bakanı Kinkel, Türkiye’yi ziyaret etmekteydi. tbmm’nin Dışişleri Komisyonu’nda bir konuşma yapacaktı. Komisyon üyelerinin yanı sıra, Avrupa Konseyi’ndeki Türk delegasyonunun başkanı olarak ben de çağrılıydım. Kinkel’in, tipik Alman dış siyaset üslûbunun bütün köşeliliğiyle ve açıklığıyla anlattıklarına tepki duyduğumu hatırlıyorum. Kinkel, aslında dürüstçe ve net biçimde şunu söylemekteydi: ‘Bu üç sorunu çözün, çözmezseniz, ab adaylığını da, ab sürecinde yer almayı da unutun.

’ Bunlar belli ölçüde doğruydu da, yüzeysel yaklaşımlarla tekrarlanmaları, ne sorunların anlaşılması, ne de çözülmesi için yeterliydi. Zaten, 1997-1999 dönemi, ab kaynaklı bu yüzeysel tahlilin yüzeyselliğini ab’ye göstermek ve kabul ettirmekle geçti. Yunanistan’la ‘uzlaşmak’ için, Yunanistan’ın da olumlu iradesine ihtiyaç olduğu; Kıbrıs’ta çözümün, tek taraflı fedakârlıkla değil, karşılıklı adımlarla gerçekleşebileceği, ab’ye ve üye ülkelerine ısrarla anlatıldı. Türkiye’nin insan hakları/demokrasi sorunları ise, onların da paylaştığı ancak öncelikle bize ait olan konulardı. Bu konudaki eleştirilerini özünde kabul ettiğimi, ancak abartılı, bazen kasıtlı yaklaşımlarını reddettiğimi belirttim. Türkiye’deki insan haklarının ateşli savunucusu bazı ab’li muhataplarıma, bu konunun benim ve bizim açımızdan, bir ‘entelektüel ilgi alanı’ olmadığını, bizim kuşağımızın bu mücadelede şehitler verdiğini, kaybedilmiş arkadaşlarımızın, yakınlarımızın acısıyla yaşadığımızı anlattım. ab bağlamında Türkiye’nin dışarıdan nasıl değerlendirildiği ise, ayrı bir olumsuzluktu. Türkiye’nin ‘imajı’, hemen her zaman olduğu gibi, en aşağılarda gezinmekteydi. Yunanistan’ın öncülük ettiği bir Türkiye karşıtı kampanya, inatla ve başarıyla sürdürülmekteydi. Malum Geceyarısı Ekspresi’nden, Ege sorunlarının ve uluslararası hukukun çarpıtılmış kullanımına, terör kamplarına Yunan ev sahipliğine kadar birçok alanda, ab üyesi bu ülke karşımıza çıkmaktaydı. İnsan haklarında zaten var olan eksikler ve yanlışlar, ab ülkelerinin kamuoyunda adeta yeminli bir Türkiye düşmanlığının malzemesine dönüşmekteydi. Almanya, Fransa gibi Türk nüfusu barındıran ülkelerde bu düşmanlık büyüyordu. Öte yandan, küresel stratejide ve bölgesel dengelerde, kendi birikimini, gücünü, etkinliğini kullanamayan, bunlardan bihaber, kişiliksiz bir görünüm Türkiye’ye yakıştırılmaktaydı. Tabiatıyla, kendini, değerini, gücünü bilemeyen bir ülkeye bunları hatırlatmak, başkalarının üzerine vazife değildi. Bilakis, onun bu unutkanlığı içinde sürüp gitmesinden, başkalarının pekâlâ yararı olabilirdi.

İşte, Türkiye’nin ‘aday ilan edilmek umudunu taşıdığı’ ab Lüksemburg Zirvesi, böyle bir ortamda biçimlenmekteydi. b) Saplantı Değil, Amaç Yeni dış siyaset yönetimi olarak yapmaya çalışılan ilk iş, Türkiye’nin ab konusuna yaklaşımını değiştirmek oldu. ‘Çalışılan’ demekteyim, çünkü yerleşik anlayışları bir hamlede ve kökten değiştirmek mümkün değildi. Yılların birikimi olan eksikler, kendini küçük görme alışkanlıkları, ab’ye mecbur ve mahkûm olduğumuz saplantıları son derece güçlüydü. Oysa, Türkiye ab üyeliğine aday olabilecekse, üyelik sürecinde ilerleyecekse, bu, çok farklı bir siyasetin izlenmesini gerektirecekti. Konuya ilişkin ilk derli toplu açıklamaları, bakanlığa atanmamın ikinci haftasında ntv’ye, ardından Cumhuriyet’e yaptım. Sadece ab konusunu değil, genel dış siyaseti ve onun bir bölümü olarak ab’yi irdeleyen konuşmalardı. İzleyeceğimiz politikaların ilk açıklaması denebilir. ntv’de özetle şunları söylemiştim (15 Temmuz 1997): … Avrupa Birliği Komisyonu’nun Lüksemburg Zirvesi’ne (Aralık 1997) dönük olumsuz tavsiyesi, adil olmayan, objektif olmayan, yanlış bir öneri. Gerçi AB Komisyonu’nun Türkiye’yi, AB’nin ‘Genişleme Süreci’nin dışında bırakmayı önermesi beklenmedik bir gelişme değil. Çünkü, böyle bir kararın alınacağı 1995’in mart ayında açıklanmıştı ve o günden bu yana bir süreç devam etti. Biz, hükümet olduğumuz son on beş günde bütün ilgililerle temas kurduk, girişimde bulunduk. Fakat bir süreç başlamış, teknik kimliği olan AB Komisyonu’nda bu öneri kararı alınmıştı ve o değiştirilmedi. Şimdi bu önerinin, ekim sonunda AB Bakanlar Komitesi’nde görüşülmesi var. Aralık ayındaki Lüksemburg Zirvesi’nde ise kesinleşmesi söz konusu.

Belirttiğim gibi, bu zihniyet adil değil, objektif değil. BizimAvrupa Birliği’ne katılma iddiamız, hedefimiz, her zamanki gibi güçlü bir iddia ve güçlü bir hedef. Biz bu hedeften sapmayacağız. Yönettiğim Bakanlık, geçmişte bu doğrultuda yapılanların daha fazlasını ve daha etkinini yapmak için büyük bir uğraş verecek. Ancak şunu da belirtmem lazım, Avrupa Birliği’ni bir hedef olarak tutacağız, hattâ bu hedefi güçlendireceğiz, ama AB bizim için marazi bir saplantıya dönüşmemelidir. Türkiye elbette hedefi gözden kaybetmeyecek, fakat, Lüksemburg Zirvesi’nde adaylık gerçekleşmezse, hattâ AB adaylığı, üyeliği hiç gerçekleşmezse, biz Türkiye olarak talihimize küsüp, elimizi kolumuzu bağlayıp bekleyecek değiliz. AB Komisyonu’nun olumsuz tavsiye kararı nedeniyle Türkiye’nin ufku bir anda kararmış, Türkiye’nin dünyası bitmiş değil. Türkiye bundan dolayı çaresiz, umutsuz kalmış da değil. Biz bu iddiamızı devam ettireceğiz. Biz özünde çok güçlü bir memleketiz. Türkiye çok az ülkeye nasip olan bir kültür boyutuna, bir tarih birikimine, bir stratejik konuma sahip. Ekonominin büyük dinamizmini de kullanarak, memleketimizi yüceltmenin, Türkiye’nin menfaatini savunmanın, geleceği yaratmanın politikalarını izleyeceğiz. Yabancı meslektaşlarıma da söylemekteyim, Avrupa Birliği’ne katılmak için çok çaba sarf ettik, daha fazlasını sarf edeceğiz. AB’ye hem daha fazla katkımız olacak hem de AB’nin Türkiye’ye katkılarını arttırmasını isteyeceğiz. Örneğin, Gümrük Birliği konusunda biliyorsunuz Türkiye çeşitli fedakârlıklara katlandı, çok uğraştı, sonuçta bizim AB ülkelerine ihracatımız 1996 yılı itibariyle 11,3 milyar dolar.

Yani İngiltere, Almanya, Fransa, Belçika ve diğer AB ülkelerine toplam ihracatımız 11,3 milyar dolar. Buna karşılık, Rusya ile yapılan bavul ticaretinin Devlet İstatistik Enstitüsü’nün rakamlarına göre Türkiye’ye sağladığı döviz 7 milyar dolar. Yani bir bavul ticareti 7 milyar dolar getiriyor, bunca güçlü ekonomiye ihracatımız 11,3 milyar dolarda kalıyor. Şunun için söylüyorum, Türkiye’nin imkânı ve ufku geniştir. Biz elbette ve öncelikle AB üyeliğimizin iddiasını sürdüreceğiz, ama aynı zamanda Türkiye’nin bu geniş ufkunun bilincinde olacağız. AB’nin ilkeleri ve ölçütleri çerçevesinde bakıldığında, insan hakları ve demokrasi boyutunda hâlâ sorunlarımız bulunmaktadır. Bunları çözmek gerekir. Bu konu üzerinde ben de bir çalışmanın içindeyim. Bakanlığımız geleneksel olarak insan hakları konularına eğilen ve çözüm üreten bir Bakanlık. Şimdi biz, şu sıra yapmakta olduğumuz çalışmalardan hareketle, hükümete sunabileceğimiz bir öneri, bir hareket planı geliştirmekteyiz. Bir de şunu söyleyeyim. Biz 55. Hükümet ve bakanlık olarak, AB ülkeleriyle ve diğerleriyle ikili ilişkilerimizde olumlu başlangıç yaptık. Mevcut bazı sorunların da çözümüne yöneldik. Bunun bir örneğini Madrid’de, Yunanistan’la bir uzlaşı açıklaması yaparak verdik.

Bu bir iyi niyet zeminidir. O iyi niyet zeminini geliştirip geliştiremeyeceğimiz yakın zamanda anlaşılır. Öte yandan, ABD ile geçmiş dönemden devralınmış belli sıkıntılar vardı. Özellikle Amerikan Kongresi’nden kaynaklanan ve iki yıl önce satın alınmış fırkateynlerin çeşitli gerekçeler gösterilerek Türkiye’ye teslimini engelleyen, bizim askeri gücümüzü bir ölçüde etkileyen bir durum. Bu sorunu da bir çözüm noktasına yaklaştırdık. Kesinleşmeden bir şey söylemiyorum ama çözüm olabilecek gibi gözüküyor. Başbakan Yardımcısı Ecevit ile Cumhurbaşkanı Denktaş’ın bugün ciddi açıklamaları oldu. Sayın Denktaş, Sayın Ecevit’inkine benzer bir tahlil yapıyor ve diyor ki, ‘Bu AB’nin aldığı karar (Komisyon’un önerisi) Kıbrıs ikili müzakerelerine gölge düşürmüştür. Hattâ bir bakıma anlamsızlaştırmıştır’. Kıbrıs Rum Kesimi’nin bütün Kıbrıs’ı temsil edermişçesine AB’ye katılma sürecinde muhatap kabul edilmesi, 1960 Anlaşmalarına aykırı bir anlayış. Ayrıca da yanlış. AB olarak bunu yapmaya devam edecekler yahut devam edemeyecekler, bu onların sorunu. Türkiye’miz açısından konu belirsiz değil. Çünkü TBMM’nin 21 Ocak 1997’de almış olduğu bir karar var. Burada deniliyor ki, Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye katılma süreci belirli aşamalara gelirse, kesinleşme yolunda gelişirse, bu durumda Türkiye ile KKTC arasında kısmi bir bütünleşme süreci anlamında gelişmeler olabilir ve olmalıdır.

Dolayısıyla, bizim politikamız Meclis tarafından bir çerçeve olarak belirlenmiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir