Robert Graves – Tanri Claudius

Hırslı ve kana susamış akrabalarımdan hiçbirinin zehirlemek, intihara zorlamak, bir ıssız adaya sürmek veya aç bırakarak öldürmek -bu yollarla birbirlerini teker teker ortadan kaldırmışlardızahmetine değer görmediği, sakat, kekeme, ailenin budalası ben, Tiberius Claudius Drusus Nero Germanicus’un, nasıl onların hepsinden, hatta meczup yeğenim Gaius Caligula’dan bile daha uzun yaşadığımın ve günün birinde, hiç beklemediğim bir anda, Saray Muhafızları’nın çavuşları ve onbaşıları tarafından imparator ilan edilmemin hikâyesini yazmayı bitireli iki yıl oldu. Hikâyeyi bu dramatik noktada kestim. Benim gibi bir meslekten tarihçi için basiretsiz bir davranıştı bu. Tarihçinin bir gerilim anında öyküsünü yarıda bırakmaya hakkı yoktur. Aslında öyküyü bir adım daha ileri götürmeliydim. Ordunun geri kalanının, Saray Muhafızlarının hiç de[MS 41] usule uygun olmayan bu eylemi hakkında ne düşündüğünü; Senato’nun ne düşündüğünü ve benim gibi pek parlak bir gelecek vaat etmeyen bir hükümdarı kabul etme konusundaki düşüncelerini; sonrasında kan dökülüp dökülmediğini; Cassius Chaerea, Aquila, Kaplan -Muhafız subaylarıydı bunlar-, yeğenimin kocası Vinicius ve Caligula’nın katline karışan diğerlerinin başlarına neler geldiğini anlatmalıydım. Ama hayır, benim son yazdığım şey, sarayın avlusunda, Muhafız kıtasından iki askerin omzuna oturtulmuş ve Caligula’nın başıma çarpık yerleştirilmiş altın meşe çelengiyle çepeçevre gezdirilip alkışlanırken aklımdan geçen son derece münasebetsiz bir düşünceler zinciriydi. Öyküyü daha ileri götürmememin nedeni, bunu sıradan bir tarihten çok, kişisel bir savunma -Roma dünyasının hükümdarı yapılmama izin verdiğim için bir özür- olarak yazmış olmamdır. Eğer hikâyeyi okuduysanız, büyükbabamın da, babamın da inançlı Cumhuriyetçiler olduğunu, benim de onlara çektiğimi, amcam Tiberius’un ve yeğenim Caligula’nın iktidarlarının da monarşi karşıtı önyargılarımı büsbütün pekiştirdiğini anımsayacaksınız. İmparator ilan edildiğimde elli yaşındaydım. O yaşta, insan siyasi rengini kolay kolay değiştirmez. Dolayısıyla iktidar arzusunun gönlümden ne kadar uzak ve o anda askerlerin keyfine boyun eğmemin ne kadar zorunlu olduğunu göstermek için bu öyküyü yazdım. Onları reddetmek yalnız kendimin değil, çok âşık olduğum karım Messalina’nın ve henüz doğmamış çocuğumuzun da ölümü demek olacaktı. (Doğmamış bir çocuk için neden böylesine güçlü duygular beslenir acaba?) Özellikle de, gelecek kuşakların beni, budala numarası yaparak geri planda kalmış ve uygun zamanı beklemiş, imparatora karşı bir saray entrikası planlandığına dair bir duyum alınca, cüretle ortaya çıkıp tahta adaylığını koymuş kurnaz bir fırsatçı olarak damgalamasını istemem. Hikâyemin devamı, on üç yıllık imparatorluğum sırasında dürüstlükten saptığım için aleni bir özür yerine geçmeli.


Umarım ki, iktidarımın değişik evrelerinde, görünüşte tutarsız davranışlarımın, daha önce inandığımı belirttiğim ve yemin ederim ki, asla kasıtlı olarak vazgeçmediğim ilkelerle olan bağlantısını açıklayarak bu davranışlarımı mazur gösterebilirim. Davranışlarımı haklı gösteremesem bile, hiç değilse, getirildiğim mevkinin olağanüstü zorluklarına işaret ederek, izleyebileceğim başka bir yol veya yollar olup olmadığını okurlarımın kararına bırakmak istiyorum. Şimdi öykümü kestiğim noktaya döneceğim. İlkin şunu yinelemeliyim ki eğer Yahudi Kralı Herodes Agrippa tesadüfen burada olmasaydı, gelişmeler Roma açısından çok daha kötü olabilirdi. Caligula’nın suikasta kurban gitmesinin yarattığı krizde, soğukkanlılığını yitirmeyen tek kişi oydu ve Palatium Tepesi tiyatrosundaki tüm ahaliyi Germen Saray Muhafızları tarafından katledilmekten o kurtardı. Gariptir, ama öykümün neredeyse son sayfasına kadar, okurlarım Herodes Agrippa’nın benimkiyle de birkaç noktada iç içe geçmesine karşın şaşırtıcı tarihçesine doğrudan tek bir göndermeye rastlamazlar. Gerçek şu ki, onun başlı başına okunmaya değer serüvenlerine hak ettiği yeri vermek, benim anlattığım hikâyede ona aşırı önemli bir rol vermek olacaktı. Oysa benim hikâyemin ana vurgusu başka yerdeydi. Hal böyle olunca da, konuyla ilişkisi şüpheli bir sürü malzemeyi anlatıya yüklemekten kaçındım. İyi ki de böyle bir karar aldım, çünkü bundan sonra yazacaklarımda, o gerçekten önemli bir yer tutuyor ve şimdi konu dışına çıkma korkusu duymadan, Herodes’in Caligula’nın öldürülmesine kadarki yaşamöyküsünü anlatabilir ve sonra, benimkiyle koşut olarak ölümüne dek devam edebilirim. Böylece, hikâyeyi iki kitaba yayarak dramatik bütünlüğü zedeleme tehlikesi olmayacak. Bu, benim dramatik bir tarihçi olduğum anlamına gelmez. Gördüğünüz gibi, tercihen edebi formalizmden sakınıyorum. Gelgelelim, öyküyü biraz teatral bir üslupla sunmadan, Herodes hakkında bir şey yazmak olanaksız. Çünkü Herodes’in kendisi bir oyunun başrol oyuncusu gibi yaşadı ve onunla birlikte oynayanlar, başından sonuna dek onu desteklediler.

Onunki, tam klasik geleneğe uygun bir drama değildi; gerçi hayatı Grek tanrılarının geleneksel Grek günahı olan kibir günahına verdiği geleneksel ceza olan intikamla, klasik tragedya üslubuyla sona erdi; ama hayır, onun yaşamında Grek olmayan pek çok öğe vardı. Örneğin, ondan intikam alan tanrı kibar Olympos takımından biri değildi; yönettiğim koskoca ülkenin herhangi bir yerinde veya dışında bulabileceğiniz en tuhaf ilahtı bu. Bu yüzden de, hiçbir sureti olmayan, ona sadakatle inananların adını ağızlarına almaları yasak olan (yine de onun onuruna sünnet derilerini kırpıyor ve başka bir sürü garip, barbarca ayinler yapıyorlar) ve Kudüs’te, sedir ağacından, maviye boyanmış porsuk postlarıyla çevrelenmiş, eski bir sandıkta tek başına yaşadığı ve dünyadaki diğer ilahlarla ilişki kurmayı reddettiği, hatta onların varlığını bile tanımadığı söylenen bir tanrı! Bir de, Altın Çağ’ın herhangi bir Grek oyun yazarı için konuyu uygunsuz kılacak kadar maskaralık karışmıştı tragedyaya. Kusursuz Sophokles’in, ciddi bir şiirsel üslupla, Herodes’in borçlarını işleme sorunuyla karşı karşıya kaldığını hayal edebiliyor musunuz? Ama dediğim gibi, size daha önce anlatmadıklarımı şimdi etraflıca anlatmalıyım. En doğrusu, yeni hikâyeye adımımı atmadan, eskisini burada noktalamak olacak. İşte nihayet başlıyor: HERODES AGRİPPA’NIN ÖYKÜSÜ Herodes Agrippa, bilmelisiniz ki, Augustus’un generali olan ve onun tek kızı Julia’yla evlenen ve bu evlilikten ötürü yeğenlerim Gaius Caligula ile Agrippinilla’nın büyükbabası olan ünlü Marcus Vipsanius Agrippa’nın ne soydaşı ne de hısmıydı. Agrippa’nın azatlısı falan da değildi. Öyle düşünebilirdiniz, çünkü Roma’da azat edilen kölelerin eski sahiplerinin adını, onlara bir saygı olarak almaları âdettendi. Hayır, durum şuydu: Dedesi, Yahudi Kralı Büyük Herodes, kısa süre önce ölen General Agrippa’nın anısına ona bu adı vermişti. Çünkü bu dikkate değer ve korkunç ihtiyar tahtını, Augustus’un onu Yakındoğu’da yararlı bir müttefik olarak koruması kadar Agrippa ile yakınlığına da borçluydu. Herodes ailesi aslen Edom’dan, Arabistan ile Güney Yahudiye arasındaki dağlık bölgeden gelmişti; bir Yahudi ailesi değildi bu. Annesi Arap olan Büyük Herodes, Julius Caesar tarafından Yahudiye valiliğine atanan babasıyla aynı zamanda, Galilea valiliğine atanmıştı. Ancak on beşindeydi o sırada. Göreve başlar başlamaz, bölgesinde eşkıyalığı bastırmaya çalışırken Yahudi yurttaşları yargılamadan idam ettirdiği için başı belaya girdi ve Yahudi Yüksek Mahkemesi Sanhedrin’e çıkarıldı. Yargıçların karşısına mor giysiyle ve silahlı askerlerin korumasında, büyük bir azametle çıktı; ama kararı tahmin ederek gizlice Kudüs’ten kaçtı.

Sığındığı Roma’nın Suriye valisi onu, aynı eyalette, Lübnan yakınında bir mıntıkanın yöneticiliğine atadı. Uzun lafın kısası, bu arada babası zehirlenerek öldürülen Büyük Herodes, büyükbabam Antonius ile büyük amcam Augustus’un (o zamanlar Octavian adıyla biliniyordu) ortak buyruğuyla Yahudi Kralı oldu ve Augustus’un ihsanıyla sürekli genişleyen topraklar üzerinde, otuz yıl boyunca, şan ve şiddetle hüküm sürdü. İkisi kendi yeğenleri olan en az on kadınla art arda evlendi ve sonunda, birkaç başarısız intihar girişiminden sonra, tıpta bilinen en ıstıraplı ve iğrenç hastalıktan öldü. Bu hastalığın Herodes’in İlleti dışında bir adı olduğunu veya Herodes’ten önce bir başkasında görüldüğünü duymadım; ama belirtileri kusmayla sonuçlanan dayanılmaz bir açlık, bozuk mide, leş kokan bir nefes, cinsel organda kurtlanma ve bağırsaklardan gelen sürekli akıntıydı. Bu hastalık ona dayanılmaz acılar veriyor ve zaten vahşi olan yaradılışını delilik kertesine getiriyordu. Yahudiler, nikâh düşmeyen iki akrabasıyla evlendiği için, onların tanrısının Herodes’e verdiği ceza diyorlardı. Herodes’in ilk karısı ünlü Yahudi ailesi Makkabi’lerden Mariamne idi ve Herodes deli gibi âşıktı ona. Ama bir kez büyükbabam Antonius’la Suriye’nin Laodikeia kentinde buluşmaya gittiğinde, kethüdasına, eğer düşmanlarının entrikalarına kurban olursa, Antonius’un eline düşmesin diye Mariamne’nin öldürülmesi emrini vermiş ve daha sonra Augustus’la Rodos’ta buluşmaya giderken de aynı şeyi tekrarlamıştı. (Antonius da, Augustus da şehvet düşkünü olarak biliniyorlardı.) Mariamne bu gizli emirleri öğrenince, doğal olarak öfkeye kapıldı ve Herodes’in annesinin ve kız kardeşinin önünde, söylememesi daha akıllıca olacak bazı laflar etti. Çünkü onun Herodes üzerindeki etkisini kıskanan kaynanayla görümce bu sözleri, döner dönmez Herodes’e ilettiler; üstelik onun yokluğunda, Mariamne’nin kinini ortaya döken bir meydan okuma edimi olarak zina yaptığını söylediler ve zina yaptığı kişi olarak kethüdanın adını verdiler. Herodes ikisini de öldürttü. Ama sonra, öyle aşırı bir üzüntü ve pişmanlığa kapıldı ki, yüksek ateşle yatağa düştü, ölümün eşiğine geldi. İyileştiğinde melankolik ve zalim bir adam olmuştu; öyle ki ufacık bir şüphe, en iyi dostlarını ve en yakın akrabalarını öldürtmesine yetiyordu. Mariamne’nin büyük oğlu, Herodes’in öfkesinin birçok kurbanından biri oldu: O ve kardeşi, bir üvey kardeşin suikast suçlamasıyla idam edildiler.

Daha sonra Herodes, o oğlunu da öldürttü. Augustus bu idamlarla ilgili şöyle bir espri yapmıştı: “Herodes’in oğlu olacağıma domuzu olayım daha iyi.” Zira Yahudi dininden olan Herodes’in domuz yemesi yasak olduğundan, domuzlar rahat ve uzun bir yaşam sürebilirdi. Mariamne’nin büyük oğlu olan talihsiz prens, arkadaşım Herodes Agrippa’nın babasıydı ve Büyük Herodes, yetim bıraktığı torununu, Augustus’un sarayında yetiştirilmek üzere, dört yaşında Roma’ya gönderdi. Herodes Agrippa ile ben aynı yaştaydık ve Agrippa’nın oğlu sevgili dostum Postumus’tan ötürü birbirimizle epey alışverişimiz vardı; Herodes Agrippa doğal olarak Postumus’un peşinden ayrılmazdı. Herodes çok güzel bir çocuktu ve Augustus, Erkekler Okulu’nun revaklı bahçesine misket veya birdirbir oynamaya geldiğinde, en sevdiği çocuklardan biriydi. Ama az serseri değildi Herodes! Augustus’un, Etna yakınlarındaki Adrano’dan getirilmiş, kuyruğu tüylü, iri çoban köpeklerinden olan çok sevdiği bir köpeği vardı. Augustus dışında kimsenin sözünü dinlemezdi, ta ki Augustus ona “Ben seni çağırana kadar filancanın sözünü dinle,” desin. O zaman hayvan söyleneni yapar, ama özlem dolu, mutsuz bakışlarla Augustus’un uzaklaşmasını izlerdi. Her nasılsa, küçük Herodes, köpeğin çok susadığı bir sırada, ona bir tas sert şarap içirmeyi başardı ve hayvanı o gün görevden el çektirilmiş yaşlı bir muharip subay gibi zilzurna sarhoş etti. Sonra boynuna bir keçi çanı taktı; kuyruğunu safran sarısına, bacaklarını ve burnunu da eflatuna boyadı; ayaklarına domuzların idrar keselerini, omuzlarına bir çift kaz kanadı bağlayıp sarayın avlusuna saldı. Augustus hayvanını arayıp, “Typhon, Typhon, neredesin?” diye seslenince, bu hilkat garibesi yaratığın yalpalayarak kapıdan çıkıp sahibine koşması, Roma tarihinin sözüm ona Altın Çağı’nın en komik anlarından birini oluşturur. Ama olay, Saturnus şenlikleri sırasında olduğu için, Augustus durumu güler yüzle karşılamak zorunda kaldı. Bir de, Herodes’in fare yakalamayı öğrettiği ve ders saatlerinde öğretmen sırtını döndüğünde, arkadaşlarını eğlendirmek için giysisinin altına sakladığı bir evcil yılanı vardı. Sonunda herkesin dikkatini dağıttığı gerekçesiyle, benimle birlikte öğrenim görmek üzere, benim yaşlı, beyaz sakallı Tarsuslu hocam Athenodorus’a gönderildi.

Okul numaralarını Athenodorus üzerinde de denedi elbet; ama Athenodorus bunları öyle hoşgörüyle karşıladı ve ben, Athenodorus’u çok sevdiğimden, öyle az ilgi gösterdim ki, çok geçmeden vazgeçti marifetlerinden. Herodes parlak bir öğrenciydi. Olağanüstü bir belleği ve kendine has bir dil yeteneği vardı. Bir keresinde Athenodorus ona şöyle dedi: “Herodes, senin bir gün doğduğun ülkede en yüksek makamlara geleceğini sanıyorum. Gençliğinin her saatini bu göreve hazırlanmak için yaşamalısın. Sendeki yeteneklerle, büyükbaban Herodes kadar güçlü bir hükümdar olabilirsin.” Herodes şöyle yanıtladı: “Bunlar güzel sözler Athenodorus; ama benim büyük ve kötü bir ailem var. Tasavvur edemezsin ne azgın bir güruh olduklarını; bir yıl dünyayı gezsen, onlardan daha namussuzunu bulman zor olur. Ve anlatılanlara bakılırsa, sekiz yıl önce büyükbabamın ölümünden bu yana, hallerinde en ufak bir düzelme olmamış. Ülkeme dönmek zorunda kalırsam, altı aydan fazla yaşayacağımı sanmam. (Zavallı babam da, burada Asinius Pollio’nun evinde eğitim görürken öyle demişti. Onunla birlikte olan Alexander amcam da aynı şeyi söyledi. Ve haklı çıktılar.) Şimdi Yahudiye kralı olan amcam tıpkı Büyük Herodes gibi, ama kötülüklerinde görkemli değil, sadece aşağılık. Öteki amcalarım Philippos ve Antipas ise bir çift tilki.

” “Erdemde samimi olursak pek çok kötülüğe boyun eğmeyiz, küçük prensim,” dedi Athenodorus. “Yahudi halkının erdeme, dünyadaki bütün halklardan daha sıkı bağlarla tutunduğunu unutmayın; erdemli olduğunuzu gösterirseniz, yekvücut olarak arkanızda duracaklardır.” Herodes yanıtladı: “Yahudilerin erdemi, sizin öğrettiğiniz Yunan-Roma dünyasının erdemiyle pek uyuşmaz Athenodorus. Yine de teşekkür ederim peygamberce sözlerinize. Kral olduğumda, gerçekten iyi bir kral olacağıma güvenebilirsiniz; ama tahtıma oturacağım güne kadar, ailemin geri kalanından daha erdemli olmayı göze alamam.” Herodes’in karakterine gelince, ne desem? Çoğu insan -benim deneyimime göre- ne erdemli ne ahlaksız, ne iyi kalpli ne de kötü kalplidir. Hepsinde biraz ondan, biraz bundan bulunur; ama uzun vadede bir hiçtirler; adi, sıradan tiplerdir. Ama az sayıda birkaç kişi, her zaman tek bir uç karaktere sadık kalır. Tarihte güçlü bir iz bırakanlar onlardır. Ben onları dört sınıfa ayırırım. İlkin Tiberius ve Caligula’nın iktidarında Muhafız Kıtası Komutanı olan Macro gibi, taş yürekli alçaklar vardır. Ardından aynı ölçüde taş yürekli olan erdemli adamlar gelir; çarpıcı örneği, benim kâbusum olan Censor Cato’dur. Üçüncü sınıf, yaşlı Athenodorus ve katledilen zavallı ağabeyim Germanicus gibi, altın kalpli erdemlilerdir. Sonuncu ve en ender rastlanan sınıf ise altın kalpli alçaklardır ki, bunların tasavvur edilebilecek en mükemmel örneği Herodes Agrippa’dır. İşte bu altın kalpli alçakların, bu Cato karşıtlarının, gerektiğinde en değerli dostlar oldukları ortaya çıkar.

Onlardan hiçbir şey beklemezsiniz. Kendilerinin de kabul ettiği gibi, tümüyle ilkesizdirler ve sadece kendi çıkarlarını kollarlar. Ama ciddi bir belaya çattığınızda onlara gidip, “Tanrı aşkına, benim için şunu şunu yap,” deyin, yapacaklarına kesin gözüyle bakabilirsiniz; dostça bir iyilikte bulunmak için değil ama, kendi namussuzca planlarına uygun düştüğü için istediğinizi yaptıklarını söylerler ve onlara teşekkür etmenizi yasaklarlar. Bu Cato karşıtları kumarbaz ve savurgandırlar; ama en azından cimri olmalarından iyidir. Her zaman sarhoşlarla, canilerle, sahtekâr işadamları ve muhabbet tellallarıyla bir aradadırlar; ama kendilerinin içip sapıttıklarına pek rastlanmaz. Ve eğer bir cinayet tezgâhlamışlarsa, kurbanın ardından fazla yas tutulmayacağına emin olabilirsiniz. Masumlar ve muhtaçlardan ziyade, varlıklı dolandırıcıları dolandırırlar ve hiçbir kadınla, onun rızası olmadan ilişkiye girmezler. Herodes, yaradılıştan ahlaksız olduğunu söylerdi hep. Ona, “Hayır, sen ahlaksız maskesi takan, özde erdemli bir adamsın,” derdim. Bu onu sinirlendirirdi. Caligula’nın ölümünden bir iki ay önce buna benzer bir konuşma geçti aramızda. Sonunda bana, “Sen nesin, söyleyeyim mi?” diye sordu. “Gerek yok,” dedim, “ben Resmi Saray Soytarısıyım.” “Bilmem ki,” dedi, “kendilerini akıllı gösteren budalalar vardır; budala numarası yapan akıllılar da vardır. Ama budala numarası yapan bir budala örneğini ilk sende görüyorum.

Sen de bir gün göreceksin dostum, ne biçim bir erdemli Yahudiye çattığını.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir