Jean-Christophe Grange – Kizil Nehirler

“GA-NA-MOS! Ga-na-mos!”[1] Pierre Niémans, parmaklarını elindeki çok kısa dalga telsiz vericisinin üzerine kenetlemiş, biraz aşağıda, Parc-des- Princes’in beton rampalarından inen kalabalığı izliyordu. Binlerce coşkulu, ateşli kelle, binlerce beyaz şapka ve rengârenk kaşkol, başdöndürücü alacalı bir kurdele oluşturur gibiydi. Konfeti yağmuru. Ya da sanrılı iblisler sürüsü. Ve hep aynı üç hece, aynı yavaş ve vurucu nakarat: “Ga-na-mos!” Parc-des-Princes’in hemen karşısındaki anaokulunun damından, üçüncü ve dördüncü CRS[2] birimlerinin manevralarını izliyordu. Koyu lacivert giysili adamlar başlarına siyah kasklarını geçirmiş, polikarbondan kalkanlarının ardında koşuşturuyordu. Her zamanki klasik yöntem. Her kapı dizisinin ikişer yanında iki yüz polis, ayrıca iki takım taraftarlarının karşılaşmamaları, birbirleriyle temas etmemeleri, hatta birbirlerini görmemeleri için, “perde” görevi yapan komandolar… O akşam, Fransız olmayan iki takımın Paris’te karşılaşacağı tek maç için, Real Zaragoza-Arsenal karşılaşması için, bin dört yüz kadar polis ve jandarma görevlendirilmişti. Kimlik kontrolü, üst arama, iki ülkeden gelmiş kırk bin izleyicinin kendilerine ayrılan yerlere yönlendirilmeleri. Başkomiser Pierre Niémans bütün bu manevraların sorumlularından biriydi. Aslında böylesi görevler her zaman yaptıklarına pek benzemiyordu, ama alabros tıraşlı polis görevlisi bu tür sorumluluklardan hoşlanıyordu. Saf denetim ve çatışma. Ne soruşturma, ne de gizlilik. Bir bakıma, böylesi bir değişiklik dinlendiriyordu sanki onu. Ayrıca, hareket halindeki bir orduyu anımsatan koyu lacivertli kalabalığın askerî davranışlarına bayılıyordu.


Taraftarlar alt kata ulaşıyorlardı, stadyumun beton direklerinin arasından, H ve G kapılarının üzerinden görünüyorlardı işte. Niémans saatine baktı. Dört dakika içinde dışarıda olacaklar, asfaltın üzerinden dağılmaya koyulacaklardı. İşte o zaman kavga, arbede tehlikesi baş gösterecekti. Başkomiser ciğerlerini şişirdi. Ekim gecesi gerilim yüklüydü. İki dakika. Niémans neredeyse içgüdüsel bir dürtüyle döndü, uzaktaki Porte-de-SaintCloud Meydanı’nı gördü. Meydanın üç çeşmesi gecenin karanlığında, endişe totemleri gibi yükseliyordu. Cadde boyunca, CRS kamyonları, sık bir sıra halinde peş peşe dizilmişti. Önlerinde de, kasklarını kemerlerine asmış, copları dizlerini döven, sıkıntıyla gidip gelen adamlar vardı. Bunlar takviye güçlerdi. Uğultu arttı. Kalabalık sivri uçlu parmaklıkların arasındaki bölümdeydi şimdi. Niémans gülümsedi.

İşte arayıp da bulmadığı şey, buydu. Kalabalık dalgalandı. Borazanlar gürültüyü yırttı. Uğultu çimentonun tüm gözeneklerini titretti. “Ga-na-mos! Ga-na-mos!” Niémans vericinin mandalına bastı, doğu bölümündeki birimin şefi Joachim’e seslendi. “Niémans konuşuyor. Çıkıyorlar. Onları otobüslere, Murat Bulvarı’na, otoparklara, metro girişlerine yönlendirin.” Bulunduğu yüksek yerden, durumu değerlendirdi: bu tarafta pek fazla bir tehlike yoktu. Bu gece galip gelmişti İspanyollar, yani öyle saldırgan olmaları beklenemezdi. İngilizlerse karşı taraftan, A ve K kapılarından Boulogne tribününe, yırtıcı hayvanlar tribününe doğru çıkarılacaklardı. Burada işler yoluna girer girmez, gidip o tarafa da bir göz atmak niyetindeydi Niémans. Birden, sokak lambalarının ışığında, kalabalığın üzerinden bir şişe uçtu. Başkomiser bir copun kalkıp indiğini, safların sıklaşıp gerilediğini, insanların düştüğünü gördü. Vericiye haykırdı: “Joachim, Allah kahretsin! Adamlarınıza hâkim olun!” Niémans servis merdivenine koştu, sekiz katı uçarcasına indi.

Caddeye vardığında, iki sıra toplum polisi, holiganları engellemek üzere koşmaya başlamıştı bile. Niémans silahlı polislerin önüne geçti, kollarıyla geniş daireler çizerek durdurmaya çabaladı. Coplar burnunun sadece birkaç metre ötesindeydi ki, sağ taraftan, miğferini kafasına sıkıca oturtmuş Joachim yetişti. Siperliğini kaldırdı, bakışları öfke saçıyordu: – Niémans, çıldırdınız mı siz? Üstelik de sivil kıyafetle. Sizi… Başkomiser soruyu duymamış gibiydi. – Ne bok yiyorsunuz? Adamlarınıza hâkim olun, Joachim! Yoksa, üç dakika içinde bir ayaklanmayla karşı karşıya kalabiliriz. Kırmızı yüzlü, şişman polis yüzbaşısı nefes nefeseydi. Geçen yüzyılın modasına uygun kırptırdığı ince bıyığı soluklarına tempo tutar gibi titreşiyordu. Telsizden bir ses duyuldu: “Tüm… tüm birliklere çağrı… tüm birliklere çağrı… Boulogne Kavşağı… CommandantGuilbaud Sokağı… Ben… Burada bir sorun var!” Niémans, Joachim’e sanki bütün bu karışıklığın tek sorumlusuymuş gibi baktı. Sonra parmakları telsizin mandalına bastı: “Niémans konuşuyor. Geliyoruz.” Sakinleşmiş bir sesle yüzbaşıya talimat verdi: – Gidiyorum. Oraya olabildiğince çok adam gönderin. Burada da kuş uçurtmayın. Yüzbaşının cevabını bile beklemeden, şoför olarak kullandığı stajyer memuru aramaya koyuldu.

Meydanı geniş adımlarla geçti, karşı taraftaki Princes Birahanesi garsonlarının aceleyle kepenkleri indirdiklerini gördü. Hava endişe yüklüydü. Sonunda, siyah otomobilin yanı başında, ayaklarını yere vurarak dolaşan, deri ceketli genci buldu. Niémans arabanın kaputuna eliyle vurarak haykırdı: – Boulogne Kavşağı! Çabuk! İki adam arabaya aynı anda daldılar. Lastikler patinaj yaptı, duman çıkararak kalktı. Stajyer direksiyonu stadyumun soluna kırdı, güvenlik güçleri için ayrılmış yoldan geçerek K kapısına varmak istiyordu anlaşılan. Niémans’ın sezgisi güçlüydü: – Hayır, diye soludu, geri dön. Kavga öbür tarafta. Araba olduğu yerde, kargaşayı yatıştırmak için hazırlanmış basınçlı su kamyonlarının oluşturduğu birikintilerde kıç atarak döndü. Sonra, gri CRS kamyonlarının arasındaki dar koridordan geçerek Parc-des-Princes Caddesi’ne girdi. Aynı yöne doğru koşuşturan miğferli adamlar, arkalarına bakmadan yana açılıyorlardı. Niémans arabanın üzerine sireni yerleştirmişti. Stajyer Claude-Bernard Lisesi’nin hizasına gelince direksiyonu sola kırdı, göbekten döndü, stadyumun öte yanına dolandı. Auteuil tribününün yakınındaydılar. Niémans havada asılı kalmış ilk gaz perdesini gördüğünde, sezgilerinde ne kadar haklı olduğunu düşündü: çatışma Avrupa Meydanı’na varmıştı bile.

Otomobil beyazımsı sis perdesinin içinden geçti, bacaklarının var gücüyle kaçmaya çalışan ilk gaz kurbanlarını ezmemek için güçlükle durabildi. Çatışma tam da şeref tribününün önünde patlak vermişti. Kravatlı erkekler, mücevherli kadınlar koşuşturup sendeliyor, gözyaşları yanaklarından akıyordu. Kimileri sokağa açılacak bir geçit arıyor, kimileri de daha da yukarıya, stat turnikelerine doğru tırmanıyorlardı. Niémans arabadan fırladı. Meydanda, birbirine girmiş vücutlardan çıkan kollar kalkıp kalkıp iniyordu. İngiliz takımının parlak, göz alıcı renkleri ile CRS polisinin koyu gölgelerini hayal meyal seçti. Polislerden bazıları, kanlı birer salyangoz gibi, yerlerde sürünüyordu, uzaktaki meslektaşları ise, yerdeki yaralı arkadaşlarını vurmak korkusuyla, plastik mermi atan tüfeklerini kullanamıyorlardı bir türlü. Başkomiser gözlüklerini iç cebine yerleştirdi, yüzüne fularını doladı. En yakındaki polisin yanına gitti, bir eliyle üç renkli kimliğini gösterirken, ötekiyle de polisin copuna uzandı. Adam şaşkınlık içindeydi; üstelik miğferinin camı da buğulanmıştı. Pierre Niémans kavganın göbeğine daldı. Arsenal taraftarları yumrukla, metal çubuklarla, demir ökçelerle vuruyorlar, CRS memurları da geri çekilerek direnmeye, yere düşmüş arkadaşlarını korumaya çalışıyorlardı. Vücutlar sarsılıp titriyor, yüzler buruşuyor, çeneler asfalta çarpıyordu. Ve coplar.

Coplar kalkıp iniyor, darbenin şiddetinden eğilip bükülüyorlardı. Başkomiser kargaşanın ortasına atıldı. Yumruk attı, cop salladı. İriyarı birini yakalayıp, bir dizi yumruk patlattı. Kaburgalara, mideye, çeneye. Birden, sağdan gelen bir tekmeyle çöktü, sonra kükreyerek doğruldu. Cop saldırganın gırtlağının çevresine dolandı neredeyse. Beynindeki kan fokurduyor, metal bir tat ağzının içini uyuşturuyordu. Hiçbir şey düşünmüyor, hissetmiyordu artık. Savaşa girmişti, farkındaydı bunun. Birden, tuhaf bir sahneye ilişti gözü. Yüz metre kadar ötede, iyice sopa yemiş bir sivil, iki holiganın ellerinden kurtulmaya çalışıyordu. Niémans taraftarın kana bulanmış yüzünü, nefretten tir tir titreyen öteki ikisinin robotumsu hareketlerini izledi. Bir saniye sonra, neyin tuhaf geldiğini anlamıştı Niémans: yaralı ve diğer ikisi, rakip kulüplerin amblemini taşıyan deri ceketler giymişlerdi. Bir hesaplaşmaydı.

Niémans daha ne olduğunu tam anlayamadan, yaralı adam saldırganların elinden kurtuldu ve yan sokağa, Nungesser-et-Coli Sokağı’na sapıp kurtulmaya çalıştı. Dayakçılar da peşinden. Niémans elindeki copu attı, kalabalığın arasında kendine bir yol açıp, peşlerine takıldı. Kovalamaca başladı. Niémans düzenli soluk alarak koşuyor, sessiz sokakta kurbanlarına giderek yaklaşan iki saldırganla arayı kapatmaya çalışıyordu. Hep birlikte sola döndüler, birkaç adım sonra, yüksek duvarlarla çevrili Molitor yüzme havuzuna vardılar. Bu kez, kurbanlarını ellerinden kaçırmayacaktı serseriler. Niémans çevreyoluna tepeden bakan Porte-Molitor Meydanı’na vardığında, gözlerine inanamadı: saldırganlardan birinin elinde, kocaman bir bıçak vardı. Niémans, cadde ışıklarının donuk aydınlığında, dizüstü çökmüş adama durmaksızın saplanan, vücudunu sarsan bıçağın parıltısını gördü. Sonra saldırganlar adamı yerden kaldırdı, korkuluğun üzerinden aşağı attı. – HAYIIIR! Niémans haykırırken silahını kılıfından çıkarmıştı bile. Bir otomobilin kaputundan destek aldı, sağ yumruğunu sol avucuna yerleştirdi, soluğunu tutarak nişan aldı. İlk kurşun. Karavana. Eli bıçaklı katil döndü, şaşkındı.

İkinci kurşun. Yine karavana. Niémans yeniden koşmaya koyuldu, tabanca tutan elini, yakın dövüş kurallarına uygun olarak kalçasına dayamıştı. Öfkeden içi içini yiyordu; gözlüksüz olduğu için, iki kez üst üste karavana atmıştı. Köprüye vardı. Eli bıçaklı adam çevreyolunun kenarındaki çalılıklara dalmıştı bile. Arkadaşıysa, dizlerinin bağı çözülmüş, şaşkınlık içinde bakıyordu. Başkomiser tabancasının kabzasını adamın gırtlağına indirdi, sonra da saçlarından yakalayarak trafik ışığına kadar sürükledi, tek eliyle adamı bileğinden direğe kelepçeledi. Şimdi artık köprünün üzerinden, aşağıya bakabilirdi. Kurbanın cesedi asfaltın üzerindeydi ve trafiği tıkayan zincirleme kaza meydana gelene kadar arabalar üzerinden geçmişti. Büyük bir kazaydı… İç içe geçmiş arabalar, ezilmiş saclar… Trafik sıkışıklığı, sinir bozucu bir korna konserine dönüşmüştü. Farların ışığında, bir eliyle yüzünü tutarak otomobiline doğru sendeleyerek ilerleyen bir sürücü gördü Niémans. Sonra bakışlarını çevreyolunun diğer tarafına çevirdi. Renkli kol şeridiyle çalıların arasında ilerlemeye çalışan katili gördü. Silahını kılıfına yerleştirip, adamın peşine düştü.

Ağaçların arasında koşarken, durup geriye, ona bakıyordu katil. Gizlenmeye gerek duymadı başkomiser: adamın Niémans’ın peşinde olduğunu bilmesi, gelip yakasına yapışacağını düşünmesi gerekiyordu. Birden holigan bir çalılığın üzerinden atlayıp, gözden kayboldu. Çakıl taşları üzerinde duyulan ayak sesleri, Niémans’a adamın tuttuğu yönü gösterdi hemen: Auteuil Bahçeleri. Başkomiser katilin peşine düştü, gecenin bahçenin gri çakılları üzerindeki yansımasını gördü. Seralar boyunca ilerlerken, duvara tırmanan gölgeyi fark etti. Peşinden seğirtti, kendini Roland-Garros tenis kortlarında buldu. Tel kafesten kapılar kilitli değildi: katil hiçbir engelle karşılaşmaksızın, bir korttan diğerine geçiyordu. Niémans bir kapıdan daldı, kırmızı toprak sahaya girdi ve ilk filenin üzerinden atladı. Elli metre önündeydi adam, gözle görülür biçimde yavaşlamıştı şimdi; yorgunluğun etkisi kendini göstermişti. Yine de filenin üzerinden atlamayı, tribündeki basamakları tırmanmayı başardı. Peşinden de Niémans geliyordu, çevik, yumuşak, soluğunda en ufak bir değişiklik olmaksızın. Adama birkaç metre kalıncaya kadar yaklaştığında, tribünlerin en tepesindeki gölgenin boşluğa atladığını gördü. Kaçak özel bir evin çatısına düşmüştü. Çatının öbür tarafına yuvarlandı, gözden kayboldu.

Komiser geriledi, peşinden atladı. Çakıl taşı kaplı platforma düştü. Aşağıda çimenler, ağaçlar, sessizlik. Katilden ise en ufak bir iz yoktu. Niémans ıslak çimenlerin üzerinde yuvarlandı. İki seçeneği vardı: ya çatısından atladığı ana bina ya da bahçenin dibindeki geniş ahşap yapı. MR 73 tabancasını kılıfından çıkardı, sırtını arkasındaki kapıya dayadı. Kapı direnmedi. Başkomiser birkaç adım attı, sonra şaşkınlık içinde, durdu. Mermer bir holdeydi, tepede, tavanın tam ortasında yuvarlak bir taş, taşın üzerine de tanımadığı, bilmediği harflerle kazınmış yazılar vardı. Altın yaldızlı bir merdiven karanlığın içinden üst kata çıkıyordu. İmparator kırmızısı kadife perdeler, duvar kaplamaları, heybetli vazolar. Niémans bir Asya ülkesinin büyükelçiliğine girdiğini anladı. Birden, dışarıdan bir ses duydu. Katil diğer binadaydı.

Komiser çimenlerin üzerinden koşarak bahçeyi geçti, ahşap yapıya ulaştı. Kapının kanadı hâlâ sallanıyordu, karanlık içinde bir gölge gibi içeri girdi. Büyü bir derece daha artmıştı. Girdiği yer, bölmelere ayrılmış, yeleleri kısa kesilmiş küçük atların bulunduğu bir ahırdı. Titreşen sağrılar. Havada uçuşan saman çöpleri. Pierre Niémans elde tabanca, ilerledi. Birinci bölmeyi geçti, ikinci, üçüncü… Sağ tarafta boğuk bir ses. Başkomiser döndü. Yere vuran bir toynak. Solda bir hışırtı. Yine döndü. Çok geç. Bıçak indi. Niémans son anda kendini yana attı.

Bıçak omzunu sıyırdı ve atın sağrısına saplandı. Atın şahlanışı ölümcül oldu. Nalı katilin yüzüne çarptı. Başkomiser durumdan yararlanıp adamın üzerine atıldı, silahını namlusundan kavrayıp çekiç gibi kullanmaya başladı. Vurdu, vurdu, sonra birden durdu, gözlerini holiganın kanlı yüz hatlarına dikti. Yarılmış etlerin altından kemikleri fırlamıştı. Karmakarışık dokuların ucunda da, göz küresi. Başında hâlâ Arsenal şapkası olan katil, kımıldamıyordu. Niémans tabancasını düzeltti, kabzasını kanlı elleriyle tutarak namluyu adamın aralık dudaklarının arasından ağzına soktu. Horozu kaldırıp, gözlerini kapattı. Tetiği çekecekti ki… tiz bir ses duydu. Cebindeki telefonu çalıyordu. [1]“Ka-zan-dık!” anlamında İspanyolca sözcük. (ç.n.

) [2]Fransa’da asayişi sağlamakla görevli, kimi kez sınır polisi olarak da kullanılan polis birimi. (ç.n.) İkinci kısım Üç saat kadar sonra, Nanterre-Préfecture Mahallesi’nin çok yeni, çok simetrik sokaklarından birinde, İçişleri Bakanlığı Adlî Polis Merkezi binasında tek bir ışık yanıyordu. Karanlıkta oturan Antoine Rheims’in masasının hizasına kadar indirilmiş, yoğun ve parlak bir ışık. Karşısında, ışık halesinin hemen dışında, Pierre Niémans’ın uzun boylu silueti. Kesik kesik cümlelerle, Boulogne kovalamacası hakkında yazdığı raporu özetlemişti az önce. Rheims kuşkuyla sordu: – Adam nasıl? – İngiliz mi? Komada. Yüzünde bir sürü kırık. Hôtel-Dieu’yle az önce konuştum: yüzüne deri yaması yapacaklarmış. – Ya kurbanı? – Çevreyolunda, Molitor Kapısı’nın orada arabaların altında kalıp, kemikleri un ufak olmuş. – Aman Tanrım! Neden? – Holiganlar arası bir hesaplaşma. Arsenal taraftarlarının arasında, Chelsea Kulübü’nün adamları da varmış. Bıçaklı iki holigan kavgadan da yararlanarak, rakiplerini öldürmüş. Rheims duyduklarına inanmıyormuşçasına dinliyordu.

Kısa süren bir sessizlikten sonra sordu: – Ya seninki? Onu bu hale sokanın bir at toynağı olduğundan emin misin? Niémans cevap vermedi, pencereye döndü. Ayın tebeşirimsi ışığının altında, çevredeki evlerin cephelerini kaplayan tuhaf pastel motifler görünüyordu: Nanterre Parkı’nın koyu yeşil tepecikleri üzerinde süzülen bulutlar, gökkuşağı. Rheims’in sesi daha da yükseldi. – Seni anlamıyorum, Pierre. Neden böyle pis işlere meraklısın? Statta denetim işi, gerçekten de… Sesi giderek söndü. Niémans sessizliğini bozmamıştı. – Artık yaşın da geçti, diye sürdürdü Rheims sözlerini. Üstelik uzmanlık alanın da farklı. Oysa anlaşmamız açıktı: bundan böyle sokak işi yok, şiddet yok. – Sadede gel, Antoine. Beni neden çağırdın buraya, gecenin bir yarısında? Bana telefon ettiğinde, Parc-des-Princes’te olup bitenlerden haberli olman imkânsızdı. Öyleyse, neden? Rheims’in gölgesi kıpırdamadı. Geniş omuzlu, kıvırcık gri saçlı, taş yüzlü bir adamdı. Fener bekçisi gibi. Bölüm başkanı olarak yıllardan beri ahlak polisi olarak bilinen kurumun bir üst birimini OCRTEH’i[1] yönetiyordu.

Niémans onu, bu büroya tıkılmasından çok önce, her ikisi de sokak polisiyken, yağmur altında devriye gezerlerken tanımıştı. Saçları alabros kesili başkomiser ellerini masaya dayayıp eğildi, sorusunu yineledi: – Öyleyse neden? Rheims soludu: – Bir cinayet. – Paris’te mi? – Hayır, Guernon’da. İsère Bölgesi’nde, Grenoble yakınında küçük bir kent. Üniversite kenti. Niémans bir iskemle kaptı, bölüm başkanının karşısına çöktü. – Seni dinliyorum. – Cesedi dün, akşama doğru buldular. Kampüsün içinden geçen bir nehre hâkim kayalıkların arasına gömülmüş bir şekilde. Bütün izler, manyakça işlenmiş bir cinayeti işaret ediyor. – Ceset hakkında ne biliyorsun? Kadın cesedi mi? – Hayır. Erkek. Genç biri. Anlaşılan, fakültenin kütüphanecisi. İşkence izleri var: çizikler, kırbaç izleri, yanıklar… bir de boğma girişimi olduğundan söz ettiler.

Niémans dirseklerini yazı masasına dayadı. Elindeki sigara tablasıyla oynuyordu. – Bütün bunları bana neden anlatıyorsun? – Seni oraya göndermeyi düşünüyorum da, ondan. – Ne? Bu cinayet için mi? İyi ama, Grenoble Cinayet Masası’ndaki herifler katili bir haftaya kalmaz enseler ve… – Pierre, salak rolü oynamaya kalkma. Bu cinayetin göründüğü kadar basit bir iş olmadığını sen de biliyorsun. Sorgu hâkimiyle konuştum. Bir uzman istedi. – Ne uzmanı? – Cinayet. Bir de ahlak konusu. Cinayetin ardında cinsel sebepler olmasından kuşkulanıyor. Neyse işte, ya da onun gibi bir şeyler. Niémans boynunu ışığa doğru uzattı, ensesinde halojen lambanın sıcaklığını duydu. – Antoine, bana her şeyi anlatmadın sanki. – Sorgu Hâkimi Bernard Terpentes. Eski bir dost.

O da, ben de Pireneler Bölgesi’nden geliyoruz. Tir tir titriyor, çakıyorsun değil mi? Meraklılardan, medyadan, bütün bu boklardan ödü kopuyor. Konuyu olabildiğince çabuk çözümlemek istiyor. Birkaç hafta sonra, okullar açılacak. O güne kadar, dosyayı kaldırmak gerek. Ne istiyorsun yani, anlayabilmen için bir de resim çizmemi mi? Başkomiser kalktı, yine pencerenin yanına gitti. Sokak lambalarının ışıltılı tepeciklerine, parktaki koyu kubbelere baktı. Son saatlerin şiddeti hâlâ şakaklarında zonkluyordu: bıçak darbeleri, çevreyolu, Roland-Garros’taki kovalamaca. Belki bininci kez Rheims’in telefonunu, bir adamı öldürmesini önleyen telefonunu düşündü. Vicdanını gölgeleyen, onu kötü bir şey yapma sınırına getiren, zamanı ve mekânı yırtıp parçalayan o denetlenemez öfke nöbetlerini hatırladı. – Ee? dedi Rheims. Niémans döndü, pencerenin pervazına dayandı. – Böylesi soruşturma yapmayalı dört yıl oldu. Bunu neden bana öneriyorsun? – Güvenebileceğim birine ihtiyacım var. Tabiî merkezlerin, istedikleri adamın kolundan tutup Fransa’nın herhangi bir köşesine gönderme hakkına sahip olduklarını da biliyorsun (iri parmaklarıyla boşlukta piyano çalar gibi yaptı).

Ben de iktidarımı kötüye kullanıyorum işte. Başkomiser gülümsedi. – Kurdu ininden çıkaracaksın, demek?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir