Yavuz Bahadiroglu – Cem Sultan

Vâris-i mülk-i Süleyman» hadeka-i sultani rüûsu’s-salâtîn sahibü’l-izzii ve’t-tem-kîn mahz-ı lûtfullahi’l-kirâm oğlum Sultan Cem Allahu bekan yazıla.» Fatih Sultan Mehmed Han Dumrul deresinin ak taşlarla sessizce kucaklaşmasına, kucaklaşıp her birinin alnına köpükten pak bir öpücük kondurmasına, ardından bir türkü tutturup yatağına boylu boyunca uzanmasına bakarken, ağzına attığı koca lokmayı çiğnemeyi unuttu; yan yapıldak bir dalgınlıkla dereye göz tutup dururken yutkundu. Koca lokma kurutulmuş balık katığının kılçığıyla birlikte gırtlağını tıkaması aklını başına getirdi ya, çaresizdi. Ne bütün bütün yutup kurtulabiliyor, ne gerisin geri çıkarıp atabiliyordu. Belerip kan tutar gözlerini fıldırlaştırıp bir zaman hırladı. Bayıra bıraktığı atı kısa sürecek hürriyetin tadını eksiksiz çıkarmak ister gibi eşinip kişniyor, ni-cedir tepesinde dikilen koca kavağın yarım gölgesi derenin orta yerini tutuyor, dere hep aynı tasasız haliyle yatağında boylu boyunca yatıp ak taşlara köpüklü öpücükler konduruyordu. Sanki olandan bitenden habersizdi. Sanki gözlerini dalgınlaştırıp lokmasını o unutturmamış, dalgınlığında çiğnemeden o yutturmamıştı. Öyle bir dert açmıştı ki başına, boğulmasına çeyrek vardı. Issız dere boyunda bu yüzden ölüme yatacaktı da, kurtlara kuşlara yem olması bir yana, taşıdığı haberi de kendisiyle bile öldürecekti. Gırtlağı yandı, soluğu tıkandı, yüreği pıt pıt vurdu cansızca, heyecansızca. Debelene debelene dere kıyısına ulaştı. Şuuru dellenmiş başını suya fırlattı. Gırtlağını tıkayan koca lokma ilk yuduma direnirken, koca kavağın dereye düşmüş gölgesinden minik bir derekuşu havalanıp suya indi. İnmesiyle kıyıda debelenen acaip mahlûktan ürküp tekrar havalanması ve koca kavağın taze yapraklarına sığınması bir oldu.


Yaprakların arasından ürkek ürkek uzanıp cikcik etti. Derekuşunun son cikci-kinde lokma gırtlaktan boşalıp demir gülle gibi mideye düştü. Can acısıyla kan toplayan irileş-miş gözler, bir de moraran surat kaldı geride. Adam ağır ağır doğruldu. Gölgesi ikindi güneşinin mor halkalarında koyulaşıp koca kavağın gölgesine vurdu. İri kıyımlığını iki büklüm ederek hınçla dereye tükürdü. Bütün kabahati dereye gömdü: «Kör olasıca!» Tükürüğündeki kan bulanıklığını fark edip katılaştı. Dere bulanıp kabarmadı, coşup sele vererek yatağından taşmadı. Alaycı alaycı gülmedi de. Yatağında sere serpe akmayı, akarken ak taşla1 ra vurup köpürmeyi, aşağılarda, kim bilir nerelerde tuzlu suyla buluşaraktan hasret gidermeyi sürdürdü. Adam tekrar kavağın altındaki yerine döndü. Ekmekten iri bir lokma kopardı. Tuzlu balık katığını içine soktu, ama ağzına atmak üzereyken duraladı. Gırtlağına gâvur dikenlerinin en irileri ağ kurmuştu, yırtılan yerlerden içine akan kanın kokusunu genzinde duyuyordu. Lokmayı yağlığına bıraktı.

Yeme arzusunu yendi. Uzun boyunu ikiye katlayıp öğürdü. Sonra ağzını çalkalamak için dere kıyısına indi. Eliyle suları yardı, halkalanan suların minicik dalgacıklar halinde sahile vurmasını, vurup kum tanelerini yuvarlamasını seyretti. Haline gülmekten de kendisini alamadı: «Cahil olmasaydım şair olurdum,» diye geçirdi içinden. Dereye küs gibiydi. Bu yüzden suyunu içmemekte bir zaman direndi. Ama gırtlağının yangını baskın çıktı, önce iki avucunu birleştirip ağzına kadar dere suyu doldurdu, üç yudumda bitirdi. Arkasından başının yarısını dereye sokup kana kana içti. Su soğuktu. Tepelerde eriyen karın soğukluğu karışmıştı belli. Gırtlağı daha iz yanıyordu şimdi. Başını dağlara çevirdi. Bulut kümelerinin arasından beyaz beyaz gülümseyişlerini seyretti. Kendisi de gülümsedi dağlara, dağlarda bulut kümelerinin arasındaki kara.

Döndü, başını biraz daha dikip koca kavağa baktı. Derekuşu tekrar ürküp kendisini yapraklara gizledi. Nedense kuşkulanmıştı. Yüreği pıt pıt vururken, cikcik öttü. Birden bir şahinin gagasında ölümün yaklaşmakta olduğunu gördü. Uçma kabiliyeti onu adamın elinden kurtarırdı, ama aynı kabiliyet kartala lokma yapardı. îyiden iyiye sinip sesini kesti. Ne kıpırdadı, ne öttü. Orman derin bir sessizliğe gömüldü. Adam aniden irkildi. Kısa bir süre sessizliğin uzayıp giden sesini dinledi. Zaman ölmüştü. Zaman kuyuya, yok, dereye düşmüş, boğulmuştu. Zaman yürümüyordu. Sevindi.

Çünkü üstüne aldığı işi vaktinde bitirebilmek için zamana ihtiyacı vardı. Burada fazla oyalanmıştı. Sanki ne diye şairane duygulara kendisini kaptırmış, ne diye’ Dumrul deresinin ak öpücüklerine dalıp bir parça ekmeğe yenik düşmüştü? Oysa vakit nakitti. Âsitane’-de ona güvenip yol gözleyen kos koca Karaman î Mehmed Paşa vardı. Sadrazamların hası Mehmed Paşa, cennetlik sultan adaşı Fatih Mehmed Hânın ölüm yangınıdır demeden tahta tedbir düşünüp, mutemed adam arayaraktan, bula, bula kendisi gibi Karamanlı yeniçeri çorbacısı Yaltırık Bekir’i bulmuş, devlet kaygusuyla Cem sevgisi ve can korkusu karışığında meded çekip, «Yolu ele alma vaktidir 101 CEM SULTAN hay Yaltırık Bekir’im, dağı düz edip Cem Şehzademize kara haberle ak haberi tez elden ulaştırma vaktidir. Paşa kardaşlar, efendimiz Bayezid Şehzademizi münasip bulmağilen Keklik Mustafa’yı Amasya sancağına kara ve ak haberci çıkardılar. Haberin karası nedir dersen, azametlü padişahımızın dar-ı cinanâ irtihalidir ki, cihan yüzü öylesine muktedir ve âlicenap ve müşfik ve şecaatli ve âdil bir padişah daha kaydetmemiştir. Bundan sonra kaydedeceği dahi şüpheli olmağı-len kul kısmı içün intizara oturma vaktidir. Velâ-kin devlet çarkı dur durak bilmeden işlemezse değirmen durur. Değirmen durdukta insan taifesi bin bölük olup birbirlerini kırmaya geçer, âlemin düzeni bozulur, ırmaklar suyunu çekip oluk oluk kan akıtır. Senin anlayacağın, sürüye kurt girmişten oeter oluruz. Şol sebepledir ki, acımız ciğerimizi hun ederken, yüreğimize taş basıp yeni nizamın nâzımım bulma derdindeyiz. Haberin akı n’ola dersen, padişahlık müjdesidir ki, kara haberi unutturup insanı şâd eder. Merhum ve mağfur Sultan Mehmed Han Efendimiz, Kanunnâme’-sinde Şehzade Cem oğlundan ‘Varis-i mülk-i Sü-leymanî’ diye bahsetmesiyle, küçük oğlunu meziyetlerine binaen büyük oğluna müreccah tutup sağlığında vasiyet eylemesi, baba hakkı olarak tahta onun geçmesini iktiza ettirir. Lâkin paşa kardaşlara bir türlü anlatamadık, ille de Bayezid şehzade han olmalı, deyü direttiler.

Büyük evlât dururken küçüğüne saltanat sürmek haramdır, deyü ittifak ettiler. Lâkin Cem Şehzade tahCEM SULTAN 111 ta daha yakındır, elini tez tutup haberi kavuşturur ve alır gelirsen baba vasiyetlisi olarak atalarının tahtına geçmesine kimse mâni olamaz. Azığını bolca tutup yedeğine ahırımdan iki fazla at al; Karaman sancağına kanatlan ki, nâmı KeK-lik olan Mustafa’nın nâmını iki akçeye düşür. Say ki, ecelle yarıştasın. Cem Şehzademize sen vaktinde ulaşamazsan, bil ki ecel ulaşır.» dedi. Daha bazı lâflar da etti belki, ama hıfzından çıktı. Oysa hıfzıyla övünürdü. Lâkin saray ağzını ele alan Sadrazam Efendinin her sözünü hıfzetmesi mümkün olmamıştı. O şaşkınlıkta büyük sırrın acısına mı yanması, yoksa karakulaklığa seçilmenin sevincine mi bulanması gerektiğini kes-tirememiş, ihtimal ki, bu yüzden lâfın kalanını kaçırmıştı. Sonunda boyun kıvırıp, «Emrin baş-üstüne devletlüm, ama kurban olayım, ben bunca sözü denkleştirip Şehzademin huzurunda edemem, şairliğim heveste kaldığından nutkum tutulup dizinin dibinde lâl kesilirim de, boynumu cellâdın yağlı ilmiğine uzatırken ancak aklım başıma gelse bile iş işten geçer, bildiğimle ölürüm. İyisi mi, okunaklı ve dokunaklı bir mektup yazdırıp koynuma verin,» ricasında bulundu. Ulu Sadrazam da aceleden bir mektup döşenip deriden kozağa yerleştirmesiyle koynuna tıktı, bir veda çekmeyi dahi unutup yola yumuldu. iki at çatlattı. Sonuncusu yçkuşta tıslamaya başlayıp, ağzı, burnu köpüklere karışınca aklını demir kafesten almayı nihayet akıl etti.

«Amasya teeey nire, Karaman dediğin nah şura,» diye dü121 CEM SULTAN şünerek ormanın Dumrul deresiyle kaynaştığı, Dumrul deresinin deniz hasretiyle tutuştuğu, ak taşlarla köpük köpük öpüştüğü yerde mola verdi. Atı azıcık dinlendi. Dinlendiği, ağzını, burnunu örten köpüklerin sönmesinden; keyfinin yerine geldiği, zevzek zevzek eşinmesinden belliydi. Yol sarmaşığına tutunup Karaman sancağına can atması, can atıp kara haberle ak haberi karıştırması, Cem Şehzadeye mektubu vermekle kalmayarak dilinin döndüğünce vaziyeti anlatması ve mübarek ağzından afei-inler koparması için surda ne kalmıştı ki? Pek pek akşam namazı okunurken şehrin kapısını bulurdu. Yağlığını dürdü. Bitiremediği yemeğine bakarken aç aç soluklandı. Yere çömelip yemeğe kurulmaktan zor alakoydu nefsini, Cem Şehzadenin konağında güzel bir akşam yemeği yiyeceğini hayal edip burnunu çekti. Dürülü yağlığını atın sağrısına bağlı heybeye attı. Binmeden önce yelesini okşadı, şakalaştı: «Keyfin çakır ha ihtiyar, öleyim möleyim deme sakın, menzile geldik sayılır.» Atma binerken belkemiğine yapışan ağrıya yüzünü yamulttu. Günlerdir dolu dizgin at tepik-lemekten canı burnuna dayanmıştı. Kımıldadık-ça oynaklarına ateş oku değmiş gibi yanıyordu. Bütün ümidi bitmez gibi gözüken yolun bitme noktasına dayanmasıydı. Gerisi kolaydı. Şehzade konağının kuştüyü yataklarında ömürboyu sürdüğünü zannettiği kara yorgunluğu emdire emdire dinlenecekti.

Yerle gök birbirine kavuşmaya durCEM SULTAN| 13 sa, ırmakların suları ters yüz edip dağlara doğru aksa, kurtla kuzunun arkadaş olup göz göze dolandıklarını duysa kımıldamayacaktı. Demir asâ, demir çarık olup karakulaklık vazifesiyle yola düştü düşeli, iki deli yağmurla amansız güneşten iyice büzülen cebesinin içinde sızlayan vücudu katı başıbozuk duruşuyla at üstüne çakılınca, hayvan sevinçten mi, kederden mi olduğu belirsiz bir kişneme saldı. «Haydi yavrum, deeeh!» çeken Yaltırık Bekir, atın olduğu yerde kıvranıp direnmesine, direnirken huysuz huysuz kişnemesine, camız tepiği-ne aldırmadan, eşek mirası huysuzluğu ele almasına şaşarak yeni bir «deeeh»le, ardından camız tepiğinin en zorlusuyla yola getirmeyi kurdu. Bacaklarının cenderesi dizçekleri zorlayarak tepik-lerin en yamanını çaktı. At bir daha kişnedi, koca kavağın çevresinde bir daire çizip binicisini heveslendirdikten sonra, eski yerine çakıldı. «Uyuz eşşek!» diye bağırdı Yaltırık; gırtlağının zedelenmesine, zedelenip eskisinden beter yanmasına aldırmadan, «senin gibi huysuzu paşa ahırında ne diye sakladılar anlamam ya, ben süslü, sırmalı kakanoslara benzemem. Öyle bir kılıç tersi yersin ki, pulta girmiş yürek gibi yanarsın. Deh dendi yelesi dökülesice, deh be!» Önce koca kavağın yapraklarına sinmiş kuş kalktî, şahin kuşu çoktan görünmeze kavuşmuştu, derekuşu emniyetteydi. Ardından çalıkuşu havalandı, sonra bir derekuşu, iki sığırcık, uzakta birkaç karga. İşkillendi Yaltırık. kuşlara bakma 14[CEM SULTAN bahanesiyle bulut kümelerinin ucunda yaldızlanan güneşe sığındı. Bir tuhaflık, bir terslik ara di gök yüzünde, ne aradığını pek de bilmeden. Kuşları ürküten şeyin bir kartal olup olmadığını gözledi. Yüzünü hayal mey al hatırladığı anası nın yılların gerisinden akıp gelen öğüdü düştü aklına. «Sen sen ol, bulutların yüzünde geleceğini görmeye bak; sen sen ol, kuşların çengisi başladığında tehlikenin zorlusu yaklaştı belle; sen sen ol…» Hayalini el tersiyle itti.

Duyar gibi olduğu nal seslerine kulak tuttu. Essahtan işittiğine emin olunca sıkıntıyla ak çuhadan börküne el attı. Tüylerini mıncıklarken, «Bâtıl inanç ya, anam nevbil-sin,» diye düşündü, «lâkin bulutların yüzünde ak aydınlıktan eser yok, kuşların çengisinde nal seslerinin ürkekliği sinik.» Yüreğinin iki çatallı çırpıntısında bir teselli aradı. «Kim ola, kim gele? Bugüne bugün Karaman sancağının köşe vü bucağında cennetlik Osman babamızın ihlâs sancağını dalgalandıran çapavul-lar dolanır. Timur bozuğundan bu yana düşman ayağı değmemiş topraklarımızda, hamd olsun, eşkiya kırmalarına da yer yoktur. Otlukbeli meydanında bel veren Uzun Hasan’ın dirilip hallenmesi, hallenip ordu düzerek Konya canibine diz-kin çekmesi, cennetmekân Padişahımızın dirilip kalkmasından muhal. Geriye kala kala Cem Şehzademin sığırtmaçlarıyla dalkılıç süvarileri kalır . ki, bu gelişin sığırtmaç gelişi olmadığı ormanda CEM SULTAN) 15 dolu dizgin at ılgar etmelerinden belli. Şu halde dalkılıç süvariler gelmekte olup, kurban olduğum Cem Şehzademe belki de gelişimiz malûm olmuştur ve istikbal etmeye adam çıkarmıştır,» demeye ve hiç olmazsa tedbirde kusur etmemek için çalıların gerisine kaymaya kalmadan, tepeden tırnağa cebe-cevşene gömülü seçme dört süvari önünde bitti. Gem çekip özengi bastılar. Bir selâmı dahi çok görüp ayaklarının tozuyla sual ettiler: «Dinin dinimden mi?» Yaltırık Bekir bir tuhaf gülümsedi. Gülümserken de bir tuhaf buruldu. Cem Şehzadenin adamları selâma boş verir oldukta, dizgin boşalmış demekti. Nedense dört süvariyi Cem Şehzadeye yakıştıramadı.

Yakıştıramaması, Sadrazamın ağzından Cem Şehzadenin abdestsiz yere basmadığını, Besmelesiz söz etmediğini, selâmsız mezaristandan dahi geçmediğini, salâvatsız ağız açmadığını kaç kere dinlemesindendi. Efendi böyle iken, hizmetliler başka türlü oldukta dizgin gevşek tutuldu sayılmalıydı. Belki heyecana gelip unutmuşlar diye lâf dokundurmak istedi: «Selâmsız söze girdiğinizden şüphedeyim, hele bir yol dininizi söyleyiverin de, kendimizi sağlama alalım. Yanlışa düşüp günaha boyanma korkumuzu atalım bir yol.» «Elhamdülillah Müslümanız,» dedi en arkadaki, «cevabın aynı mıdır?» Atının yelesine uzattı elini. Az çekiştire çe161 CEM SULTAN kiştire okşadı. Nedense hâlâ huysuzluktaydı. Durulmamıştı. Boyuna eşiniyordu. «Kâinattaki canlı vü cansız varlıklar adedin-ce şükrolsun ki, aynıdır. Cem Şehzademize karakulak gelmedeyiz.» Kaçamak bakışlarında hatasını yalayarak sustu. Bir zaman gözlerindeki mânâdan niyetlerini sökmeye çalıştı. Ne vardı ağzından kaçıracak, uluorta karakulak çıktığım söyleyecek? Önce akıl-dâneliği ele alıp kelime oyunlarıyla ağız arasay-dı ya. Niyetlerini söyletip gerçeği bir güzel öğrendikten sonra açılacaksa açılsa, gevezeliği tu-tacaksa tutsaydı ya.

Sadrazam Hazretleri onca yamanların içinden kendisini boş yere mi seçmişti? Boş yere mi tembih üstüne tembih sıralayıp gece vakti gölgelere sine sine Gebze ordugâhından ayrılana kadar «Aman ha! Aman ha!» demişti? «Mektubu canın bil, alınacaksa canınla bile alınmalı; gönüllü verimkâr olursan emeklerim, haklarım gözüne, dizine dursun.» Kendisine kızdı. Cebesinin içinde büzülen gövdesini acıtarak kastı; orasına, burasına ateş oku değmiş gibi ağrılar saplanırken boşboğazlığını cezalandırdığını düşünüp gülümsedi. Bir sual bekleyip süvarilerin yüzüne tek tek baktı. Yüzlerin ifadesizliği kurnazlığa çarpıldığım ayan beyan yazıyordu. Bu hesapça kendisi de kurnazlığı alıp merakını belli etmeden adamları konuşturmalıydı. Hele niyetlerini anlar, kim olduklarını meydana çıkarırsa, ne yapacağına karar verirdi. «Biz kendimizi söyledik, kendinizi söyleme sıCEM SULTAN 117 rası sizde. Söylemişliğimizle yetinmez, danasını isterseniz adımıza Yalürık Bekir derler.» îlk hatasını tamir için hemen ekledi: «Teey Gebze ordugâhından, teey Padişahımız Efendimizin katından geliriz. Cem Şehzademize ömrü vü devleti uzun olası Hünkârımızdan bir selâm ile iki kelâm getiririz.» Artık temkinliydi. Ağzından hiçbir şey alamazlardı. Yine de Padişahtan «bir selâm ile iki kelam» getirdiğini söylerken börkünün altında saklı dazlaklığı terlemişti. Böyle bir durumda bile yalanı vicdanını tırmalıyordu.

Tek tesellisi, Cem Şehzadenin adamları oldukları ayan beyan ortaya çıktıkta, hakikati söyleyip vicdanına karabasan ağırlığı veren yalandan kurtulmak ihtimaliydi. Karabasan ağırlığından bir an evvel kurtulmak ümidiyle tekrar sordu: «Ya siz kimler olursunuz?» Bu • sefer birbirlerini kaçamak süzmediler, Yaltınk Bekir’i işkillendiren hiçbir harekette bulunmadılar. Sanki soruyu duymamışlardı. En arkadaki süvari, atını oynaştıra oynaştıra sürüp Yaltırık Bekir’in sağ yanma geçti, ikincisi sol yanına at sürdü. Üçüncü süvari cebesinin kolçağını düzeltirken, sorgusunda yiğitbaşı işareti taşıyan katran bıyıklı, gökyüzüne baş dikip üst üste hapşırdı. Bir «Elhamdülillah» çekti. Yaltırık Bekir, alışkanlıkla ağız yapmışken, içinden «Yer-hamükellah» demek gelmedi. Ama birşeylerle de oyalanmak istediğinden, yine elini atının yelesine attı. Havada bir başkalık hissetti. Bulutların es181 CEM SULTAN merleşen çehresinde güneşi aradı. Güneş kayıptı. Yağmur yağacağa benziyordu. Bir kere daha ıslanmak iki türlü ziyandı. Kalın meşinden yapılma zırhı belki daha da büzülecek; en beteri, Cem Şehzadenin karşısına kuyu faresi gibi şırıl sık-lam çıkmak zorunda kalacaktı. Islak şaşkınlığına Cem Şehzade güler miydi acaba? Gülüp kubbeleri çınlatır mıydı? Sanmıyordu.

Önce haberin akını mı, yoksa karasını mı vermesi lâzım geldiğini de bilmiyordu. Sadrazam bu hususta hiçbir şey söylememişti. Yahut sadrazamca söylediğinden kuşça aklında tutamamıştı. En iyisi mektuba sığınıp susmaktı. Nasılsa her birşey olanca açıklığıyla mektupta yazılıydı. Evet, iyisi buydu. Mektubu Cem Şehzadeye uzatır, kenara çekilip temennaya durur ve susardı. Belki bir yolunu bulur, «Davran Sultanım, vakit nakittir» demesi münasip düşerdi. Yoksa densizlik, had bilmezlik mi sayılırdı sıradan bir karakulağın tavsiye yollu kelâm etmesi? «Bizi mi sormaktasın? Gördükte bilemedin, he mi?» Yaltırık Bekir şair hayalinin kuşkonmaz, kervan geçmez ufuklarında kanat çırpmayı bırakıp katran bıyıklıyı da, sualini de unuttuğu için kendi kendisine vere veriştire toparlandı. Cem Şehzadenin önünde ıslak şaşkınlığından sıyrılmasıy-la mukabil suale baş çekmesi bir oldu: «Söylenmeyeni bilmek ermişlere mahsustur. Bir mahzuru yoksa deyiverin, gitsin.» Katran bıyıklı can sıkıntısını bastırmak için CEM SULTAN 119 gözlerini ağaçlara kaldırdı. Oradan bulutların karmaşasına daldırdı. Allah biliyor ya, adının Yaltırık Bekir olduğunu, Padişah nezdinden geldiğini, Cem Şehzadeye sadece bir selâmla kuru birkaç kelâm getirdiğini söyleyen yiğitten şüphe-lenmişti. Şu gökteki bulutların bin beter karası, bin beter karmaşası içine dolmuştu.

Padişah nezdinden geldiğini söylerken yüzünün kızarması, gözlerini kaçırmaya çalışması, hayatında ilk defa yalan söylemek mecburiyetini hissetmiş insanların toyca kaçamaklarına sığınması yiğitçe dürüstlüğünün alâmetleriydi. Yine de «Var git, yolun açık olsun» deyip salamazdı. Vazifesini tekmil yapmalı, Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşanın azatlısı olaraktan efendisine yaranmalıydı. Alt tarafı bir köle iken azat edilmiş; ömrü uzun olası Sinan Paşa, kölesini azatla da kalmayıp kolbaşı-lığa getirmişti. Yatırtmasının sorgusuna kolbaşı -lık nişanını da bizzat Sinan Paşa takmasa, takarken «Göreyim, nice hizmet edersin» demeseydi, belki de böyle düşünüp kalmaz, Cem Şehzade ile efendisinin arasında bir tercihe kendisini zorlamazdı. Sevmeye Cem Şehzadeyi de seviyordu ya, sırtına çöreklenen vefa borcu yüzünden Sinan Paşayı tercih etmek daha ağır basıyordu. Alimallah hislerine yamulup şu yiğide «uğurlar ola, sağlıkla git, sağlıkla dön, Cem Şehzademize bizden dahi selâm götür» dese, yanındaki kolaltılar yemez, içmez, bir şüphe yumağını çözmeden saldığım Paşaya ulaştırırlar, ulaştırmalarıyla kolbaşı201 CEM SULTAN hk elden gider, nice yıl sonra kavuştuğu hürriyetinden olur, üste belki de canını cellât kütüğüne kordu. Tanımadığı biri için bu tehlikeleri göze almaya değmezdi. Yalana yalan veriştirip, saf yürekliliği başından belli karakulağı kaptığı gibi, yarım konak ötede yer tutmuş Sinan Paşaya koş-turmalıydı. Yüzünün kızarıklığında sakladığı sırrı neyse alınır, münasip görülürse istediği yere yine gönderilirdi. Bunda bir fenalık yoktu. Peki, ama Padişahla oğlu arasına gerilmiş sır köprüsünde tutup bir karakulağı çevirmenin töhmeti ne olacaktı? Yarın vaziyet ulu kulaklara eriştikte, «Aman, bu Sinan Paşanın azatlı kolba-şısıdır» deyip bağışlarlar mıydı? Sinan Paşa, «Bu benim âzatlımdır, ve dahi kolbaşımdır; Allah için, üstüne verilen vazifeyi ifa etmiştir, başkaca günahı yoktur, şefaat oluna,» diyerek af diler, kendisi için el, etek öper miydi? Buna pek ihtimal vermemekle birlikte, sırtındaki vefa yükünün, minnet kamburunun ağırlaştığını, düşündükçe bunaldığını, bunaldıkça işin içinden çıkacak mecali bütün bütün yitirdiğini hissediyordu. Havada kuşların çığlığından, yerde derenin höpürtüsünden başka ses de yoktu. Sessizlik ruhsuz, ama uçsuz bucaksız bir boşluk olup etrafını çevrelemişti. Dipsiz bir kuyuda çırpınıyor, aklından ve kalbinden geçenler, kıyasıya vuruşuyordu.

Arkadaşlarına baktı. Gözlerinde öfkenin, dudaklarında istihzanın envai çeşidini görüp ürktü. Omuz silkti. «Kolaçana çıkmıştık,» dedi, «gel, birlikte dönelim.» CEM SULTAN 121 tââmaP IiŞS, Ağzından güçlükle yuvarlanan her kelime boş luğun uçsuz, bucaksız ve ruhsuz karanlığına takır tukur düştü. Bir karganın ikaz kırbacı koca kavağın yapraklarında şakiadı: «Gaaak!» Dum-rul deresinin suları renk değiştirip koyulaştı, aK taşlara konan köpüklü öpücüklerin hüzünlü kabarıklığı söndü, Yaltırık Bekir’in tepiğine kızan atı yelesini kabartıp kuyruğunu dikerek kişnedi. «Yavaş ol,» dedi Yaltırık Bekir, «Sadrazam ahırından çıkmışlığına bakmaz, kırbaçlarım.» Demesiyle bir pişman, bir helak, bir kavruk susması bir oldu ya, iş işten geçmiş, yine boş bulunup ağzından lâf kaçırmıştı. Belki de duymamışlardı. Göz ucuyla adamları yokladı. Şaşkın bir halleri yoktu. Padişahtan geldiğini söylerken Sadrazam ahırından bahsettiğini duysalar mutlaka şaşırır, şaşırmak da ne, apışır kalır ve türlü türlü sual açarlardı. Bunu yapmadıklarına göre, duymamış olacaklardı. Derenin şırıltısında kelimeler erimiş olmalıydı. Hoş, duysalar bile bulur, buluşturur, bir cevap verirdi.

Belki de atı, bir hizme tine karşılık Sadrazamın armağan ettiğini söylerdi. Olmadık iş değildi ki. Ama yeni bir yalanın daha ağırlığına yüreği dayanabilir miydi? İşte bunu kestiremiyordu. Yalan söylemeye mecbur olmadığı için de seviniyordu. «Huysuzlaşma yavrum,» dedi atına, «nicedir dayandın, biraz daha dayan, uslu ol bakalım.» Adamların peşi sıra sürdü. Sürdü sürmeye de, bir türlü içini sıkan sıkıntıdan kurtulamadı. Bir sebep arıyor, Dersaadet’ten çıkışıyla buraya 221 CEM SULTAN gelişi arasında geçen zaman içinde olanları düşünüp, yüreğini kasnaklara sokan olayın menşeini bulmaya çabalıyordu. Hatırladığı kadarıyla, ucu yüreğine kadar uzanan bir olay yoktu. Peki de bu tedirginlik, bu şüphe saplanması, bu endişe kıvranması neyin nesiydi? Üstelik yol aldıkça da artıyor, kasnak sıkışıyordu. Soluğu daraldıkta bir at boyu önden giden katran bıyıklıya iki tepikte yetişip şüphesini döktü: «Yoldan sapmış olmayalım, şimdiye gelmiş olmalıydık; görünürde ne Hanya var, ne Konya?» «Meraklanma, birazdan Hanya’yı da, Konya’ yi da görürsün. Cem Şehzademiz ava vurgun olduğundan şu sıralar av köşkündedir. Talihin ki. bize rastlamışsın, Konya’ya girip, hava kararmasında yorgun argın av köşküne yol tutman müşkül olacaktı.» «İyi ki,» dedi, sustu.

Aldığı cevap akla yakındı. Şehzadenin av merakını duymuşluğu vardı. Yine de her nasılsa bir terslik olduğunu sanıyor, rahatlamaya çalıştığı halde başaramıyordu. Yol boyunca birkaç kere daha sormaktan kendisini alamadı. Bir sefer de akşam namazını kılma bahanesiyle durmak istedi. Fakat az sonra av köşkünde olacaklarını, namazlarını rahatça kılacaklarını, endişeye mahal olmadığını söylediler. Katran bıyıklı söyledi bunu da. Diğerleri nedense susmayı tercih ediyor, arkadan geldikleri için yüzlerini göremediğinden işaretleşip gülüşmelerini de fark edemiyordu. CEM SULTAN 123 Sarmaya düştüğünde oyuna geldiğini anlar gibi oldu. Yüreğini sıkan kasnak birkaç sıkıştı, sonra gevşedi. «Bu kalleşliktir, Osmanlıya yakışmaz» deyip elini kılıcına attı ya, üstüne çullanan iki zebellânın zoruyla alaşağı oldu. Götürülürken, bir aralık katran bıyıklıyı fark edip «Kalleş,» diye yüzüne bağırma fırsatını ancak bulabildi. Hayret, adamın hiç de sevinir bir hali yoktu. Hattâ ağlar gibiydi. Başını sağ omuzuna yatırmış, dervişane bir teslimiyetle kendisini unutmuştu.

«Kalleş,» diye bağırdığında sadece irkildiğini, ellerini çaresizlikle açıp kıvrandığını, sonra eski haline döndüğünü görebildi. İki koluna girip çekenlerle, arkadan dürtükleyenlere direnmenin mânâ sizliğim nihayet idrak ile yürümeye başladı. «Hah şöyle,» dedi adamlardan biri, «tıpış tıpış gel bakalım.» Söyleyeceklerini tüketmiş, şair özenmesine doldurduğu kelime dağarcığını boşaltmış gibi susuyordu. Bunlara söz anlatmaya kalkışmak bey-hudenin de beyhudesiydi. İyisi, götürüleceği yere gitmek, ancak lâf anlar, söz dinler biriyle karşılaştığında derdini anlatmaya çalışmaktı. Belki de bir yanlışın kurbanıydı. İhtimal ki, Cem Şehzade, topraklarına basan yabancıların huzuruna getirilmeden salınmamasını buyurmuştu. Onu suçlayamazdı. Tedbire tevessül etmesi şarttı. Lâkin adamlarının böylesine haşin olmasını aklına sığdıramıyor, anlatıldığı halim selimiiğiyle bağdaş-tıramıyordu. Ve şüphe kurdu içini kemire kemir e tüketiyordu. 24! CEM SULTAN Ufka baktı. Çoktan devrilen güneşin tutuşan son kızıllığı ufukta çizgilenmiş, yosunlu bir bulanıklıkta gülümsüyordu. «Namazım geçiyor,» dedi orta yere.

Sağ kolundan sıkıca kavrayan pençenin gevşediğini, sonra tekrar sıkıştığını hissetti. «Namazım,» dedi tekrar, «vakit haniyse-yatsıya el veriyor, aman verin de namazımı kılayım.» Sağ kolundaki pençe tekrar gevşeyip sıkıştı, sağındaki adamın soluk soluğa sesini kulağının içinde uğuldar buldu: «Kılarsın, yatsıya vakit var daha, yiğitbaşı-mızla bir buluşuk yapın da hele…» Bir kalabalıktır kaynıyordu ki, av için faz-lacaydı. Şüphe temreni yüreğinin orasına, burasına saplandı yine, kasnak sıkılandıkça sıkılandı. Namazı kaçırma korkusuna verdi, rahatlamayı denedi. Küçük bir kulübenin bahçesine girmişlerdi. Bacasından duman kıvrılıyor, dumanla birlikte insanın içini gıcıklayan bir et kokusu çevreye yayılıyordu. Ağzının sulanmasını yutkundu. Bo-ğazındaki sızıyı tekrar duydu. «Geldik mi?» diye sordu sağ yanındakine. Nedense onu kendisine daha yakın buluyordu. Sağındaki adam, «He ya, geldik,» derken, solundaki aksilenip çekiştirdi, arkadakiler itti: «Ayak direme, kırarım,» dedi biri. Hızla silkinip kurtularaktan ayak kırma heveslisine bir Osmanlı tokadı çekip yere yuvarlama arzusu kafasından geldi, geçti. Vurmaya vuCEM SULTANİ25 rurdu belki, vurunca yıkardı da, ama sonrası yoktu ki. Sonrası it kavağa çıkana kadar dayaklanmak, sille tokat yatıp yerlerde yuvarlanmak; ti.

Milletin gözü önünde böyle bir dayak faslına bulanmak demek, Sadrazamın itibarını iki kalp dirheme indirmek demekti. Ötesi de Cem Şehzadenin huzuruna âsilerden bir âsi olarak girmek demekti. Göze alınacak gibi değildi. Bir anlık yiğitlenmenin üzerine bunca rezilliği çekemezdi. İçerde et kokusunu daha yakından hissetti. Koca sofrayı, sofranın gerisinde yanan ateşte çevrilen bütün kuzuyu, kuzuyu sabırsız bakışlarla yiyen iki kişiyi aynı anda gördü. Bir kişi de ocağın önüne çömelmiş, ateşi canlandırıyordu. Sırtı kapıya dönüktü. Lâvların şavklanması, yan yana oturmuş, gözleriyle kuzuyu yiyen sabırsız iki kişinin yüzlerinde dolanıyordu. İkisi de esmercey-di. Birinin yüzünde ne sakal, ne de bıyık vardı. Biraz daha dikkatli bakınca kaşlarının da olmadığını fark etti. Zayıf, ufak tefek birşeydi. Gözlerini kuzudan ayırmadan konuşuyor, diğeri de dur-, madan baş sallıyordu. Girenleri gördükleri halde sadece şöyle bir dönüp bakmakla yetinmişler, başka hiçbir tepki göstermemişlerdi.

Yaltınk Bekir bunu, yemek öncesi rahatsız edildikleri için kızgınlıklarına vermişti. Gözlerini ondan ona kaydırıyor, yiğitbaşını kestirmeye çalışıyordu. Sonunda sakallı bıyıklı olanında karar kıldı. Maruzatını anlatmaya hazırlandı. Fakat solundaki adam, Yaltırık Bekir’den atik davranıp söze girince, kendisine beklemek düştü. Şimdiye kadar 26|CEM SULTAN sabretmişti, biraz daha sabredebilirdi. Lâkin şu solundaki azman neler de söylüyordu öyle. Karakulağın Padişahtan gelmekte olduğu şüpheliydi, sözleri birbirini tutmuyordu. Ne olur ne olmaz, diye getirmişlerdi. Üst yanı yiğitbaşının bileceğiydi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir