J. M. Simmel – Tanri Sevenleri Korur

Telefon çaldı. Yatağımda doğrulup karanlıkta el yordamıyla gece lambasının düğmesini aradım. Ne yatak benim yatağımdı, ne de oda benim odam, düğmeyi bulamadım bu yüzden. Küçük, fosforlu bir saat tam saat başım gösteriyordu: Saat beşti. Telefon yeniden çaldı, sonra yine. Sibüle telefonun çaldığım duymamıştı. Üzerine eğildiğim sırada, düzenli aralıklarla rahat rahat soluk alıp vermeye devam ediyordu. Aynı yatakta uyumuştuk, yan yanaydık, kollarımın arasmdaydı. Elektrik düğmesini boşuna arayan sağ elim telefon alıcısını buldu. «Alo…» Öksürüp gırtlağımı temizledim, çünkü boğazım kurumuştu, zar zor konuşabiliyordum. «87 13 48 mi?» Görevli genç kadının sesinde tazelik ve kıvanç vardı. «Evet,» dedim. Sibüle yattığı yerde bir kıpırdadı. Uzun uzun içini çekti. «Siz misiniz bay Holland?» «Evet,» diye cevap verdim yeniden. «Sizi uyandırmamızı istemişsiniz,» dedi kadın sesi. «Saat tam beş. Günaydın bay Holland.» «Teşekkür ederim.» Alıcıyı dikkatle yerine bırakıp sırtüstü uzandım. Çok uzaktan uçak gürültüsü geliyordu. Kımıldamaksızın yatıp gözlerimi karanlığa diktim, gürültünün artmasını bekledim. Bu gürültü beni tedirgin eder dururdu hep. Sibille anlaşılan hiç duymuyordu bile, çoktandır Berlin’ de yaşamaktaydı. Ne var ki, şu anda gerçekten de giderek artan ve yükselen bu homurtu, benim için sürekli bir uyan, bir tehditti ve içime kasvet veriyordu. Dört motorlu koca uçak üzerimizden homurdanarak geçtiği sırada pencere camlan hafiften tıngırdadı. Berlin’de geçen günlerin sonu gelmişti yeniden. Gitmem gerekiyordu. Sürekli hiçbir şey yoktu. Ne keder, ne de sevinç. Huzur diye bir şey yoktu. Bir şiirin iki dizesi aklıma takılıverdi: «… ve sırtımda duyuyorum geçip giden zamanın hızlı adımlannı…» Kim yazmıştı bunu? Hatırlayamadım. Homurtu şimdi yeniden hafiflemişti. Gece gündüz, saatte en az dört kez, Sibille’nin evi üzerinden geçen bir uçak oluyordu, — inişten önce, kalktıktan sonra. Tempelhof Havaalanı az bir şey güneydeydi. Uçaklar evin üzerinden geçerken çok alçaktan uçuyorlardı. Abluka günlerinde pencere camlanmn gece gündüz her iki dakikada bir tıngırdadığını anlatmıştı bana Sibille. Hava durumu iyiyken de kötüyken de. Her iki dakikada bir geçip giden zamanın hızlı adımlan… Bir çeyrek daha vaktim var, diye düşündüm. Sonra kalkacaktım. Hayır, o kadan fazla olurdu. On dakika. Motor gürültüsü artık adamakıllı hafiflemişti, sevgili mınltısı gibi âdeta, derken, hiçbir şey duyamaz oldum. Yeniden sessizlik çöktü. Ama uzun boylu çöküp kalamazdı ya. Yeni bir uçak çoktan yakınındaydı Berlin’in — şu anda bulutların üzerinde bir yerdeydi, bu kış sabakınm ilk pembe ışıklanyla birlikte yaklaşıyordu, üzerimizden hızla geçip gitmek üzere, gökleri titretmek üze8 reydi; üstün bir kudrete sahip ve egemen, ne var ki aynı zamanda da, içindeki ve altındaki insanlar gibi ölüm ile yaşamak arasında bocalayan, sallantılı ve tedirgin. «Paul?» «Söyle sevgilim.» Sibille yana dönüp, yumuşacık, sıcak ağzını göğsüme bastırdı. Boyu benden kısa, çok da narindi, bacakları uzun, kalçaları dardı. Göğüsleri küçük ve diriydi. Çıplakken, genç bir erkek çocuğunu andırırdı. Kadın sevmeyen erkekler, Sibille’yi şöyle anarlardı saygıyla: «Bereket tam kadın sayılmaz.» Aslmda Sibille’yi tanımadıkları için söylüyorlardı böyle. Ben onu tanıyordum. Onun ne kadm olduğunu, nasıl duygulu, şefkatli ve yumuşak olabildiğini ben biliyordum. Ötekilerin bir şey bildiği yoktu, habersizdiler. Çıplak yatıyorduk. Sibille, oğlansı vücudunu benim vücuduma yapıştırdı. Hakkından gelemediğim sonsuz bir kederle içim oyulmuştu sanki. «Kalkmamız gerek, değil mi?» diye fısıldadı. Evinde ikimizden başka kimse yoktu; ama kitaplarından, tablolarından, daracık karyolasından sakındığı bir sırrımız varmış gibi, sesimizi hiç kimse duymamalıymış gibi, fısıldayarak konuşuyordu. Sinirli sinirli öksürdüm. «Zavallı sevgilim,» diye fısıldadı. «Bunu hep yaparsın. Benden ne zaman ayrılacak olsan sinirli sinirli öksürmeye başlarsm böyle.» «Çok keyifsizim,» dedim. «Söyleme öyle.» Elleri beni okşuyordu, ama soğuk ve kansızdılar. Benim ellerim heyecan ve dermansızlıktan nemliydiler. «Ya ben ne diyeyim?» diye fısıldadı koltuk altıma doğru. «Sen uçup gidiyorsun hiç olmazsa — ama ben dönüp evime geleceğim yine, senin kokunun 9 sinmiş olduğu bu yatağa, her şeyin seni hatırlattığı bu odaya. Bir seferinde, başmı koyduğun yastığı hırpalayıp durduğumu biliyor musun, saçının kokusu bir türlü çıkmıyordu da ondan.» Yaklaşmakta olan yeni bir uçağa heyecanla kulak kabarttığım sırada cevap verdim: «Seni seviyorum, Sibille.» «Ben de seni sevgilim,» dedi. «On gün sonra yine seninleyim.» «Evet, Paul.» «Daha uzun kalacağım o zaman.» Gece lambası yanıyordu artık. Sibille’yi görebilir yordum. Güzel, tutkulu bir kediden farkı yoktu. Kısa kesilmiş saçları gibi, badem gözleri de karaydı. Bumu kalkıktı, sık sık sinirli sinirli titreyen burun delikleri görünüyordu. Kırmızı ağzı kadife gibiydi, nemli ve parlaktı. Sibille’nin ağzı şimdiye kadar gördüğüm en büyük ağızdı. Kocaman bir ağız. Bir arkadaş bahse girmişti onunla bir gün. Soyulmuş bütün bir Kaliforniya şeftalisini olduğu gibi ağzına alabilecek mi diye. Sibille bahsi kazanmıştı. «Öyle mutlu olacağız ki…» diye fısıldadı. Göğsümün, gözyaşlarının damladığı yeri ıslandı. «Seni bekleyeceğim,» diye fısıldadı, «plaklarımızı dinleyip, bana getirdiğin kitapları okuyacağım. Rahmaninof’u çalacağım, bizim piyano konserini.» «Kadın arkadaşlarını davet edersin.» «Olur, Paul.»; Gözleri donuklaştı, ışıklı ve kara gözbebeklerinin parlaklığına bir bulanıklık geldi. Sibille kederlendikçe hep böyle olurdu. Gözlerine garip bir gam perdesidir inerdi o zaman. «Akşamları da çıkarsın.» 10 «Hayır, istemem.» «Tabiî canım. Tiyatroya gidersin, ya da Robert’e.» Robert, Kurfürsendamm’da bir kahvehane işleten adamın adıydı. Öteden beri ahbabımızdı. Ben Berlin’de kaldığım zaman, Sibille ile birlikte hep ona giderdik. «Robert’e gitmeye niyetim yok,» dedi Sibille, «sen de kulağınla duymuş ol!» «Öyle olsun sevgilim.» Sessizlik fazla uzadı, huzur da ona göre büyük, diye düşündüm. Gürültü nerede kaldı? Bir dahaki uçak ne zaman inecek? «Döndüğümde,» dedim bu arada, «bürodan izin vermek zorundalar.» «Evet,» dedi Sibille sessiz sedasız. «O zaman enikonu param da olur, Sibille. Güneye ineriz seninle, Napoli’ye kadar uzanırız. Sonra bir gemiye atlar Akdeniz’e açılırız. Mısır’a gideriz. Dört haftalığına.» «Söz mü?» Elimi bacaklarının arasına soktum, çünkü inandığım bir şey üzerine yemin etmem gerekiyordu, «söz veriyorum,» dedim. «Dört haftalığına,» diye tekrarladı, «makale falan yazmayacaksın ama.» «Tek satır bile yazmam,» dedim. «Seni sevmekten başka işim olmayacak. Seni kahvaltıdan önce, kahvaltıdan sonra sevip sevip duracağım canım.» «Öğle yemeğinden sonra olmasın rica ederim,» diye fısıldadı, yeniden ağlamaya başladığını hissettim. Ayaklarım üşümüştü. Ayak parmaklarımı oynattım durdum, yeni uçağı bekledim. Nerede kalmıştı şu uçak da? Şu son dakikaların huzurlu havasını neden bozmuyordu hâlâ? Sibille birden konuşmaya koyuldu: «Seni tanıyalı 11 duaya başladım yeniden. Dört yıldır dua etmiyordum.. Ama şimdi ediyorum. Tann’dan, bizi ayırmamasını diliyorum. Bizi mutlu yaşatsın diye de yalvarıyorum Tanrıya.» Bir omuzunu kaldırıp doğruldu, başım eline dayadı. Tutkulu, bademsi kedi gözleri ağzıma dikilmişti. «Sen inanmıyor musun ona?» «Hayır,» dedim. «Ona hiç de mi inandığın olmadı?» «Elbette oldu,» dedim. «Eskiden. Savaştan önce. Savaşta kestim inanmayı artık.» Kocaman ağzı hafif aralıktı, güzel dişlerini görüyordum. Devam ettim: «Ama sen dua et yine de. Bakarsın yardımı olur. Bilinmez ki.» Kısık sesiyle cevap verdi: «Biz birbirimizi seviyoruz. Bunu Tanrı’ya da söylüyorum hep. Baksana bize Tanrım, diyorum, biz birbirimizi aldatmıyoruz, birimiz öbürünün mutluluğu. Yardım et de böyle kalalım Tanrım. Çağımızda birbirini seven çok az insan var. Yardımını esirgeme de, başka bir insan uğrunda huzursuz, hırslı ve tedirgin olmayalım, ne ben, ne o…» Bu sırada düşünüyordum: Başımızdan bir savaş geceli çok az oldu henüz. Yenisinin patlak vermesi yakın. Hiç değilse çok yakın olmasa. Birkaç barış yılı daha, sadece birkaç yıl daha. Sibille’nin işi kolaydı, Tanrıyla konuşabiliyordu. Ona inanmak dünyanm en kolay işiydi. Yok canım, işin en zoru oydu aslında. Tanrıya ben de inanayım isterdim doğrusu. Bizi korusun diye ben de dua ederdim ona şimdi. Sibille’nin elini okşayıp yeni uçağın homurtusunu bekledim. Homurtu gelmiyordu. «… Brezilya’ya kadar uçacaksın, Paul,» diye mınl12 dandı Sibille kulağıma, bu arada sesini daha da hafifletti. «Dünyanın en güzel kadınları Rio de Janeiro’dadır derler.» «Dünyanın en güzel kadım sensin.» «Başka çaren yoksa aldat beni Rio’da, Paul. Benim için farketmez.» «Yalan söylüyorsun.» «İnan ki öyle, Paul. Salt Rio’da olacaksa, olsun varisin, on gün sonra yine yanımda olacaksan, zararı yok.» «Seni aldatmayacağım,» dedim, «bâtıl inançtan ötürü de aslmda.» «Zekisin,» diye fısıldadı. «Dünyanın en zeki erkeğisin. Biri öbürünü bir kez aldattı mı artık eskisi gibi olamaz, biliyorsun.»

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir