Paul Ricceur, siz her şeyden önce bir yazı adamısınız. Ama yine de bir dizi söyleşi yapmayı ilkece kabul ettiniz. Ne anlama geliyor sizce söyleşi yapmak? Öncelikle şunu söylemek isterim, çok korktuğum bir dil kullanma biçimidir bu, çünkü ben gerçekten bir yazı adamıyım, aynı zamanda da karalayıp düzeltmeler yapan biriyim. Dolayısıyla, genel olarak doğaçlama konuşmaktan uzak dururum. Ama yine de sizin önerinizi kabul ettim. İki nedeni var bunun. Bir kere sizler öncelikle benim en iyi dostlarımın bulunduğu kuşaktansınız: Benim de içinde ilerlemekte olduğum yaşlılık dönemi ile öğretimde artık yüz yüze gelmediğim gençliğe eşit uzaklıkta duran bir kuşaktansınız. Yaşamın orta yerindesiniz ve bana bir yakınlık gösteriyor, eşlik ediyor, hatta nazik dostluğunuzu sunuyorsunuz. Bu türden bir söz alışverişine sizden başkasıyla girmeyi kabul etmezdim. İkinci nedense, doğrudan doğruya söyleşinin yapısıyla ilgili. Yaşamımda bir kez olsun şu karşılıklı konuşmanın, yani daha az denetimli bir söz alışverişine girişmenin tehlikesini göze almak istememle ilgili. Az önce karalamadan söz ettim; bir tür özdenetimdir bu. Öte yandan, sırlardan her zaman uzak durdum. Bizim burada yol alacağımız düzey ise, özdenetim ile sır arasındaki bir orta yol olacak tam anlamıyla; boş bir kâğıtla baş başa kaldığımda karalayıp değiştireceğim, ama özellikle de yazmamış olacağım şeyin ağzımdan çıkmasına izin vermek gibi bir şey bu. Burada söylemek ile yazmak arasında kalan ve bize büyük özgürlük sağlayan bir tür içindeyiz; çünkü bazı geniş söz alanları işlenmemiş halde değilse bile en azından ilk ortaya çıkış, spontane söyleniş halinde bırakılabilirken, bazıları da tersine yeniden kaleme alınabilir. Böylece okurlara, söz ve yazı düzeylerinden oluşan bir çeşitlilik sunulmuş olur. Bu tür bir anlatım biçiminin sağladığı özgürlükle, cesaretle, yazmamış olduğum konular hakkında adeta çarçabuk söz edebilirim; bunları daha önce yazıya geçirmemiş olmamın nedeniyse, düşüncenin genelde yazılarımda önem verdiğim o dile getiriliş tarzına ve kesinliğe ulaşmamış olmasıdır; özellikle estetik deneyim konusundaki düşüncelerin durumu böyledir. Şimdi belki de daha az denetimli bir konuşmanın yararı ortaya çıkacak: Ama buna da okur karar verecek. Aynı kavramlar düzeni içinde kalarak şunu da belirtmek istiyorum: Şimdi hem konuların dağıtılması hem de daha önce yapmamış olduğum yakınlaştırmalar üstünde oynayacağız, sırasıyla. Sözgelimi, her zaman belli nedenlere dayandırmaya çalışarak birbirinden iyice ayrı tuttuğum din ve felsefe alanlarını düşünüyorum. Şimdi, daha özgür olan bu konuşma çerçevesinde, dinsel ile felsefi’nin birbirine geçişiminin, birinin öbürünün sınırını aşmasının yarattığı sorunlarla daha çok ilgileneceğim. Yazı söz konusu olduğunda bu iki alanı daha kararlı biçimde, daha düşünerek birbirinden ayırabilirim; ama yazardan çok insanın ya da her ne olursa olsun yazardaki insanın konuşacağı söz alışverişinde benim eskiden beri düşünme düzenimi oluşturmuş bu türden bir denetimli şizofreniyi tam olarak sürdüremem. Şimdi burada, yaşam düzeni düşünme düzenine üstün gelecek. ■ Sonuç olarak, bu kitaba adım vermiş olan eleştiri ve inanç kutuplarını yazılarınızdakine göre daha sıkı bir ilişki içinde eklemlemeyi göze alacaksınız. Şimdiden söyleyebilirim ki, eleştiri bir yanda, inanç öte yanda olmayacak; içine girdiğimiz ya da hafifçe değindiğimiz alanların her birinde inanç ile eleştirinin, farklı düzeylere göre ince ve ustaca bir kaynaşmasının var olduğunu göstermeye çalışacağım. ■ Öznellik konusunda birçok önemli çalışma yaptınız; [1990’da yayımlanan]* kitabınız da Soi-meme comme un autre (Başkası Olarak Kendisi) başlığını taşıyor. Ama, sizin hakkınızda, yaşamınız ve entelektüel oluşumunuz hakkında pek az şey biliniyor. Çocukluğunuzu nasıl bir ortamda geçirdiniz? 1913’te Valence’ta doğdum; babam orada İngilizce öğretmeniydi. Çocukluğuma yön veren en önemli olay, devletin koruma altına aldığı kimsesiz bir çocuk olmamdı. Babam Birinci Dünya Savaşı’nda, Eylül 1915’teki Marne Muharebesinde ölmüş, ondan birkaç ay önce de annemi kaybetmişim. Çocukluğumla ilgili bir anım var ama, gerçekten bir anı mı yoksa bana anlatılmış şeylerden hareket ederek kafamda kurguladığım bir şey mi bilmiyorum: 11 Kasım 1918, evimizde bir zafer ve sevinç günü olmadı. Trenlerin sevinçle haykıran askerleri taşıdığını anımsar gibiyim ama aynı anda evimizde de bir matem sürüyordu. Çünkü babamın gerçekten ölüp ölmediğini bilmiyorduk: Bize yalnızca kayıp olduğu konusunda bir yazı gelmişti. Cesedi çok sonraları, 1932’de, bir tarlada çalışanlar tarafından bulunmuştu; bunun babama ait olduğu da üzerindeki metal künyeden anlaşılmıştı. Savaş böylece bizler için babamın yasıyla sonuçlanmış oldu; bu nedenle bende sevinçli bir mütareke anısı da yok bir zafer anısı da. Babamın bir fotoğrafını saklıyorum: 1915 yılının başlarında, kullanabildiği tek izin sırasında çekilmiş bir fotoğraf bu; ablam ile beni dizlerine oturtmuş. O zamandan beri bendeki bu imaj hiç sarsılmadı; ama ben yaşlandım ve yavaş yavaş benden daha genç bir baba fikrine alışmak zorunda kaldım. Oysa, başlangıçta, bana göre üstte yer alan, yaşsız bir insan imajı vardı bende. Ama sonunda onu, yaşını giderek aştığım bir genç adam figürü olarak benimsemek durumunda kaldım. Bugün bile hâlâ ebediyen bir genç adam imajında kalmış bu görüntü ile aramda bir bağlantı kurmayı başaramıyorum. Öte yanda, ölülerimiz için yapılmış, üzerinde “Evlatlarımıza” yazılı anıtların karşısında da aynı duyguyu yaşıyorum: Kim bu evlatlar?, diye soruyorum. Anıt tuhaf bir şekilde bir çocuğa bir evlattan söz ediyor; o ’ Söyleşinin yapıldığı tarihe göre “sonuncu kitabınız” diye geçen deyişi bu şekilde değiştirdik, (ç.n.) evlat benim babam; anıtın hitap ettiği bir başka çocuk olan ben ise sürekli yaşlanacak biriyim. Buna benzer bir düşünce biçimini geçenlerde Camus’nün Le Premier Homme’unda (İlk Adam) da okudum. Babamın figürüyle olan bu bağlantı, sonraki yıllarda ortaya çıkacak koşullarla ters yüz olunca, benim için çok önem kazandı. Babamın imajı, bugün hiç onaylamadığım biçimde bir eğitim aracı olarak kullanılmıştı: Bana o yıllarda hep “Ah! Baban seni görebilseydi!” derledi. Bana düşen, var olmayan bir bakışı memnun etmekti; üstelik bu bakış da bir kahramanın bakışıydı. Ama ben, on bir, on iki yaşma doğru, Marc Sangnier yanlısı barışsever bir Katolik olan ev sahibimizin etkisinde kaldım ve onun sayesinde bakış açım bütünüyle değişti: Bu adam, bana “Büyük Savaş”ta Fransa’nın saldırgan taraf olduğunu, Verdun Muharebesi’nden sonra sürdürülen savaşların bir yüzkarası sayılacağını, Versailles Antlaşması’nm bir utanç olduğunu, ve bütün Avrupa’nın bunun bedelini ödediğini “gösterdi”. İşte Hitler’ciliğin yükselişini de ben bu perspektif içinde algıladım. Bu imajın bende büyük etkisi oldu ve Fransa’nın bu açıdan büyük bir sorumluluk taşıdığı fikrini de bütünüyle terk etmiş değilim. Dolayısıyla babam benim gözümde boş yere ölmüştü; bir manevi denetim figürü olmaktan çıkınca da, bu kez savaşa ve babama ilişkin olarak beliren bu yeni görüşle uğraşmam gerekti. ■ Babanız ölünce ne oldu? Ablam ile beni büyükbabam ile babaannem yanlarına aldılar; Rennes’de yaşamaya başladık. Büyükbabam bu şehirde defterdar vekiliydi. Böylece ailemin büyük bir bölümüyle, özellikle de Savoie’lı ve Cenevre’li olan anne tarafımla bağlantım kesilmişti. Dolayısıyla hem öksüz hem de babası savaşta şehit düşmüş bir çocuk olma durumuna, ayrıca bir bölümü görünmez kılınmış bir aileye sahip olma durumu eklenmişti. Karşımda çok geçmeden neredeyse yalnızca büyükbabam ile babaannemi bulmuştum. Evlenmemiş halam da bizim eğitimimizle ilgileniyordu kuşkusuz ama o da büyükbabamların baskısı altındaydı. Bu durum on dört yaşıma kadar, babaannemin öldüğü yıla kadar sürdü. Böyle bir soy kütüğü yapısının hem son derece taşıyıcı hem de son derece travmatik olduğu kuşku götürmez. Taşıyıcıydı, çünkü almış olduğum eğitimin çok güçlü bir etkisi oldu; travmatikti, çünkü anne tarafım görünmez kılınmıştı, beni yetiştiren genç kız da, atasoylu bir figürün koruması altındaydı; ayrıca baba figürü de -kahramanlığı temsil eden, ulaşılamayanın modeli olan, ama çok kısa sürede de tartışma konusu durumuna gelen figür- ortalıkta yoktu. Ara sıra anne tarafından kuzen ve kuzinlerimle karşılaştım; ama bu durum hiçbir zaman annenin yerini doldurmadı. Aslında, anne figürünün ne olduğunu, karımın, çocuklarım tarafından algılanış biçimiyle kavradım. “Anne” sözü çocuklarım tarafından telaffuz edilen bir söz oldu, ama hiçbir zaman benim tarafımdan değil. ■ Ablanızdan söz ettiniz. Evet, bu, çok derinlerde yatan bir şeyle, yıllar sonra bir başka ölümle canlanacak bir şeyle ilgili. Ablam Alice on yedi yaşında vereme yakalanmıştı. 1911 doğumluydu, benden yaklaşık iki yaş büyüktü. Yirmi bir yaşında da öldü, ama gençliği bir bakıma benim gençlik yıllarımın gölgesi altında kalmıştı. Bütün yaşamım boyunca bu konuda vicdan azabı çektim: Çünkü onun, hak ettiğinden daha azma, benimse hak ettiğimden daha fazlasına sahip olduğum duygusu vardı içimde. Bugün de hâlâ ödenmemiş bir borç duygusuyla onun bir haksızlığa uğradığı, bunun sonucunda da kazançlı çıkanın ben olduğum duygusuyla mücadele ediyorum. Bu duygunun üstümde çok önemli bir etkisi oldu: “Ödenmemiş borç” tema’sı yapıtlarımda sık sık gündeme gelen, ayak direyen bir tema olarak kaldı. ■ Neden gençliğinizin onun gençliğini gölgede bıraktığını söylüyorsunuz? Ben çok iyi bir öğrenciydim; o ise öğrenim yaşamında güçlüklerle karşılaşmıştı. Herkes beni överdi, onu ise dikkate alan olmazdı. Kendisi için hiçbir şey istemeyen uysal bir genç kızdı, bütün başarıları benim kazanıyor olmamı hiçbir kırgınlık duymadan kabullenirdi. ■ Peki ya kendini sizin eğitimine adamış halanız? Babamdan on bir yaş küçüktü. Ablamla ve benimle ilgilenme işini üstlendiğinde genç bir kızdı. 1968’de öldü; yaşamının son on yılını bizlerle birlikte geçirdi. Görüldüğü gibi çocukluğumu ve ilk gençliğimi, kitap okumanın önemli bir yer tuttuğu, yaşlılardan oluşan bir aile ortamında geçirdim: Çok az oyun oynar, çok fazla kitap okurdum, öyle ki okul benim için bir disiplinden çok bir teneffüs oldu. Okullar açılmadan önce ve son derece ağırbaşlı bir havada geçen yaz tatillerinde, çok kısa süre içinde, bütün ders kitaplarını yutmuş olurdum: Okula gitmek daha çok bir eğlence oluyordu benim için, hem zaten okulda da epeyi haylazlık ediyordum. ■ Okuma zevki sizde nasıl oluştu? Büyükbabanızla babaanneniz mi aşıladı bu zevki size? Hayır, okuma zevkini kendi kendime edindim. Kitapçılarda çok zamanım geçiyordu. Kitap sayfası kenarlarının kesilmiş olmamasının yarattığı güçlüğe rağmen sayfaları atlayarak ya da aralayıp yandan bakarak okuyorduk… ■ Okuma zevkini keşfettiğiniz yıllarda sizi etkilemiş kitapları anımsıyor musunuz? On iki ile on beş yaşlar arasında çok çok Jules Verne ve Walter Scott okudum; daha sonra lise ikide Dickens, Rabelais, Montaigne, Pascal; lise üçte ve ardından felsefe sınıfında Stendhal, Flaubert, Tolstoy, özellikle de Dostoyevski okudum. Dostoyevski beni her zaman büyüledi! ■ Protestanlığa bağlı olduğunuzu hiçbir zaman gizlemeye çalışmadınız. Rennes’deyken bulunduğunuz ortamda din ağır basıyor muydu? Baba tarafım Reform dönemine kadar uzanan çok eski bir Protestanlığın iki ayrı yöresindendi: Babaannem Beam’lıydı, büyükbabam ise Normandiya’nın Luneray kasabasından. Luneray, Reform geleneğinin XVI. yüzyıldan beri sürekli yaşandığı ve göç- lerden ya da zoraki din değiştirmelerden pek etkilenmediği ayrı bir yerdi sanki. Büyük dedem kumaş dokuyan bir zanaatkârdı, ürününü Dieppe pazarına giderek satardı. Dokuma zanaatı Rouen’daki dokuma sanayisi nedeniyle çok büyük zarara uğrayınca, ailenin bir bölümü emekçi oldu, bir bölümü de kamu görevini seçti. Büyükbabam Protestan ilkokulunda öğretmen olarak görev yapmaya başladı. Protestan Kiliseleri okullarını devlete devredince de defterdarın sekreterliği görevini üstendi. Calvin’ci Protestanlara özgü bu güçlü gelenek tarih içine iyice kök salmıştır. Büyükbabamın ailesi liberal bir Protestanlığa yönelirken, babaannemin tarafı daha çok Protestanlığın gizemci bir koluna, piyetizme yönelmişti. Bunda Darby’ciler1 diye adlandırılan oldukça yobaz kişilerin etkisi olduğunu da sanıyorum. Ama anılarım çok kesin değil. Aslına bakarsanız, içinde yaşadığım dinsel çevre, aile çevreme göre hiç kuşkusuz daha dışa açıktı: Aile çevresi özellikle benim için bir sığmaktı, bir güvenlik ortamıydı.
Paul Ricoeur – Eleştiri ve İnanç; F. Azouvi ve M. de Launay İle Söyleşi
PDF Kitap İndir |