Kolektif – Babamin Tanri Oldugunu Sandim

Bunu yapmak gibi bir niyetim yoktu. “Ulusal Hikâye Projesi” fikri kazara oluştu; on altı ay önce bir akşam yemeğinde karımın verdiği fikir olmasa bu kitaptaki parçaların çoğu yazılmamış olacaktı. 1999 yılının Mayıs ayında, belki de Haziran’da, Ulusal Radyo’ya en yeni romanım hakkında bir röportaj verdim. Sohbetimizi bitirdiğimizde Weekend All Things Considered programının sunucusu Daniel Zwerdling, programa düzenli olarak katılmak isteyip istemeyeceğimi sormuştu. Soruyu sorduğunda yüzünü göremiyordum bile. Ben New York’ta İkinci Cadde’deki radyo stüdyosundaydım, o ise Washington, D.C.’de; geçen yirmi ya da otuz dakika boyunca birbirimizle mikrofonlar ve kulaklıklar aracılığıyla, fiber optik olarak bilinen sihirli teknolojinin desteğiyle konuşmuştuk. Aklında ne olduğunu sordum, o da emin olmadığını söyledi. Belki ayda bir ya da iki kez yayına katılıp hikâyeler anlatırdım. Hiç ilgilenmedim. Kendi işim zaten yeterince zordu; beni ısmarlama hikâyeler yazmaya zorlayacak bir iş, ihtiyacım olan en son şeydi. Ancak, ona nezaket gereği eve gidip düşüneceğimi söyledim. Teklife yeni bir biçim veren kişi, karım Siri oldu. O gece, ona Ulusal Radyo’nun tuhaf teklifinden söz ettiğimde hemen düşüncelerimin yönünü tersine çeviren bir fikir ortaya attı.


Otuz saniye içinde hayır yanıtımın yerini evet almıştı. Hikâyeleri kendin yazmak zorunda değilsin, dedi Siri. İnsanları oturtup kendi hikâyelerini yazdır. Onları sana gönderebilirler, sen de radyoda en iyilerini okursun. Yeterli sayıda dinleyici yazarsa bu sıra dışı bir şey haline gelir. “Ulusal Hikâye Projesi” böyle doğdu. Bu Siri’nin fikriydi, sonra ben onu benimsedim ve onunla birlikte koşmaya başladım. Eylül ayının sonlarına doğru Zwerdling, Brooklyn’ deki evime Weekend All Things Considered programının yapımcılarından biri olan Rebecca Davis’le birlikte geldi; böylelikle projenin anafikrini başka bir röportaj biçiminde tanıttık. Dinleyicilere hikâyeler aradığımı söyledim. Hikâyeler gerçek olmalıydı; kısa da olmalılardı, ama konu ya da üslup sınırlaması olmayacaktı. Beni en çok ilgilendiren şey, dedim, dünya hakkında beklentilerimize meydan okuyan hikâyeler, hayatlarımızda, ailelerimizin tarihinde, zihinlerimiz ve bedenlerimizde, ruhlarımızda etkin olan gizemli ve bilinemeyecek güçlerin sırrını açığa çıkaran kısa hikâyeler. Başka bir deyişle, kulağa kurmaca gibi gelen gerçek hikâyeler. Büyük olaylar ve küçük olaylardı sözünü ettiğim, feci olaylar ve komik olaylar, kâğıda dökülecek kadar önemli olduğu hissedilen herhangi bir deneyim. Hiç hikâye yazmadıysanız endişelenmeyin, dedim. Herkes bir-iki iyi hikâye bilir; yeterince dinleyici, katılım çağrısına yanıt verirse, eninde sonunda kendimiz ve birbirimiz hakkında şaşırtıcı şeyler öğrenmeye başlayabiliriz.

İnsanlar kendi hayatlarını ve deneyimlerini keşfe çıkacaklar; ama aynı zamanda kolektif bir çabanın, kendilerinden daha fazlasının parçası olabileceklerdi. Onların yardımıyla, dedim, bir gerçekler arşivi, bir Amerikan gerçekliği müzesi oluşturmayı umuyorum. Röportaj ekim ayının ilk cumartesi günü, tam bir yıl önce bugün yayınlandı. O zamandan beri dört binden fazla hikâye aldım. Bu sayı beklediğimden çok daha büyüktü, geçen on iki ay boyunca da gittikçe genişleyen bir kâğıt denizinde çılgınca yüzerek hikâye taslaklarına boğuldum. Bazı hikâyeler elle yazılmıştı; diğerleri daktilo edilmişti; bazılarının da e-posta mesajlarından çıktıları alınmıştı. Her ay en iyilerinden beş ya da altısını seçmeye uğraşıp Weekend All Things Considered programında yayınlanmak üzere yirmi dakikalık bölümler haline getiriyordum. Bu en tatmin edici çalışmam, üstlendiğim en ilham verici görevlerden biri olmuştu. Ama zor anları da vardı. Birçok kez bu hikâyelere tamamen gömüldüğümde, bir oturuşta altmış ya da yetmiş hikâye okudum; her seferinde sandalyeden un ufak olmuş, enerjim tamamıyla tükenmiş bir halde kalktım. Başa çıkılacak birçok duygu, oturma odasına yerleşen birçok yabancı, birçok farklı yönden bana gelen birçok ses. O akşamlarda, iki ya da üç saat içerisinde, Amerika’nın nüfusunun tamamının evime girdiğini hissettim. Duyduğum, Amerika’nın şarkı söyleyişi değildi. Amerika’nın hikâyeler anlatışını duydum. Evet, bazı meczuplar tarafından birkaç taşlama ve eleştiri yazısı gönderilmişti, ama beklediğimden çok daha az sayıda.

Kennedy suikastıyla ilgili sarsıcı açıklamalara maruz kaldım, güncel olayları İncil’den ayetlere bağlayan karmaşık yorumlarla karşılaştım ve altı şirket ve devlet kuruluşunun aleyhindeki davalarla ilgili gizli bilgileri öğrendim. Bazı kişiler beni sinirlendirecek ve midemi kaldıracak kadar sınırı aştı. Daha geçen hafta, “Kerberos” imzasını kullanan ve adresini “Yeraltı 66666” olarak gösteren bir adamdan bir hikâye teslim aldım. Adam hikâyede Vietnam’da deniz piyadesi olduğu günlerden söz ediyor ve bölüğündeki adamlarla birlikte çalıntı bir Vietnamlı bebeği kamp ateşi etrafında nasıl pişirip yediklerini anlatarak bitiriyordu. Yapmış olduklarından gurur duyuyormuş gibi yazmıştı. Kim bilir, belki hikâye gerçekti. Ama bu, hikâyeyi radyoda sunmaya meraklı olduğum anlamına gelmiyor. Diğer taraftan, huzursuz kişilerin yazdığı parçalardan bazıları, ürkütücü ve dikkat çekici bölümler içeriyordu. Geçen sonbahar, proje yolunda giderken bunlardan biri, başka bir Vietnam askerinden, orta Batı bölgesinde bir cezaevinde, cinayet suçundan aldığı müebbet hapis cezasını çeken bir adamdan geldi. Adam, elyazısıyla suçunu nasıl işlediğini dağınık bir biçimde anlattığı bir yazılı ifade göndermiş ve belgenin son cümlesini şöyle bitirmişti: “Hiçbir zaman kusursuz olmadım, ama ben gerçeğim.” Bir anlamda, o ifade “Ulusal Hikâye Projesi”nin anafikri, kitabı oluşturan ilke olarak sayılabilirdi. Hiçbir zaman kusursuz olmadık, ama biz gerçeğiz. Okuduğum dört bin hikâyenin çoğu, son sözcüğüne kadar beni yakalayacak ilginçlikteydi. Çoğu basit, anlaşılır görüşlerle yazılmıştı; çoğu onları gönderen kişileri onurlandırıyordu. Hepimizin görünenden derin yaşamları var.

Hepimiz bu dünyanın parçası olduğumuzu, ama ondan sürgün edildiğimizi hissediyoruz. Hepimiz kendi varlığımızın alevlerinde kavruluyoruz. İçimizdekileri anlatmak için sözcükler gerekli; katılımcılar da, onlara kendi hikâyelerini anlatma fırsatı verdiğim, “insanlara seslerini duyurma olanağı sağladığım” için bana tekrar tekrar teşekkür ettiler. İnsanların söyledikleri çoğu zaman hayret verici oldu. Çoğumuzun kendi içimizde ne kadar derin ve tutkulu yaşadığımızı her zamankinden daha çok takdir ettim. Bağlanma duygularımız çok şiddetli. Aşklarımız bizi mahvediyor, bizi tanımlıyor; kendimiz ve diğerleri arasındaki sınırları aşındırıyor. Okuduğum hikâyelerin üçte biri ailelerle, yani ebeveynler ve çocuklar, çocuklar ve ebeveynler, karıkoca ilişkileri, erkek ve kız kardeşler, büyükanneler ve büyükbabalarla ilgili. Çoğumuz için dünyamızı dolduranlar bu insanlar; birbirini izleyen hikâyelerde, karanlık olduğu kadar komik olanlarda da, o ilişkilerin ne kadar berrak ve güçlü bir biçimde ifade edilmiş olmalarından çok etkilendim. Birkaç lise öğrencisi beyzbol maçında sayı turu yapmaları ve atletizm yarışlarında madalya almaları hakkında hikâyeler gönderdi; ama kendi başarılarıyla övünme fırsatını değerlendiren kişi, bir yetişkindi. Komik gaflar, yürek burkan rastlantılar, ölümden dönme deneyimleri, mucizevi karşılaşmalar, beklenmedik ironiler, önseziler, üzüntüler, acılar, düşler… Katılımcıların yazmayı yeğledikleri konular bunlardı. Dünyayı anladıkça dünyanın daha güç tanımlanabilir ve kafa karıştırıcı olduğuna yönelik inancımda yalnız olmadığımı öğrendim. İlk katılımcılardan birinin etkili bir biçimde ifade ettiği gibi, “Gerçekliğin yeterli bir tanımından yoksun kaldım.” Olaylardan emin değilseniz, zihniniz hâlâ gördüklerinizi sorgulayacak kadar açıksa dünyaya büyük bir dikkatle bakma eğiliminde olursunuz; bu dikkatten de daha önce hiç kimsenin görmediklerini görme olasılığı doğar. Bütün yanıtlara sahip olmadığınızı kabullenmeyi istemeniz gerekir.

Yanıtlara sahip olduğunuzu düşünüyorsanız hiçbir zaman söyleyeceğiniz önemli bir şey olmaz. İnanılmaz olay örgüleri, beklenmedik dönüm anları, sağduyuya itaati reddeden olaylar. Çoğunlukla yaşamlarımız on sekizinci yüzyıl romanlarının içeriğine benzer. Daha bugün Ulusal Radyo’dan bana başka bir yığın e-posta mesajı geldi; yeni gelenler arasında, California eyaletinin San Diego kentinde yaşayan bir kadından gene buna benzer hikâye vardı. Alışılmadık olduğu için değil, yalnızca elimdeki en yeni kanıt olduğu için alıntılıyorum: Sekiz aylıkken bir yetimhaneden evlat edinildim. Bir yıldan daha az bir süre sonra beni evlat edinen babam aniden öldü. Benden büyük üç evlatlık erkek kardeşle birlikte dul annem tarafından büyütüldüm. Evlatlık olduğunuzda öz ailenizi tanımaya doğal bir merak duyarsınız. Evlendiğim ve yirmili yaşlarımın sonuna geldiğim zaman onları aramaya başlamaya karar verdim. Iowa’da büyüdüm ve elbette, iki yıllık bir aramadan sonra öz annemin Des Moines’da olduğunu tespit ettim. Buluşup yemeğe gittik. Ona öz babamın kim olduğunu sordum, o da bana babamın adını verdi. Onun nerede yaşadığını sordum; annem de, son beş yıldır yaşadığım yer olan, “San Diego,” dedi. San Diego’ya tek bir kişiyi bile tanımadan, yalnızca orada olmak istediğimden emin olarak taşınmıştım. Sonunda anlaşıldı ki babamın çalıştığı yerin hemen yanındaki binada çalışıyormuşum.

Sık sık aynı restoranda yemek yedik. Yaşamını altüst etmeyi hiç istemediğim için karısına varlığımdan asla söz etmedik. Ancak hep bir serseri tarafı olmuş ve karısının yanı sıra hep sevgilisi olmuştu. O ve son kız arkadaşı on beş yılı aşkın bir süredir “birlikteydi”; o kadın, babam hakkındaki bilgimin tek kaynağı olarak kaldı. Beş yıl önce öz annem Iowa’da kanserden ölmek üzereydi. Aynı anda babamın sevgilisinden, onun kalp komplikasyonları nedeniyle hayatını kaybettiğini haber veren bir telefon aldım. Iowa’daki hastanede yatan öz annemi aradım ve babamın öldüğünü haber verdim. Annem o gece öldü. Her ikisinin de cenazesinin o cumartesi günü aynı saatte olduğu bilgisini aldım; babamınki California’da cumartesi günü saat sabah 11’de, anneminki Iowa’da öğlen 1’de. * * * Üç ya da dört ay sonra, projenin hakkını vermek için bir kitabın gerekli olacağını sezdim. Çok sayıda iyi hikâye geliyordu; kayda değer hikâyelerin ufak bir bölümünden fazlasını radyoda sunmam olanaksızdı. Bunlardan birçoğu belirlediğimiz formattan çok daha uzundu; radyo yayınlarının kısa süreli doğası da (yalnız, bedensiz bir ses her ay on sekiz ya da yirmi dakika boyunca Amerikan radyo kanallarında uçuşur) beni en akılda kalıcı olanları toplamaya ve onları yazılı olarak saklamaya itti. Radyo güçlü bir araç; Ulusal Radyo da ülkenin neredeyse her köşesine ulaşıyor; ama sözcükleri ellerinizle tutamazsınız. Kitap elle tutulur bir şey ve elinizden bıraksanız bile yeniden bıraktığınız yere dönüp devam edebilirsiniz. Bu antoloji, geçen yıl içerisinde gelen yaklaşık dört bin yazının en iyileri olarak değerlendirdiğim 179 parçayı içeriyor.

Ama bu ayrıca bütün “Ulusal Hikâye Projesi”nin temsil edici bir seçkisi, minyatür bir örneği. Bu sayfalarda bulunabilecek her bir rüya, hayvan ya da kayıp eşya hikâyesi için, teslim edilmiş olan onlarcası, seçilmiş olabilecek diğer onlarcası vardı. Kitap bir tavuk hakkında altı cümlelik bir hikâyeyle (geçen kasım ayında radyoda okuduğum ilk hikâye) başlıyor ve radyonun yaşamlarımızdaki yeri üzerine hüzünlü bir görüşle bitiyor. Son parçanın yazarı Ameni Rozsa, “Ulusal Hikâye Projesi” yayınlarından birini dinlerken duygulanarak hikâyesini yazmış. Amerikan gerçekliğinin küçük parçalarını yakalamayı umuyordum; ama projenin ta kendisinin de bu gerçekliğin parçası olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bu kitap her yaştan ve her yaşam biçiminden insan tarafından yazıldı. Bunların arasında bir postacı, ticaret gemisinde çalışan bir denizci, bir troleybüs sürücüsü, bir sayaç okuyucusu, bir otomatik piyano tamircisi, bir olay yeri temizleyicisi, bir müzisyen, bir işadamı, iki rahip, eyalet hapishanesinde yatan bir mahkûm ve çeşitli ev kadınları, çiftçiler ve eski askerler var. En genç katılımcı hemen hemen yirmisinde; en yaşlısı doksan yaşına yakın. Yazarların yarısı kadın; diğer yarısı erkek. Yazarlar kentlerde, banliyölerde ve kırsal alanlarda yaşıyor ve kırk iki farklı eyaletten geliyorlar. Seçimimi yaparken demografik bir denge oluşturmayı bir kez bile düşünmedim. Hikâyeleri yalnızca değerlerini temel alarak insanca tutumları, hakikatleri, ilgi çekicilikleri için seçtim. Toplam sayı böyle denk geldi, sonuçlar da tamamen rastlantısal olarak belirlendi. Bu ses karmaşasına ve çelişen üsluplara bir düzen verme çabasıyla hikâyeleri on farklı kategoriye ayırdım. Bölümlerin başlıkları kendini anlatıyor; ama bütünüyle komik hikâyelerden oluşan “Kaba Komedi” adlı dördüncü bölüm dışında, her bir kategorinin içinde büyük bir çeşitlilik var.

Bunların içeriği farstan tragedyaya uzanan bir çeşitliliktedir ve içlerinde karşılaşılan her bir gaddarlık ve şiddet eylemi karşılığında nazik, cömert ya da sevgi dolu bir davranış görülüyor. Hikâyeler ileri ve geri, yukarı ve aşağı, içeri ve dışarı hareket ediyor; bir süre sonra da başınız dönmeye başlıyor. Bir katılımcıdan diğerine sayfayı çevirdiğinizde tamamen farklı bir kişiyle, tamamen farklı koşullarla ve tamamen farklı bir dünya görüşüyle karşılaşırsınız. Ama bu kitap zaten farklılıklar hakkında. İçinde bazı iyi ve üst düzeyde yazılar var, ama çalakalem ve tuhaf yazılmış hikâye de çok. Yalnızca ufak bir kısmı “edebiyat” olarak adlandırılabilecek bir şeye benziyor. Bu kitap başka türlü, saf ve fazlaca kişisel; yazarlarda eksik olan beceriler ne olursa olsun, yazılanların çoğu unutulmaz hikâyeler. İnsanların kitabı bir damla gözyaşı dökmeden, bir kez bile olsun kahkaha atmadan baştan sona okuyabilecek olmalarını hayal etmek benim için çok güç. Bu hikâyelerin ne olduğunu tanımlamam gerekseydi onlara kişisel deneyimlerin ön saflarından telgraf yazışmaları, raporlar derdim. Onlar Amerikalı bireylerin özel dünyaları hakkında; ama üzerlerindeki kaçınılmaz tarih izleri, bireylerin kaderlerinin geniş anlamda toplum tarafından biçimlendirildiği çetrefilli yollar tekrar tekrar görülebilir. Çocukluklarından ve gençliklerinden olaylara dönüp bakan bazı yaşlı katılımcılar ister istemez Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı hakkında yazıyor. Yüzyılın ortasında doğmuş olan diğer katılımcılar Vietnam’ın etkilerini hâlâ akıllarından çıkaramıyor. O çatışma yirmi beş yıl önce bitti; ama içimizde yinelenen bir kâbus gibi ulusun ruhunda derin bir yara olarak yaşıyor. Birçok farklı kuşaklardan gelen başka katılımcılar da, Amerika’daki ırkçılık hastalığıyla ilgili hikâyeler yazdı. Bu felaket 350 yıldan uzun süredir yanı başımızda; içimizden silmek için ne kadar mücadele etsek de, hâlâ bir deva bulunmuş değil.

Diğer hikâyeler AIDS, alkolizm, uyuşturucu kullanımı, pornografi ve silahlardan söz ediyor. Toplumsal güçler bu insanların yaşamlarına sürekli müdahale ediyor, ama hikâyelerinden hiçbiri toplumu tek başına belgelemeye kalkışmıyor. Janet Zupan’ın babasının 1967’de Vietnam’da bir esir kampında öldüğünü biliyoruz, ama hikâyesinin konusu bu değil. Yazar, görsel ayrıntıları yakalayan dikkate değer bir gözle, babasının Mojave Çölü’nde inatçı ve aksi atının peşinden koşturduğu tek bir öğleden sonranın izini sürüyor; babasına topu topu iki yıl sonra ne olacağını bilerek, hikâyesini onun anısına söylenen sözler olarak okuyoruz. Savaştan bir kez bile söz edilmiyor; ama ima yoluyla ve yazarın karşısında duran âna tıpkı bir ressam gibi odaklanışıyla, Amerika’nın tarihinden bir dönemin bütününün gözlerimizin önünden geçmekte olduğunu hissediyoruz. Stan Benkoski’nin babasının kahkahası. Carol Sherman-Jones’un yüzüne bir tokat. Küçük Mary Grace Dembeck’in Brooklyn sokakları boyunca bir Noel ağacını sürükleyişi. John Keith’in annesinin kayıp alyansı. John Flannelly’nin sıcak hava veren paslanmaz çelik ızgaranın deliklerine sıkışan parmakları. Mel Singer kendi paltosuyla mücadele ediyor. Anna Thorsen ahır dansında. Edith Riemer’ın bisikleti. Marie Johnson küçük bir kızken yaşadığı evde çekilmiş bir film izliyor. Ludlow Perry’nin bacakları olmayan adamla karşılaşması.

Catherine Austin Alexander’ın, Batı Yetmiş Dördüncü Sokak’taki penceresinden dışarı bakması. Juliana C. Nash’in karda yürüyüşü. Dede Ryan’ın felsefi martinisi. Carolyn Brasher’ın pişmanlıkları. Mary McCallum’un babasının rüyası. Earl Roberts’ın yaka düğmesi. Teker teker bütün hikâyeler zihninizde kalıcı bir iz bırakıyor. 180’e yakın hikâyenin hepsini okuduktan sonra bile onlar sizi bırakmıyor; onları ikna edici bir kıssa ya da iyi bir şakayı hatırlar gibi hatırladığımızı fark ediyoruz. İmgeler berrak, yoğun, ama her nasılsa ağırlıkları yok. Ve her biri cebimize girecek kadar küçük. Yanımızda taşıdığımız aile fotoğrafları gibi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir