Ismail Cem – Soldaki Arayis

Sevgili Uğur Mumcu’nun bir yazısını hatırlıyorum: “Sol elim, acemi elim…” Orhan Veli’nin şiirinden hareketle, solun ülkemizdeki sıkıntıları anlatılmaktaydı. İnsan düşünmeden yapamıyor: Türkiye’nin daha özgür, daha adil bir ülke olması için yıllardır sürdürülen bir mücadelenin son kesitinde yayınlanan bu kitabın adı, Soldaki Arayış mı olmalıydı? Hâlâ neyi aramaktaydı sol, neyi bulamamıştı, neden bulamamıştı? Kendimize haksızlık etmemek için, olayı bütünlüğü içinde görmek gerek. Buna birazdan değineceğim. Önce Türkiye’nin, hattâ dünyanın bâzı özelliklerine bakmak istiyorum. Hangi koşullarda başladı, hangi evrelerden, tartışmalardan geçti? Solun Türkiye’deki son otuz yılını ben de içinden yaşadım. Nereden yola çıkıldı, nereye gelindi? Soldaki Arayış başlıklı bu çalışmayı, tarih boyutundaki bir gezintiyle başlatmak istiyorum. Böyle bir yaklaşım, yanlışların ve doğruların ilkesel düzeyde belirlenmesine yardımcı olabilir. Hâlâ bitmeyen “arayışın” nedenlerine, çözümlerine ve hedeflerine ışık tutabilir. I 1960’ları hatırlıyorum. O günlerin dünyasında, solun demokratik sosyalist modeli ile, komünist modeli arasında dehşetli bir rekabet vardı. Sovyetler’in en güçlü dönemiydi. Küba, “Üçüncü Dünya”ya özgü komünizm özelliğini korumaktaydı. “Milli Kurtuluş Savaşları,” sol iddialı devletçikler yaratmaktaydı. Nâsır hayattaydı; İslam dünyasına milliyetçilikle sol karışımı bir “tek parti” örneği getirmekteydi. 1960’ların başında soğuk savaş en soğuk dönemini yaşamaktaydı.


Batı dünyası, soğuk savaş koşullanmasından kurtulamamıştı. Buna rağmen, Batı Avrupa’nın sosyalist (eşanlamıyla, sosyal demokrat) partileri gelişme içindeydi. Bir yandan komünistlerle, öte yandan liberallerle karşılıklı bir etkileşim yaşayarak, kendilerini her iki akımdan da ayrıştırmaya çalışarak, özgün bir kimlik oluşturmaktaydı. Gene Batı’nın komünist partileri, öncü Sovyet Komünist Partisi’nden esinlenerek ve onun değerler sistemiyle yer yer benzeşerek, bazen içinde yer aldıkları toplumun gerçekleri doğrultusunda ana modelden ayrışarak, ileride karşılarına çıkacak yol ayrımının işaretlerini vermekteydi. Batı komünizmi, Macaristan’ın işgalinde yaşadığı kimlik ve vicdan muhasebesini, şimdi Çekoslovakya’da yaşamaya hazırlanıyordu. Faşizm, baş temsilcisi Franko’nun kişiliğinde ayaktaydı. Portekiz’de, Latin Amerika’da, dünyanın çeşitli yörelerinde ve çeşitli isimler, görünümler altında kendini sürdürmekteydi. Türkiye’de, solun en heyecanlı, tartışmalı, umutlu günleri yaşanmaktaydı. “Yön” hareketi, yaygın bir aydınlar ittifakının verimli düşünce platformunu sola sunmuştu. Yön ve sonraki Devrim dergileri, belirli bir sol anlayışı, Türkiye’nin sol birikimine katmakta, Sol’un tartışmasını geliştirmekte, iddialarını sergilemekteydiler. O yılların “Türkiye İşçi Partisi” demokratik sosyalist çizginin en etkili, en umutlu hareketine dönüşmekteydi. tip, Türkiye’deki ilk sol hareketlerin geleneğinden güç almaktaydı; Türkiye’de solun büyük eksiği olan “emek boyutunu” siyasete katmak iddiasındaydı. Güçlü bir aydın çevresine dayanıyordu. 1960’ların sonlarındaki büyük ayrılmada, solun “demokrasi yoluyla” gelişmesini öngören akımın içinde yer alarak, bu doğrultuda mücadele verecekti. Türkiye’nin köklü ve ilerici partisi chp, uzun tarihinde ilk kez ciddi bir sol arayışın içine girmekteydi.

Kendi geçmişini, misyonunu sorgulamaktaydı. chp özeleştiriden yola çıkarak, yoğun tartışmalardan, iç çatışmalardan geçerek, önce kimlik bunalımına, sonra bir köklü dönüşüme, bir yeniden doğuşa götüren süreci başlatmaktaydı. 1960’lar Türkiye’si, kıpır kıpır, cıvıl cıvıl bir Türkiye’ydi. Sağın acımasız baskısı sürüyordu, “Kanlı Pazar” yaşanıyor, tip milletvekillerine saldırılıyordu ama arayış vardı, umut vardı, gençlik vardı, ideal vardı, insanların, dünyayı ve Türkiye’yi yeniden yaratacaklarına inancı vardı. Türkiye’nin solu, tarihi boyunca engellenmiş, baskı altında tutulmuştu. Solun sendikaları, partileri kapatılmış, insanlarına eziyet edilmişti. 1960’lar, bir bakıma, Türkiye’de solun “Rönesans”ı oldu. II 1970’ler Türkiye ve sol adına üç büyük olayı yaşadı: 12 Mart, chp’nin değişimi ve “Milliyetçi Cephe” dönemi: 1970’ler, demokrasiye ve sola karşı bir darbe ile başladı. Darbenin başlıca faktörü dış politikaydı ama, “fazla ileri gitmiş toplum kesitlerini hizaya sokmak, yıkıcı sonuçlar veren özgürlükleri Türkiye’nin tabularına tekrar bağımlı kılmak,” 12 Mart’ın hedeflediği ve gerçekleştirdiği sonuçlar oldu. 12 Mart, soldaki bir tartışmayı da trajik biçimde noktalamaktaydı: Solun iç tartışmalarında çözümü “askerli sol formüllerde” arayan düşünceler, 12 Mart’ta gerçekle karşıt karşıya geldi. 12 Mart’ın ilk işi, solda ne kadar birikim varsa, onları yasaklamak, yöneticilerini hapse atmak oldu. 12 Mart yönetimi, klasik ve geleneksel bir bürokrat “ilericiliğini,” emek kesimlerinin ve solun yıkıntıları üzerinde yükseltmekteydi. Bu özelliğini, Anayasa değişikliğinden idamlara, tip’in kapatılmasından sendikal hakların sınırlanmasına kadar her alanda sergiledi. Geleneksel “ilerici” parti chp, 1970’lerde yeniden doğdu. Sonraki bir bölümde bu konuya ayrıntılarıyla değineceğiz.

chp, gerçekten özeleştirisini yaparak, gerçekten kendini sorgulayarak, ilerici bürokrasinin partisi olmaktan, devlet partisi olmaktan uzaklaştı. “Halkın partisi, düzenin değil değişimin partisi” olmaya yöneldi. Bu süreç içinde kitlelerle bağlarını kurarak, 1973 ve 1977 seçimlerinde “en büyük parti” oldu. Hükümet deneylerinde sergilediği bâzı eksikliklerinin yanı sıra, Türkiye’ye ve öncelikle temsil ettiği kitlelere yararlı işler de yapabildi. disk’in şehitleriyle son bulan Taksim mitingi bu dönemde yaşandı. Solun güçlendiği ölçüde, sağın faşizm benzeri tavrı da oluşmaktaydı. Türkiye tarihinin belki en gerici, hattâ ilkel iktidarları, “Milliyetçi Cephe” adıyla peş peşe kuruldu. Üniversite hocaları, gazeteciler, sendikacılar, bu yıllarda öldürüldü. mc hükümetlerinin kayıtsız tavrıyla, kimi durumda açıkça saldırgan sağdan yana tavrıyla tırmanan terör, öncelikle gençlerden, ama eski bir başbakana kadar toplumun tüm kesitlerinden can aldı. 1970’ler sona ererken, tel tel dökülen bir Türkiye vardı önümüzde. Artan baskılar, peş peşe öldürülen insanlar, kendine bağlanan umudu yitirmiş solcular ve demokratik olmaktan tümüyle uzaklaşan sağcılar. Türkiye, sanki, kaçınılmaz kaderini kabullenmişti, kaderin ona hazırladığı kaçınılmaz sonu beklemekteydi. Bu son, 12 Eylül 1980’le geldi. III 12 Eylül döneminde solun bütün kurumları –sağlıklı kurumları ve sağlıklı birikimleri dahil olmak üzere– büyük darbe yedi. Sol partiler, sendikalar kapatıldı, sol düşünürler yasaklandı.

Demokrasinin ve solun etkisizleştirildiği bu ortamda, bürokratik “ilericiliğin” tabuları ve yasakçılığıyla, baskıcılığıyla, “Şikago çıkışlı” bir sosyoekonomik söylemin arabesk tercümeleri, engin bir “köşe dönmecilik, mal götürücülük” kutsamasıyla uygulamaya kondu. “Milliyetçi Cephe” dönemlerinde yıkımına zaten başlanmış temel değer ölçülerinden, ahlâk ve insan anlayışlarından, 12 Eylül sona ererken, ortada sadece bir yıkıntı kalmıştı. “Yıkıntı halinde olan,” aynı zamanda, zaten bir türlü yerli yerine oturamayan, ideolojik tutarlılığına ve pratik berraklığına kavuşamayan Türk soluydu: Solun geleceğini maceracı ve şiddete dönük yollarda arama eğilimleri ağır bir yenilgiye uğramıştı. Ama asıl önemli olan, demokratik çizgideki sol güçlerin de, sendikaları ve partileriyle, yayınları ve düşünceleriyle içine düştükleri yılgınlık ve yenilmişlik ortamıydı. Solun partileri, sendikaları kapalıydı. 12 Eylül döneminde kadrolar tüketilmişi. Siyasetçilerin önemli bir kesimi “siyasetten yasaklıydı.” Ortada ne parti vardı, ne sendika, ne de geçmiş deneyimini bugüne aktarabilecek bir lider kadrosu. Bu görüntü, dış etkenlerle bütünleşmekteydi: Dünyada Reaganism’in, Thatcherism’in, Friedman ve Hayek’in rüzgârları esmekteydi: Güçlü olanlar daha da güçlendirilecek, bundan, “herkes” yararlanacaktı. “Yeni” siyaset dönemi, işte bu koşullarda yola çıktı. Solun geleneksel liderlerinden biri, hem siyasetten yasaklıydı hem de o günlerdeki parti oluşumlarına katkı getirmemek düşüncesindeydi. Sol iddiayla kurulan partilerden bir başkası, “icazetli” bir görünüm taşıyordu. “chp’nin devamı olduğunu” belirten diğerinin ise, ilk genel seçime katılma hakkı elinden alınmıştı. “Sosyal demokrat,” Batı’daki genel tanımıyla çoğulcu, demokratik “sosyalist” kulvarda koşmanın iddiasıyla önce iki parti oluştu, sonra üçleşti. Sonra ikiye indi.

Sonra gene üçleşti. 2000’li yılların eşiğinde, bu siyasal çizgiyi kitlesel bir yapılanma içinde savunmakta olan üç parti var. Ve hâlâ solda arayış var. Neden? Soldaki arayışın nedenleri ve çözümleri bu kitaptaki “arayışın” da konusu. Ama önce birkaç saptama yapmak istiyoruz; solun geçmişte başardıkları ve başaramadıkları üzerine. IV Türkiye’de demokrasiyi zihinlerde ve uygulamada bir ölçüde geliştirmiş olmak, çoğulculuğu ve çoksesliliği bir ölçüde benimsettirmiş olmak, Türk solunun tarih düzeyindeki başarısıdır. 2000’li yılların eşiğindeki Türkiye’de –bütün eksikliklerine, aksaklıklarına rağmen– insanlar birbirini biraz daha fazla anlayabiliyorsa, farklı hassasiyet kümeleri hiç değilse uygarca tartışıyorsa, insan hakları, demokrasi gibi kavramlar sadece sola ait olmaktan nihayet çıkabiliyorsa, bütün bunlar, öncelikle solun onurudur, solun katkısıyla, mücadelesiyle, özverisiyle gerçekleşmiştir. Aynı şekilde, Türk solunun yıllarca sürdürdüğü mücadele, uğruna çok insanın çile çektiği, işinden olduğu, cezaevlerine sürüklendiği, bazen canını verdiği idealler, Türkiye’nin çalışan kitlelerine bir ölçüde daha iyi yaşam koşulları sağlayabilmiştir. Sendikal hakların gelişimi, ücret duyarlılığının yükselmesi, ayrıcalıklı odakların dışındaki kitlelerin her konuda ve her düzeyde desteklenmesi, solun, sol olmaktan kaynaklanmış duyarlılıklarıdır. Ve Türk solu, yazarından, çizerinden, siyasetçisinden, sendikacısına kadar bir bütün olarak, bu katkıyı topluma getirmiştir. Mutlaka yetersiz olan ama düne kıyasla bugün biraz daha yüksek olan bir konuma Türkiye’nin emek kesimleri gelebilmişse, bunda, solun, üzerine görev olan bir işlevi belli ölçüde gerçekleştirmesinin büyük payı vardır. Türkiye’nin solu, bir yandan, toplumdaki, siyasetteki, ekonomideki emek duyarlılığını geliştirmiştir, her düzeydeki organizasyonunu başlatmıştır. Öte yandan, demokrasiyi ve insan haklarını Türkiye’ye yerleştirmenin davasını başarıyla sürdürmüş ve hedefine belli ölçüde yakınlaştırmıştır: Solun, demokrasi ve insan hakları yolundaki çabalarıyla, moral ve ideolojik üstünlüğüyle, söz konusu anlayışlar, çok gecikmiş olarak, solun dışındaki kesimlerce de benimsenmeye, hattâ bir ölçüde özümsenmeye, savunulmaya başlamıştır, insan hakları ve demokrasi duyarlılığı, ne mutlu ki, solun tekeli olmaktan çıkmaktadır. Solun sayesinde, solun tekeli kalkmaktadır. Solun yıllar boyu ve tek başına sürdürdüğü mücadele sonucunda, bugün, insan hakları duyarlılığı ve demokrasiyi bir hayat tarzına dönüştürmek iddiası, hem toplum çoğunluğunca hem de sağın bâzı kesimlerince paylaşılmaktadır.

Sağdaki değişim, tek başına solun büyük çabasına bağlanamaz, ama büyük ölçüde bu çabanın sonucu olmuştur. Evet, dünya ve anlayışlar değişmektedir; evet, sağın kendi iç dinamikleri, gelişmeleri, zorunlulukları, onu şimdi belirli ve yeni duyarlılıklara yöneltmiştir. Ancak temel etken, Türkiye solunun demokrasi ve insan hakları için verdiği ısrarlı mücadeledir, solun bu konuda gerçekleştirdiği ahlâki haklılıktır, kurduğu moral ve ideolojik üstünlüktür. Türkiye’nin solu, herkesin sustuğu dönemlerde sesini yükselterek, insan haklarına ve demokrasiye sahip çıkanların cezaevlerine gönderildiği ortamlarda insan haklarının ve demokrasinin bayraktarı olarak, toplumu ve kendini çoğulculuğun, anlayışın, çoksesliliğin yönünde geliştirerek, Türkiye’ye engin ve onurlu bir katkı sağlamıştır. Bununla toplumun, ama öncelikle bizim övünme hakkımız vardır. Gerçekten, Türk solunun sayesinde, bugün, geçmişle kıyaslanmayacak kadar daha demokratik, insan hakları duyarlılığı daha yüksek, çoksesli özellikleri artan, bütünlüğünü kendi farklılıkları içinde arayan, duyarlılık kümeleri birbirini en azından “dinleyebilen,” hattâ birbiriyle “konuşabilen” bir Türkiye’de yaşamaktayız. Bu açılardan baktığımızda, geçmiştekinden daha güzel bir Türkiye’de yaşamaktayız. Varılmış bulunan nokta elbette yeterli değil, elbette çok eksik var, yapılması gereken çok iş var. Ama bir şey açık ve net: Türkiye’nin solu, demokrasi ve insan hakları anlayış ve çoğulculuk alanlarında, üzerine düşen görevi hakkıyla başarmıştır. Peki, neyi başaramamıştır? Neden, hâlâ bir “arayış”ın içindedir? Solun, neleri, neden başaramadığı, 2000’li yılların başındaki darboğaza da, “arayış”a da ışık tutacaktır. V “Neyi, neden başaramadık?” dendiğinde, hep bilinen, hep kabul edilen klasik gerekçeleri sıralamak mümkündür: Türkiye, henüz sanayi toplumu değildir; işçi sınıfı yeterince büyümemiştir; tarihsel gelişme süreci Batı’nınkinden farklıdır; demokrasi kültürü yerleşmemiştir; demokratik sosyalizmin serpilmesi için ihtiyaç duyulan demokrat bir burjuvazi gecikmiştir; emperyalizmin etkisindedir; Türkiye’nin demokratik sosyalizmi Batı’daki benzerleri gibi işçi sınıfı hareketinden kaynaklanmamış, Marksizmin çoğulcu demokrasiyi benimseyip demokrat bir senteze yönelmesinden yola çıkmamıştır; farklı biçimde, genellikle tek parti anlayışlarından, aydın-bürokrat kadrolardan, radikalizmin, pozitivizmin sol yorumlarından kaynaklanmıştır; Türkiye, cumhuriyetinin ancak 23. yılında çok partili sisteme geçebilmiştir, ancak 33. yılında sendikal özgürlüklerle tanışmıştır, ancak 34. yılında sosyalist bir partinin oluşumuna katlanabilmiştir. Bu nedenlerden tümü değil sadece birkaçı, sosyal demokrat ya da eşanlamıyla demokratik sol, demokratik sosyalist bir gelişmeyi engellemeye yeterlidir.

Ancak bizim davamız Türkiye’de hem demokrat, hem sol bir siyaset izlenecekse, hem demokrasi, hem sosyalizm denilecekse, o zaman, klasik ve teorik engellerin mazeretine sığınmanın yeri yoktur. Başarısızlık, tek başına bu gerekçelerle açıklanamaz. Solun geleceği böyle bir kaderciliğe mahkûm edilemez. Türkiye solunun özlenen ve mümkün olan bir gelişmeyi “neden” başaramadığını, “neden” hâlâ bir arayış içinde olduğunu, daha ince bir çözümlemeyle gözden geçirmek gerekiyor. A) “Arayışın” hâlâ sonuçlanmayışında öncelikli bir neden, Türk solunun “emek boyutundaki” zaafında gözüküyor:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir