Jacques Lacan – Fallus’un Anlamı

Ünlü Fransız psikiyatr ve psikanalist Jacques Lacan (1901 -1981) ya da Amerikalıların hafif alaycı bir tonda taktıkları lakap ile “Fransız Freud”, mirası kolayca değerlendirilemeyecek bir yazardır. Adı, “çağımızı en çok etkileyen psikiyatrlar” listesinde ön sıralarda yer almasına rağmen böyle bu. Kimileri yere göğe koyamaz onu; bazı basit denklemlerini sloganlaştırarak çarpıcı bir şeyler söylemeye çabalar, Lacan’ı putlaştırırlar. Başkaları ise, özellikle psikoterapi pratiğine gerçekten ne kattığını sorgulayarak küçültür onu Böyle bir ortamda sağduyu ile Lacan’ı değerlendirmek güçleşir. Kanımca bir yazarı incelemeye başlarken, onu çağının içinde ve özellikle çağıyla polemik halinde ele almak gerek. Şüphesiz bir yazar, hele Lacan gibi bir kuramcı yalnızca bu polemiklere indirgenemez; ben burada sadece bir giriş kolaylığından söz ediyorum. Lacan sadece psikiyatri ve psikanaliz alanında değil, felsefe ve antropoloji alanlarında da etkili olmuş ve bu alanlardan etkilenmiş bir psikaytrdır. Özellikle Levi-Strauss’un yapısal antropolojisinden ve yapısalcı dilbilimden etkilendiği söylenir ki. doğrudur. Bu konuyu ayrıntılı olarak başka bir yerde1 ele aldığımdan burada söz etmeyeceğim. Lacan’ı önce etkili olduğu kültürel-felsefi çerçevede ele alalım. Lacan felsefenin yaşamın içine girdiği, neredeyse herkesin filozof olduğu bir altın çağda Paris’te yaşadı. Dönemin etkili dünya görüşleri Marksizm ve varoluşçuluktu. Jean- Paul Sartre varoluşçuluğun öncülüğünü yapıyor, bu felsefeyi Marksizmle ilişkilendirmeye çalışıyordu. Lacan’ın da politik tavrının “sol”a yakın olduğu düşünülebilirse de, bunun biricik kanıtı, adının birlikte anılmasına ses çıkartmadığı öteki adların Levi-Strauss, Althusser ve Foucault gibi “sol”da yazarlar olmasıdır.


Ancak Lacan, Descartes’çı düşünceye ve onun bir uzantısı olan Sartre varoluşçuluğuna karşı bazen açık, bazen örtük bir tavır almıştır. Özneyi özgür seçimin öznesi olarak gören Sartre varoluşçuluğuna karşı, simgesel yapıların insan üzerindeki belirleyiciliğini çıkarır. Lacan’a göre dilin özneden bağımsız işleyen yapıları vardır; özne de adeta oraya “iliştirilmiştir”. (Burada Lacan’ın dilbilim karşısındaki tavrı da çıkar ortaya: dil durağan bir yapı değil, işleyen bir yapıdır.) Sartre’ın “varoluşçuluk bir hümanizmadır” sloganının karşısına seminerlerinde “psikanaliz bir anti-hüm anizm dir” denklemiyle çıkar. Althusser de kendi tarafından aynı şeyi Marksizm için söyleyecektir. Bugün Lacan’ın bu yönlerini fazla sivri, üstelik psikanaliz bilimine hiçbir şey katmamış aşırılıklar olarak değerlendirebiliriz. Ne çare, polemikler insanı sivriltir. Slogan savaşının gerçek dayanaklarına baktığımızda Lacan tarafında “rüya’arın dilinin” Freud’a öğrettiği şeyi buluruz Rüya, bilinçdışının söylemi, öznenin seçtiği değil, maruz kaldığı bir şeydir Ve Lacan. Freud’un bilinçdışının işleyişi hakkında ileri sürdüğü mekanizmaların aynen dilde de bulunduğunu gösterir. Esas buluşu budur. Kanımca buradan hareketle Lacan’ın ulaştığı sonuçlar hayli tartışmalıdır. Lacan ı daha iyi konumlandırmak bakımından onu bir de psikanaliz çerçevesinde ele aialım. Psika naliz Fransa’ya geç girdi. Daha önce İngiltere’ye girmiş, hızla yükselmiş ve hızla düşüşe geçmişti.

Bu ülkede Melanie Klein’ın geliştirdiği kuramın önemi bu gün Amerika’da yeniden keşfediliyorken acaba niye böyle olmuştu? Yanıtlamak güç. Ama öyle görünü yor ki temel sorun, ki Amerika’da da bir dönem aynı sorunla karşılaşıldı, psikanalizin zengin kuramsa! gücünün vaat ettiği teknolojik başarıyı gösterememesi gibi duruyor. Açıkçası psikanaliz tedavi tekniği olarak vaat ettiği başarıyı gösteremedi bu dönemde. Yine psikanaliz çerçevesinde kalan ama Freud’dan çeşitli yönlerde uzaklaşan yeni okullar türedi: sosyo– kültüralistler, Ego psikolojisi, nesne ilişkileri kuramı. Lacan bu “sapma”lar karşısında “ortodoks” bir çizgiyi savundu: Freud’a geri dönmek. Amerika’da psikanaliz yozlaşmıştı Lacan’a göre; teknoloji halini almıştı. Freud’a geri dönmek! İyi de, hangi Freud’a? Lacan’a yakından bakarsak “yapısal kuram”dan (id-ego-süperego kuramı) uzak olduğunu görürüz. Özellikle “Rüyaların Yorumu”, “Schreber Vakası”, “Metapsikoloji’deki Freud ön plana çıkar; yani 1900-1915 arası erken Freud. Bu dönemde Freud’un temel sorunsalı bilinçdışı, bilinçdışı çocukluk karmaşaları, bilinçdışının işleyiş mekanizmaları ve bastırma mekanizmasıdır. Lacan böylece psikanalizi “bilinçdışının bilimi” olarak ilan edecektir. Sanırım Lacan polemikçi mizacı nedeniyle 1970’- lerin sonlarında Amerika’da psikanalizin “rönesans”ı diyebileceğimiz büyük gelişmeyi önceden görebilme şansını elden kaçırmıştı. Gerçekten de son 15-20 yıldır gerek kuram gerek pratik alanda başdöndürücü gelişmeler yaşanıyor. Psikanalizden türeyen okullar bir taraftan psikiyatri içinde “organik görüş”le barışırken (Kernberg), bir taraftan da daha varoluşçu çizgilere uzanıyor (Kohut). Artık kimse bilinçdışına bastırılmış çocukluk karmaşalarını doğrudan patojen (hasta eden) etken olarak görmüyor. Psikanalitik psikoterapiler giderek bir “karakter analizi” haline geliyor.

Klasik teknikte büyük değişiklikler söz konusu. Her ayrı karakter yapısı çerçevesinde ayrı tranferans reaksiyonları (aktarma tepkimeleri) ayırt ediliyor. Tanı, tedavi ölçütleri gelişiyor. Zaten bilim de soyuttan somuta, yalından karmaşığa doğru yükselmez mi? İşte Lacan psikanalizi “bilinçdışının bilimi” olarak görüp, kendini bastırılmış çocukluk karmaşaları ile sınırladığı ölçüde, bugünden geriye bakıldığında verimsiz bir kuramcı gibi gözüküyor. Acaba gerçekten böyle mi? Biraz daha yakından bakmanın zamanı geldi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir