Jacques Lacan – Televizyon

Lacan’ın Jacques-Alain Miller ile bir televizyon programı için l 973’te yaptığı söyleşi, l 974’te yayımlanmıştı. Bu kitap, Lacan’ın o zamana kadar yayımladığı üçüncü kitabı oluşturuyordu (Ecrits ve Seminer’ in XI. Kitabı dışında). Hemen fark edilebileceği gibi, Televizyon, alışılagelmiş söyleşi tarzının ötesinde, “çok yazılmış”, aşırı yoğun hatta yer yer karanlık, üslubu SO’li ve 60’lı yılların seminerlerinden ve Ecrits’nin büyük bölümünden daha çetrefil bir metin. Za- 12 Sunuş ten zor bir yazar olan Lacan’ın en zor metinlerinden biri. Oysa, Lacan’ın yayın kronolojisindeki yeri ve genel niteliği yönünden kilit bir metin konumunda. Bir çeşit “vasiyet” niteliğinde. Böyle olmakla birlikte, Lacan’ın yaklaşık 70’li yıllardan ölümüne kadar uzanan son dönemi ile önceki dönemi ya da dönemleri arasında bağ oluşturması nedeniyle bir önem taşımakta (Lacan’ın düşüncesinin dönemleri ve dönüşümleri konusu, burada ele alınamayacak kadar karmaşık ve geniş bir konu). Peki, nedir Lacan’ın “zorluğu” ve özellikle bu metindeki zorluğu? Her yazar, yazdığı dilde düşünür; Lacan da bunu yapıyor ama belli bir aşırılığa kaçarak yapıyor. Bu aşırılık, üslubunda “manyak” niteliklerin bulunmasından oluşuyor. Bunlar, Fransızca’nın kullanımında belli biçimsel “tik”ler. Örneğin sözcüklerin “ses benzerliği”ni devreye sokmayı seviyor (Fransızca’da kimi ayrı sözcükler ayrı yazılsa da aynı sesleri veriyor; bu özellik birkaç sözcükten oluşan anlam birimlerine de yayılabiliyor). Dolayısıyla, Lacan’ın yazısı “ses benzerliği”ne dayanarak başdöndürücü anlamsal “geçiş”ler üretebiliyor. Lacan’ın yazısı, genellikle “espri”li olmaya özen gösteren bir yazı (yalnızca güldürmeyi ya da gülümsetmeyi amaçladığı anlamda değil, ama zeki görünmeyi ve derinliği hedeflediği anlamda da). Lacan, genellikle sözcüklerle oynamayı seviyor.


Üslubu ima olgusuna ağırlık veriyor Sunuş 13 (bu “espri” etkisinin yanısıra, yoğunlaştırma çabasının da ürünü sayılabilir). Başka bir açıdan, çok kendine – öyleyse yazarına, yazarının kişisel anlatısına, zevkine – dönük bir yazı üslubundan da söz edilebilir. Ama bu kendine dönüklük, başkalarına – karşısındakilere ya da okulara – gösteri yapan birinin özelliği. Tuhaf bir gizleme (hermetizm) ve teşhir bir arada Lacan’ın üslubunda. Yine başka bir yazı “tik”i, Lacan’ın a, de gibi çok yaygın ve farklı kullanımları olan edat’ları (preposition’ları) büyük bir bollukla cümlede devreye sokması. Bu bolluk, anlam salınımları (anlam konusunda okur kararsızlığı) yaratmakta. (Bu özellik, yine çeviriyi zorlaştıran bir nokta.) Lacan, Televizyon’un 7. ve son bölümünde üslubuyla ilgili bir soruya çok yoğun ve kestirmeden bir yanıt veriyor. Bu yanıtı yorumlamak uzun bir çaba gerektiriyor. Biz ancak burada, Lacan’ın kendi üslubuyla ilgili bu yanıtının “espri sözcüğü”ne ve bilinçdışına gönderdiğine işaret edebiliriz. Bütün bunlardan, Lacan’ı Türkçe gibi Fransızca’ya uzak ya da yabancı bir dile çevirmenin büyük zorluğu ortaya çıkmakta. Evet, Lacan’ı (özellikle bunun gibi metinlerini) Türkçe’ye çevirmek, Türkçe’yi, Türkçe’nin sınırları içinde, kendine yabancı kılmakta. Okurun önce, bunu, Türkçe’de Lacan okumak adına yabancı bir dile geldiğini bilmesi ve kabul etmesi gerekir. “Güzel Türkçe”ye uyarlama gibi bir 14 Sunuş fikir çabuk boş çıkmaktadır.

(Bu durum, başka düşünürler için de geçerlidir, örneğin Heidegger için – Sein und Zeit gibi bir metni de “güzel Türkçe”ye çevirme çabası, ki bu, pratikte, dilimizde yürürlük dışında kalmış Arapça terimlerle kurulmuş “düzgün” sentaks görünümünü aşmamıştır, metni katletmenin bir tarzını oluşturmaktadır.) Çevirmen, önce elinden geldiğince özgün dildeki anlama egemen olup, bunu, Türkçe’de, gerektiğinde notlarla, aslına olabildiğince yakın verme çabası içinde olmalı; bunu yaparken elbette Türkçe’nin sentaksik ve leksikolojik norm’larını hiçe saymamalı; oysa bunları zorlamanın kaçınılmaz olduğu yerlerde de bu cüreti gösterebilmeli. Çevirmenin iyi niyetine okurun da dikkatli olmaması gerekmeyen iyi niyeti yanıt vermeli. Kimi yerlerde tıkanmaların olduğu, ya da olacağı kesindir. Açıklayıcı parantezler ya da notlar sonsuza dek genişletilemez. Anlam kapalılıkları kalacaktır. Şunu unutmamak gerekir, Lacan gibi bir yazar kendi dilinde de zordur, hatta çok yakın müritleri ya da uzmanları dışında psikanalistler ve felsefeciler için de zordur. Bu zorluk yalnızca üslup “tik”lerinden değil, im;i’larından ve her zaman açık seçik olmayan göndermelerinden de kaynaklanmaktadır. İşte bütün bu zorluklar yabancı Türkçe’de katmerlenmektedir. (Herkese Allah kolaylık versin . Ama Allah önce zorluğu veriyor; insanlara da kendi aralarındaki bir söz ola- 15 Sunuş rak, kolaylık dilemek kalıyor … Topluluğun dayanışması ve avuntusu … Her zaman kötücüllüğün kolladığı. ) 2. Bu noktada şu soru sorulabilir: Madem ki Lacan’ın – ve onun özellikle bu metninin – çevrilmesi bu kadar zor, bu zahmetli uğraşın ne gereği var? Bu soru, çevirmen felsefeciyse – felsefi bir sözün deviniminde biriyse – daha da özel bir nitelik kazanıyor. Bu, önce, felsefenin psikanaliz ile ilişkisine gönderiyor. Sonra, felsefenin Lacan gibi bir kişiliğin yapıtıyla olası bağlarına gönderiyor (ve bunun tersini de hesaba katarak, öyleyse Lacan’ın felsefe ile bağlarına).

Biz burada, felsefenin genel olarak psikanaliz ile, özel olarak da Lacan ile ilişkisinin tarihine değinmeyeceğiz. Bunun karmaşık, git-gel’li, dolambaçlı bir tarih olduğu biliniyor. Psikanalizin felsefeden çok, doğal olarak psikolojiyle, ve bundan başka antropolojiyle bağı olduğu apaçık. Psikanaliz, felsefeye bir bakıma sınırlar getirmekte, böylelikle felsefeyle olumsuz bir bağ kurmaktadır. Bu sınırlar, psikanalizin temel nesnesinin, bilinçdışının, felsefenin tematik merkezlerinden birisi olmaktan uzak olması, hatta genel olarak hiç olmaması ile ilgili sınırlardır. Ya varlığın ve özün temeli üzerine (me- 16 Sunuş tafizik ve ontoloji), ya bilginin koşulları üzerine (algı felsefesi, eleştirel felsefe), ya pratik edimler üzerine (etik), ya sanatsal yaratının koşulları üzerine (estetik) vs. düşünce olarak felsefe, bilinçdışı gibi bir tema’yı nadir (ve zaten geç) örnekler dışında (E. Yon Hartmann) araştırmalarının merkezine almamıştır. Felsefe, genel deviniminde insan öznesinin olgusu olarak bilincin, anlama yetisinin, ve bilinçli varlığın üst aşaması olarak aklın belirlenimine yönelmiştir. Bu, felsefenin tarihsel olgusudur. Gerçi felsefe tarihi, yirminci yüzyılın başlarına kadar, ayrı ayrı, antik Kuşkucular, Hume, Nietzsche gibi düşünürlerde bu yazgısal olgunun dönüşümlerini (ya da “devrilmelerini”), şimşek parıltıları gibi, “sınamıştır”. Yüzyıl başlarında, yine ayrı ayrı, William James, Bergson, Husserl ( transendental idealizm ile özdeşleşmeyen “öbür” Husserl), Heidegger, Wittgenstein gibi düşünürler felsefi alanı felsefenin yazgısal tematiklerinin ötesine genişletmişlerdir. Böylece felsefenin, bir bakıma, Freud’un yine yüzyıl eşiğinde ortaya attığı görüşlerle bir diyaloğa daha hazır duruma gelmiş olduğu öne sürülebilir. Bu diyalog, yirminci yüzyılın ikinci yarısında başlamış ve günümüzde de süregelmektedir. MerleauPonty, Ricoeur, Michel Henry, Deleuze, Lyotard, Derrida, Nancy, Badiou gibi düşünürler psikanaliz ile hesaplaşmış, hatta bunlardan bazıları psikanalizden yararlanmıştır.

İşte bu güncel diyalogda Lacan’ın rolü büyük olmuştur ve olmayı da 17 Sunuş sürdürmektedir. Lacan, “manyak” diline ve “tik”lerine, zorluğuna hatta yer yer anlaşılmazlığına, “soytarı” görünümüne rağmen Freud’un miras bıraktığı spekülatif teoriye en çok katkı yapmış görünen kişiliktir. Lacan, bilinçdışı, arzu, itki, nesne, özne, fantazm, iğdiş, psikoz gibi felsefenin artık bugün kaçamayacağı konularda Freud’un teorisini, yapısalcı dilbilimin, felsefe tarihiyle bir alışverişin ve hesaplaşmanın (Platon, Aristo, Descartes, Hegel vs.), çağdaş antropolojinin, matematiklerin vs. ışığında yeniden sorunsallaştırmış, yer yer sağlamlaştırmış, “güncelleştirmiş” ve genişletmiştir. Bu durum, Lacan’ın eleştirilemez olduğunu ortaya koymaz. Örneğin, onda bariz görünen yapısalcı etki, işareleştiren’i (signifiant) bu denli öne çıkarması, arzu konusunda iğdiş olgusuna tanıdığı belirleyici rol, sembollerle oluşturduğu matematiksel görünümlü formüller yaratmaya aşırı düşkünlüğü ve buna bağlanabilecek bir çeşit “bilimcilik kompleksi” (yapısalcı etkiyle de bağlantılı olarak); ve tabii ki bazen düşünce boşluğunu ya da eksikliğini saklamaya yarayabiliyor olacak karanlık üslubu eleştirilebilir (belki öncelikle felsefeci tarafından). Yine bu üslup konusunda denilebilir ki, Lacan biraz okurla “dalga geçerek” ya da “dalgasını geçerek” çok ciddi ve yeni şeyler söylemektedir. (Bunu niye yaptığı konusuna dönmek istemiyoruz.) 18 Sunuş 3. “Bilinçdışı” diye çevrilmesi Türkçe’de yürürlük kazanmış Unbewusst teriminde un- ön eki, bir olumsuzlamayı belirtir. Olumsuzlama bewusst ile ilgilidir, öyleyse bilinçli ile. Böylece bu terimin aslına tam uygun çevirisi bilinç-siz olmalıdır. Türkçe’deki “dışı” belirlenimi eksik bir yorumdur. Bilincin dışı, her çeşit ruhsalın (psişiğin), düşünselin ( mentale’ ın) dışını da belirtebilir, öyleyse ruhsal ve düşünsel ile hiç ilgisi olmayanı da, örneğin dışsal, maddi nesneleri.

Oysa bilinç-siz, ruhsal alan, düşünsel alan ile sınırlanan bir konumu dile getirir. Kabul etmek gerekir ki, doğru olmakla birlikte, bu “bilinç-siz” teriminin dilimizde isim olarak yürürlük kazanması kolay görünmemektedir. Öyleyse bilinçdışı sözcüğü kullanılmaya devam edilecektir ama elbette sözcüğün aslına göre anlam kaybı ya da çarpıtmasıyla. Çeviri sorununa ileride gireceğiz; şimdilik, kısaca, bu “bilinç-siz” teriminin felsefede yarattığı salınımı ve devinimi kuşatmaya çalışmak istiyoruz – ve bu salınım ve devinimde Lacan’ın oynayabilmiş olduğu ya da oynayabileceği rolü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir