J. R. R. Tolkien – Yuzuklerin Efendisi 3 – Kralin Donusu

Gandalf in pelerinine sığınmış olan Pippin, başını çıkarıp dışarı baktı. Uyanık mı yoksa hâlâ uykuda mı olduğunu; hâlâ bu uzun yolculuğun başından beri sarmalanmış olduğu o hızla hareket eden rüyanın içinde mi olduğunu merak etti. Karanlık dünya hızla yanından akıp geçiyor, rüzgâr kulaklarında yüksek sesle şarkılar söylüyordu. Yuvarlanıp giden yıldızlardan ve sağ yanında, uzaklarda, Güney dağlannın geçip gittiği yerde, göğe karşı duran engin gölgelerden başka bir şey göremiyordu. Uykulu uykulu, yolculuklarında geçen zamanı ve evreleri hesaplamaya çalıştı, fakat hafızası ağırlaşmış, bulanıklaşmıştı. Önce, korkunç bir hızla hiç durmadan gittikleri ilk yolculuk vardı; sonra tan vakti, altından soluk bir ışıltı görmüştü ve sessiz kasabaya, tepenin üzerindeki büyük boş eve varmışlardı. Tam evin korunağı altına girmişlerdi ki kanatlı gölge bir kez daha üzerlerinden geçmiş, adamlar korkuya kapılmışlardı. Fakat Gandalf ona tatlı sözler söylemiş ve Pippin bir köşede yorgun argın ama huzursuz bir şekilde, adamların giriş çıkışlarını, konuşmalarını ve Gandalf m onlara emirler verişini belli belirsiz duyarak uyumuştu. Ve sonra yeniden gece boyu at sürdüler, sürdüler. Taşa baktığından beri bu ikinci, yok hayır, üçüncü gece olmuştu. O korkunç an aklına gelince çarpılmış gibi tamamen uyanıp titredi, rüzgâr tehditkâr seslerle doluydu. Gökyüzünde bir ışık belirdi, karanlık engellerin gerisinde san bir ateşin alevi tutuştu. Pippin biran için korkup, Gandalf m kendisini ne mene korkunç bir diyara taşıdığını düşünerek sindi. Gözlerini ovuşturdu; o zaman, artık hemen hemen dolunay halini almış olan ayın, doğu gölgeleri üzerinden yükselmekte olduğunu gördü. Demek ki gece daha pek ilerlememişti ve bu karanlık yolculuk daha saatlerce devam edecekti.


Kıpırdanarak konuştu. “Neredeyiz Gandalf?” diye sordu. “Gondor diyarında,” diye cevap verdi büyücü. “Anörien toprakları üzerinde gidiyoruz hâlâ.” Yeniden bir süre sessizlik oldu. Sonra, “Bu da ne?” diye haykırdı Pippin aniden Gandalfın pelerinine yapışarak. “Bak! Alevler, kızıl alevler! Bu ülkede ejderhalar mı var? Bak bir tane daha!” Cevap olarak atına yüksek sesle bağırdı Gandalf. “Devam Gölgeyele! Acele etmemiz gerek. Zaman az. Bak! Gondor’un işaret kuleleri tutuşturulmuş, yardım istiyorlar. Savaş alevlenmiş. Bak, Amon Dîn’ de ateş var, Eilenach’ta alev; bak hızla batıya uzanıyorlar: Nardol, Erelas, MinRimmon, Calenhad ve Rohan sınırındaki Halifirien.” Fakat Gölgeyele adımlarını yavaşlatarak yürümeye başladı ve sonra başını kaldırarak kişnedi. Karanlık içinden diğer atların cevap veren kişneme sesleri geldi; hemen arkasından at nallarının gümbürtüsü duyuldu ve üç binici ayda uçan hayaletler gibi geçerek Batı’ya doğru gözden kayboldular. Gölgeyele kendisini toparlayarak sıçradı; gece, gürüldeyen bir rüzgâr gibi üzerinden akıyordu.

Pippin’e yeniden uyku basmıştı; Gandalfın Gondor’un âdetleri üzerine, Şehir’in Hükümdan’nın nasıl bu koca otlağın her iki sınırı boyunca tepelerin üzerine işaret kuleleri yaptırmış ve Kuzey’deki Rohan veya Güney’deki Belfalas’d haber götürmek üzere sürekli hazır bekleyen yeni atlar bulundurulan bu noktalarda karakollar kurmuş olduğuyla ilgili anlattıklarına pek kulak asmadı. “Kuzey’deki işaret kuleleri tutuşturulmayalı çok olmuştu,” dedi Gandalf; “Gondor’un eski günlerinde buna pek ihtiyaç yoktu, çünkü ellerinde Yedi Taşlar vardı.” Pippin huzursuzca kıpırdadı. “Uyu sen yine ve korkma!” dedi Gandalf. “Çünkü Frodo gibi Mordor’a gitmiyorsun, Minas Tirith’e gidiyorsun; orada da bu günlerde herhangi bir yerde ne kadar mümkünse o kadar emniyette olacaksın. Eğer Gondor düşerse veya Yüzük ele geçerse, Shire da emniyetli bir yer olmaktan çıkar.” “Hiç içimi rahatlatmıyorsun,” dedi Pippin ama yine de üzerine uyku çöktü. Derin bir rüyaya dalmadan önce son hatırladığı, batıya doğru ilerleyen mehtabın ışığını yakalayan bulutların üzerinde ada misali yüzen yüksek beyaz zirvelerdi. Frodo’nun nerelerde olduğunu, Mordor’a girmiş olup olmadığını ya da hayatta olup olmadığını merak etti; Frodo’nun da çok uzaklarda, gün gelmeden önce Gondor’un gerisinde batmakta olan aynı aya baktığını bilmiyordu. Pippin bazı seslerle uyandı. Saklanarak geçen bir gün ile yolculuk’ la geçen bir gece daha geride kalmıştı. Alacakaranlıktı: Soğuk şafak vakti yaklaşmıştı yine; etraflarında ürperten kurşuni bir pus vardı. Üzerinden teri tütmekte olan Gölgeyele durdu ama boynunu mağrur bir şekilde kaldırmıştı, hiç yorgunluk emaresi göstermiyordu. Sıkı sıkı pelerinlerine bürünmüş uzun boylu bir sürü adam duruyordu yanında, onların arkasında da pusun içinden taştan bir duvar yükseliyordu. Yer yer yıkık dökük görünüyordu duvar ama daha gece sona ermeden, hızla yapılan onarım işinin sesi duyulabiliyordu: Çekiçlerin sesi, malaların tıkırtısı ve tekerleklerin gıcırtısı.

Meşaleler ve aniden patlak veren alevler, sis içinde orada burada donuk donuk ışıldıyordu. Gandalf yolunu kesmiş olan adamlarla konuşuyordu; Pippin dinledikçe tartışılan konunun kendisi olduğunu fark etti. “Evet tabii ki seni tanıyoruz Mithrandir,” dedi adamların başkanı, “sen Yedi Kapı’mn parolasını biliyorsun ve o yüzden ilerlemekte serbestsin. Ama yol arkadaşını tanımıyoruz. Nedir o? Kuzey dağlarından çıkagelmiş bir cüce mi? Bu zamanda ülkemizde, sadakatine ve yardım edeceğine güvendiğimiz silahlı ve güçlü adamlardan başka hiçbir yabancıyı istemiyoruz.” “Denethor’un huzurunda yemin ederek ona kefil olurum,” dedi Gandalf. “Ve yiğitliğe gelince, dış görünüşe bakıp da anlayamazsınız. Sen ondan iki misli uzun olduğun halde, o senden çok daha fazla savaş ve tehlike atlattı Ingold; şimdi de fırtınaların yaşandığı, haberler getirdiğimiz îsengard’dan geliyor; omuzlarında büyük bir yorgunluk var yoksa onu uyandırırdım. Adı Peregrin’dir, çok cesur bir insandır.” “İnsan mı?” dedi İngold kuşkuyla; diğerleri güldü. “İnsan!” diye bağırdı Pippin, artık tamamen uyanmıştı, “insan ha! Tabii ki bu doğru değil! Ben bir hobbitim ve bir insandan daha az yiğit sayılmam, arada bir zaruret nedeniyle aksi doğruymuş gibi görülse de. Gandalfın sizi kandırmasına izin vermeyin!” “Büyük işler başarmış insanların birçoğu bundan fazlasını söyleyemezdi,” dedi tngold. “Ama hobbit nedir?” “Bir Buçukluk,” dedi Gandalf. “Hayır, efsanede sözü edilen değil,” diye ekledi adamların yüzlerindeki hayreti görünce. “O değil, ama onun akrabalarından biri.

” “Evet ve onunla yolculuk yapan biri,” dedi Pippin. “Üstelik sizin Şehir’den Boromir de bizimle birlikteydi; beni Kuzey’in karlarından kurtardı ve sonunda beni bir sürü düşmana karşı korurken öldü.” “Sükût!” dedi Gandalf. “O acının haberi ilk önce babaya verilmeli.” “Bu zaten tahmin ediliyordu,” dedi îngold; “çünkü son zamanlarda burada tuhaf belirtiler vardı. Ama şimdi geçin hemen! Çünkü Minas Tirith Hükümdarı oğlu ile ilgili son haberleri taşıyan birini görmeye can atıyor, bu ister insan olsun, isterse de…” “Hobbit,” dedi Pippin. “Hükümdarınıza çok az bir hizmetim dokunabilir ama elimden ne gelirse yaparım, cesur Boromir’in anısına.” “Hoşça kalasın!” dedi îngold; ve adamlar Gölgeyele’ye yer açtılar; Gölgeyele de surdaki dar kapıdan geçti, “ihtiyaç anında Denethor’a ve hepimize iyi nasihatler veresin Mithrandir!” diye bağırdı tngold. “Fakat keder ve tehlike haberleriyle geldin, dedikleri gibi âdetin olduğu üzre.” “Nadiren ve ihtiyaç anında geliyorum da ondan,” diye cevap verdi Gandalf. “Nasihate gelince, size Pelennor surunu tamirde çok geç kaldığınızı söyleyebilirim. Artık kapınıza dayanan fırtınaya karşı en iyi savunmanız cesaretiniz olacaktır cesaretiniz ve size getirdiğim ümit. Çünkü getirdiğim haberlerin hepsi kötü değil. Lâkin malalarınızı bırakıp kılıçlarınızı bileyin.” “İş akşamdan evvel biter,” dedi îngold.

“Burası savunma sırasında gerekecek son bölüm: Saldırıya en az açık olan yer burası, çünkü bu kısım dostumuz Rohan’a bakıyor. Onlar hakkında hiçbir bilginiz var mı? Çağrımıza cevap verecekler mi sizce?” “Evet, gelecekler. Fakat onlar arkanızda birçok savaşa girdiler. Ne bu yol, ne de bir başkası emniyetli sayılmaz artık. Tetikte olun! Eğer Gandalf Felakette! l al ı olmasaydı, şimdi Anörien’den çıkagelen düşman ordularını görürdünüz, Rohan Süvarileri’ni değil. Hâlâ da öyle olabilir. Hoşça kalın ve sakın uyuyayım demeyin!” Gandalf artık Rammas Echor’un gerisindeki geniş topraklara geçmişti. Ithilien Düşman’ın gölgesi altına düştükten sonra büyük bir emekle inşa ettikleri dış sura Rammas Echor diyordu Gondor’lu İnsanlar. Sur dağın eteğinden on fersah kadar ilerliyor, sonra Pelennor kırlıklarını da çevreleyerek geri dönüyordu. Pelennor kırlıkları: Uzun yamaçlardaki /.arif, bereketli kasaba topraklan ve Anduin’in derin düzlüklerine inen teraslar. Şehir’in Büyük Cümlekapısı’ndan en uzak noktada, kuzey doğuda, sur dört fersah öteye uzanıyordu ve tam orada çatık kaşlı bir tepeden nehrin yanındaki uzun düzlüklere bakıyordu; burada sur yüksek ve sağlam yapılmıştı, çünkü tam o noktada, surlarla çevrilmiş bir geçit üzerinde yol, Osgiliath köprüleri ve geçitlerinden gelerek her zaman meydan savaşına hazır olan kuleler arasındaki korunaklı bir kapıdan geçiyordu. En yakın yerinde, yani güneydoğuya bakan kısmında, sur Şehir’den bir fersah kadar ötedeydi. Burada, Güney Ithilien’deki Emyn Arnen dağlarında geniş bir dirsek çizerek giden Anduin ani bir şekilde batıya dönüyor ve dış stır hemen nehrin kıyısından başlıyordu; surun tam altında güney tımarlarından gelen tekneler için iskeleler bulunuyordu. Kasaba toprakları, işlenmiş geniş tarlaları ve meyva bahçeleriyle zengindi; şerbetçi otlarını kurutmak için fırınları, tahıl ambarlan, ağılları, ahırları, tepelerden yeşiller arasından şınldayıp gelerek Anduin’e akan minik dereleriyle çiftlik evleri vardı.

Yine de burada oturan çobanların ve çiftçilerin sayısı pek fazla değildi; Gondor halkının çoğu Şehir’in yedi dairesi içinde veya dağ sınırlarında, Lossarnach’taki yüksek vadilerde ya da iyice güneyde hızla akan beş ırmağın olduğu zarif Lebennin’de otururdu. Dağlar ve deniz arasında gözüpek bir halk yaşardı. Bunlar Gondor’un güvendiği insanlardı, yine de kanlan kanşıktı; sonra kralların gelişinden önce Karanlık Yıllar’da tepelerin gölgesinde ikamet eden unutulmuş insanlann soyundan gelen kısa boylu ve esmer bir halk vardı aralarında. Fakat geride, Belfalas’ın büyük umarında deniz kenarındaki kalesi Dol Amroth’ta yaşayan Prens îmrahil vardı; o ve halkı soylu bir kan taşıyorlardı; deniz grisi gözlü uzun boylu ve mağrur insanlardı. Gandalf atını bir süre sürdükten sonra gökyüzünde gün ışığı çoğalmaya başladı; Pippin doğrularak etrafa bakındı. Sol tarafında, yükselerek Doğu’da çıplak bir gölgeye dönüşen bir pus denizi uzanıyordu; fakat sağ tarafında ulu dağlar başlarını çıkartıyorlar, Batı’dan gelerek dik ve ani bir nihayete doğru sıralanıyorlardı. Sanki bu topraklar yaratılırken Nehir büyük bir engeli patlatarak çıkmış ve gelecek günlerde üzerinde savaşların ve çekişmelerin yer alacağı muazzam bir vadi oymuş gibi. Pippin, Ered Nimrais’in Ak Dağları’nın bittiği yerde, Gandalfın söz vermiş olduğu gibi Mindolluin Dağı’nın kara kütlesini, yüksekteki vadilerinin koyu mor gölgelerini ve günün belirmesiyle aklaşan yüksek yüzünü gördü. Dışarı uğramış dirseğinde, taştan yedi kat surlarıyla son derece sağlam ve son derece eski olduğundan sanki elle yapılmamış da devler tarafından arzın kemiklerinden oyulmuş gibi duran Korunan Şehir’i gördü. Pippin hayretler içersinde seyrederken surlar, şafakta belli belirsiz kıza”ttek hayal mayal bir griden beyaza döndüler; güneş ansızın doğudaki gölgeden tırmanarak Şehir’in yüzüne bir mızrak yolladı. O zaman Pippin bir çığlık attı çünkü en tepedeki surlar içinde duran Ecthelion Kulesi göğe doğru, tıpkı inci ve gümüşten bir başak gibi ışıldayarak, tüm endamı ve zarafetiyle parlamaya başladı; tepesi sanki billurdan yapılmış gibi pırıl pırıldı; sonra sabah esintisinde, surlardaki mazgallı siperlerden çıkan ak bayraklar dalgalandı; yüksekten ve uzaktan gümüş borazanların berrak çınlamalarını duydu. Böylece sürdüler atlarını Gandalf ile Pippin Gondor’lu însanlar’ın Büyük Cümlekapısı’na doğru şafak vakti. Cümlekapısı’nın demir kanatlan önlerinde geriye doğru açıldı. “Mithrandir! Mithrandir!” diye bağırdı adamlar. “Artık fırtınanın gerçekten çok yaklaştığı belli oldu!” “Fırtına geldi dayandı,” dedi Gandalf.

“Ben fırtınanın eteklerine binip de geldim. Bırakın geçeyim! Hükümdar Denethor’a gitmem gerek, henüz vekilharçhğı devam ederken. Başınıza her ne hal gelecekse gelsin, artık bildiğiniz Gondor’un sonuna vardınız. Bırakın geçeyim!” O zaman adamlar onun sesinin emreden edası karşısında gerileyerek, önünde oturan hobbiti ve onu taşıyan atı hayretler içersinde süzdükleri halde soru sormaktan vazgeçtiler. Çünkü Şehir halkı çok nadiren at kullanırdı; hükümdarın ulakları tarafından binilen atlar dışında, atlar sokaklarda nadiren görünürdü. Şöyle dediler: “Bu Rohan Krah’nın büyük küheylanlarından biri herhalde? Belki de Rohirrim yakında gelerek gücümüze güç katar.” Fakat Gölgeyele dolana dolana giden uzun yolu mağrur bir edayla yürüyüp uzaklaştı. Minas Tirith âdetlerine göre şehir, her biri dağa oyulmuş ve etrafı, ortasında bir kapısı olan surlarla çevrilmiş yedi satıh üzerine inşa edilmişti. Fakat kapılar bir hizaya yerleştirilmemişti: Şehir Surlarındaki Büyük Cümlekapısı dairenin doğu noktasındaydı fakat bir sonraki güneye, üçüncüsü kuzeye bakıyor, bu böylece değişe değişe yükseliyordu; böylelikle Hisar’a tırmanan kaldırım taşlarıyla döşeli yol dağın yüzünde bir o yana, bir bu yana dolanıp duruyordu. Yol ne zaman Büyük Cümlekapısı’nın hizasına denk gelse, çıkıntı yapan muazzam kütlesi, ilki hariç Şehir’in bütün dairelerini ikiye ayıran kayadan kocaman bir payandayı delerek kemerli bir tünelden geçiyordu. Çünkü kısmen tepenin ilkel biçimlendirmesinden, kısmen do eskilerin muazzam hünerleri ve emekleri sayesinde Cümlekapısı’nın arkasındaki geniş avlunun gerisinden kenarları gemi omurgası kadar keskin, doğuya bakan, taştan yüksek bir tabya yükseliyordu. En üstteki dairenin hizasına kadar yükseliyor ve orada mazgallı siperlerle taçlanıyordu; böylece Hisar’dakiler, tıpkı dev gibi bir gemideki gemiciler gibi tabyanın tepesinden, diklemesine aşağılanndaki, yedi yüz metre altlarındaki Cümlekapısı’nı gözleyebilirlerdi. Hisar’ın girişi de doğuya bakıyordu ama kapı kayanın tam göbeğine oyulmuştu; oradan, lambaların aydınlattığı bir yokuş yedinci kapıya tırmanıyordu. Böylece sonunda Yüce Avlu’ya, Ak Kule’nin eteği önündeki Kaynak Yeri’ne varıyordu: Ak Kule yüksek ve biçimliydi, temelinden tepesine elli kulaç yüksekliğindeydi ve tepesine dikilmiş Vekilharçların sancağı ovanın bin ayak tepesinde dalgalanıyordu. Gerçekten de sağlam, içeride eli silah tutan birileri bulunduğu sürece düşman ordularınca ele geçirilemeyecek bir hisardı burası; düşman arkadan dolanıp Mindolluin’in alçak eteklerine tırmanarak Muhafız Tepesi’ni dağ kütlesine bağlayan dar sırta varırsa o başkaydı tabii.

Fakat beşinci sura kadar yükselen bu sırt, batı ucuna dayanan sarp kayalıklara kadar koca surlarla çevrilmişti; ve burada da, göçüp gitmiş olan kralların ve hükümdarların dağ ile kule arasında hep sessiz duran evleriyle kubbeli mezarları bulunuyordu. Pippin gitgide artan bir hayretle, hayalinde canlandırmış olduğu her şeyden çok daha büyük ve çok daha harika olan, îsengard’dan daha büyük, daha güçlü ve çok çok daha güzel olan bu taştan koca şehre bakıyordu. Yine de aslında şehir yıl be yfhdökülüyordu; daha şimdiden içinde rahat rahat barınabilecek insanların yansı bile kalmamıştı. Her caddede, üzerine garip ve kadim biçimlerde zarif harflerin oyulmuş olduğu kapılara ve kemerli cümlekapılanna sahip büyük evler veya avlulardan geçtiler: Pippin bu yazılann bir zamanlar burada yaşamış olan büyük adamlara ve akrabalanna ait olduğunu tahmin etti; yine de şimdi buralan sessizdi, geniş kaldırımlarda ayak sesleri çınlamıyor, salonlarda insan sesleri duyulmuyor,kapılardan veya boş pencerelerden kimse bakmıyordu. Sonunda yedinci kapının gölgesinden çıktılar; Frodo Ithilien ormanlarının açıklıklannda gezerken nehrin gerisinden parlayan ılık güneş, burada muntazam surlar, yerlerine oturmuş sütunlar ve taçlı ve soylu bir baş biçimi verilerek yontulmuş kilit taşından büyük kemer üzerinde parlıyordu. Gandalf attan indi çünkü Hisar’a atların girmesi yasaktı; Gölgeyele efendisinin yumuşak bir sözüyle alınıp götürülmesine boyun eğmek zorunda kaldı. Kapıdaki muhafızlar siyahlar giymişti, yüksek tepeli, yüzü sıkı sıkı saran, yanaklıklarının üzerine deniz kuşlarının kanatlarının yerleştirilmiş olduğu miğferleri de garip şekilliydi; fakat miğferler gümüşten bir alevle parlıyorlardı çünkü bunlar gerçekten de eski günlerin bir yadigârı olan mithril’dendi. Siyah cüppelerine beyazla, gümüşten bir tacın ve birçok köşesi olan bir yıldızın altında kar gibi çiçekler açmış bir ağaç işlenmişti. Bu Elendil’in varislerinin özel üniforması idi ve artık Gondor’da, Hisar’ın önünde bulunan, bir zamanlar Ak Ağaç’ın yetişmiş olduğu Kaynak Avlusu’nun Nöbetçileri’nden başka kimse giymiyordu. Besbelli ki onlar varmadan gelişlerinin haberi ulaşmıştı; hemen içeri kabul edildiler, sessizce, sorguya çekilmeden. Gandalf aceleyle beyaz taşlarla döşenmiş avluyu büyük adımlarla geçti. Sabah güneşi altında tatlı bir su kaynayıp oynaşıyor, etrafını da parlak yeşilden bir çimenlik çevreliyordu; fakat tam ortada, havuzun üzerine sarkan ölü bir ağaç duruyor, akan damlalar hüzünle ağacın çıplak ve kınk dalları üzerinden yeniden berrak suya dökülüyordu. Pippin, Gandalf in arkasından aceleyle giderken ağaca bir göz attı. Çok hüzünlü görünüyor, diye düşündü ve her şeye o kadar güzel bakıldığı halde neden ölü ağacın yerinde bırakılmış olduğunu merak etti. Yedi yıldız, yedi taş ve bir ak ağaç.

Gandalfın mırıldanmış olduğu sözcükler geldi aklına. Derken kendini parlayan kulenin altındaki büyük binanın kapıları önünde buluverdi; büyücünün arkasında uzun boylu, sessiz kapı muhafızlarının arasından geçerek taştan evin serin ve yankılı gölgesine girdi. Yerleri kaldırım taşı döşeli, uzun ve boş bir geçitten geçtiler; giderlerken Gandalf Pippin’e alçak sesle, “Sözlerine dikkat et Efendi Peregrin!” dedi. “Hobbit küstahlığının zamanı değil. Théoden müşfik ve yaşlı bir adamdı. Denethor başka bir cinstir, mağrur ve kurnaz, kendisine kral denmese bile çok daha büyük bir soya ve güce sahip biridir. Fakat oğlu Boromir hakkındaki bilgileri sen verebileceğin için en çok seninle konuşacak ve seni uzun uzun sorguya çekecektir. Oğlunu çok severdi: Belki de haddinden fazla; birbirlerinden farklı oldukları için daha da çok severdi. Fakat bu sevgi görüntüsü alünda, öğrenmek istediği şeyleri benden çok senden öğrenebileceğini düşünecektir. Ona, gerekenden fazlasını anlatma; Frodo’nun göreviyle ilgili meseleyi karıştırma. Bu konuyla daha sonra ilgileneceğim. Aragorn hakkında da bir şey söyleme, eğer çok mecbur kalmazsan.” “Neden söylemeyecekmişim? Yolgezer’in nesi var?” diye fısıldadı Pippin. “O da buraya gelmeye niyetliydi, değil mi? Zaten kendisi de kısa bir süre sonra buraya gelmiş olacak.” “Belki, belki,” dedi Gandalf.

“Gerçi gelecek olursa, hiç kimsenin, hatta Denethor’un dahi tahmin etmediği bir şekilde olacak bu. Böylesi daha iyi. En azından geleceğinin haberi bizim tarafımızdan verilmeden gelmeli.” Gandalf parlatılmış metalden bir kapı önünde durdu. “Bak Efendi Pippin, şimdi sana Gondor tarihi hakkında ders verecek halim yok; gerçi Shire’daki ormanlarda kuş yuvalarından yumurta çalacağına veya aylaklık edeceğine bu konuda bir şeyler öğrenmiş olsaydın hiç de fena olmazdı ya. Sen, ben ne dediysem öyle yap! Kudretli bir hükümdara veliahtının ölüm haberini verirken, buraya vardığında krallığını ilan edecek birinin gelişini haber vermek pek akıl kân sayılmaz. Yetti mi?” “Krallığını mı?” dedi Pippin hayret içinde. “Evet,” dedi Gandalf. “Bütün bu günler boyunca tıkalı kulaklar ve uykulu bir kafayla dolaştıysan uyan artık!” Kapıyı çaldı. Kapı açıldı ama açan görünmüyordu. Pippin koskoca salona baktı. Salon, tavanı taşıyan uzun sütun dizilerinin ardında, her iki yanda bulunan derin pencereler tarafından aydınlatılmıştı. Yekpare siyah mermerden sütunlar, bir sürü garip hayvan ve yaprak şekilleriyle oyulmuş koca sütun başlarına doğru yükseliyordu; çok yukarılarda, gölge içinde geniş kemerli yapı dalgalı hafif çizgiler halinde çeşitli renkler eklenmiş donuk altın renginde parlıyordu. Ne duvarlarda asılı kumaşlar, ne tarihi sahneleri canlandıran dokumalar, ne de dokunmuş veya tahtadan herhangi bir şey görünüyordu heybetli salonda; fakat sütunlar arasında, soğuk taştan oyulmuş bir grup sessiz, uzun boylu suret vardı. Aniden Pippin’in aklına Argonath’ın yontulmuş kayaları geldi ve çoktan ölmüş olan krallar caddesine bakarken üzerine bir korku çöktü.

Salonun öbür ucunda çok basamaklı bir kaidenin üzerine, tepesi miğfer gibi şekillendirilmiş mermerden bir kubbenin alnına koca bir taht yerleştirilmişti; arkasında duvara çiçek açmış bir ağaç sureti oyulmuş ve değerli taşlarla bezenmişti. Fakat taht boştu. Kürsünün dibinde, geniş ve derin olan en son basamakta taştan bir sandalye vardı kapkara ve süssüz; bunda da kucağına bakan yaşlı bir adam oturuyordu. Elinde altın topuzlu beyaz bir asa vardı. Adam başını kaldırıp bakmadı. Onlar da ağırbaşlılıkla, adama doğru giden uzun yolu, ayak taburesine üç adım kalıncaya kadar adımladılar. O zaman Gandalf konuştu. “Selam olsun Minas Tirith’in Hükümdarı ve Vekilharcı, Ecthelion oğlu Denethor! Bu karanlık saatte nasihatler ve haberlerle geldim.” O zaman yaşlı adam başını kaldırarak baktı. Pippin adamın, mağrur kemikli, fildişi tenli, kara derin gözleri arasındaki uzun kemerli burnuyla derin çizgili yüzünü gördü; bu yüz ona Boromir’den çok Aragorn’u hatırlattı. “Karanlık gerçekten de şu saat,” dedi yaşlı adam, “ve senin âdetin de böyle zamanlarda gelmektir Mithrandir. Lâkin bütün işaretler Gondor’un yazgısının yaklaştığım gösterse de, o karanlık bana kendi karanlığımdan daha aydınlık geliyor şimdi. Bana, oğlumun ölümüne tanık olmuş birini getirdiğin söylendi. O, bu mu?”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir