Jeffery Deaver – Seytanin Gozyasi

imzasız bir mektubun iyice incelenmesi, bu mektubu yazmış olabilecek kişilerin sayısını azaltır ve bazı kişiler üzerindeki soru işaretini de hemen ortadan kaldırır. Bir noktalı virgülün kullanımı ya da kesme işaretinin doğru kullanılmış olması da bazı kişileri temize çıkarabilir. OSBORN VE OSBORN BELGE İNCELEME OFİSİ BiR Mezarcı kente gelmişti. Mezarcı’nın dış görünüşü sıradan bir insanın-kinden farksızdı. O da sokaklarda yürürken rutubetli Kasım soğuğundan daha az etkilenmek için herkesin yaptığı gibi sırtını kamburlaştırıp başını iyice omuzlarının arasına çekmişti. Ne uzun boyluydu, ne kısa. Şişman değildi, ama zayıf da değildi. Koyu renk eldivenlerinin içindeki parmakları belki kısa ve kalındı, belki de değildi. Ayakları dışarıdan bakıldığında büyüktü, ama belki de sadece ayakkabıları büyük olduğu için öyle görünüyordu. Gözlerine baktığınız zaman dikkatinizi çeken şey şekli ve rengi değil, pek insan gibi bakmamasıydı ve eğer siz ona bakarken o da size bakacak olursa, o gözler göreceğiniz son şey olabilirdi. Siyah ya da lacivert renkli uzun bir palto giymişti. Günün en kalabalık saatinde Washington D.C. sokaklarında yürüyen onca insandan bir tekinin bile dikkatini çekmiyordu. Mezarcışehirdeydi ve o gün yılbaşı arifesiydi.


Elinde bir Fresh Fields alışveriş torbası taşıyan Mezarcı, çiftlerden, bekârlardan ve ailelerden meydana gelen kalabalığın arasından ustalıkla geçerek yürümeye devam etti. İleride metro is- tasyonunu gördü. O, tam sabah saat dokuzda orada olmasını söylemişti. Onun dediğini yapacaktı. Mezarcı asla geç kalmazdı. Muhtemelen iri olan elinde taşıdığı torba ağırdı. Yaklaşık beş kilo ağırlığındaydı ama nasıl olsa Mezarcı otel odasına dönün-ceye kadar epeyce hafifleyecekti. Adamın biri yanlışlıkla ona çarptı ve gülümseyerek, “Özür dilerim,” dedi, ama o bakmadı bile. Mezarcı kimseye bakmaz, kimsenin de kendisine bakmasını istemezdi. “Yüzünü hiç kimseye gösterme…” Klik. “Başını başka yöne çevir. Sakın unutma.” Unutmadım. Klik. Işıklara bak, diye düşünüyordu, şu… klik… yeni yıl süslemelerine bir bak.

Bayraklardaki tombul bebekler, komik süslemeler, komik ışıklar… hepsi ne kadar hoştu. Burası paranın, sanatın, gençlerin ve modanın merkezi Du-pont Meydanı’ydı. Mezarcı bunu biliyordu ama ona yapması gereken şeyleri söyleyen adam Dupont Meydanı’ndan bahsettiği için biliyordu sadece. Metronun girişine ulaştı. Sabah hava kapalıydı. Kış mevsiminden dolayışehrin üzerine puslu bir hava Page 1 çökmüştü. Mezarcı böyle günlerde karısını düşünürdü. Pamela karanlığı ve soğuğu sevmezdi, bu yüzden de… klik… Pamela ne yapardı? Tamam. Kırmızı çiçekler ve sarı çiçekler ekerdi. Metroya doğru bakarken gördüğü bir tabloyu anımsadı. Bir gün Pamela ile birlikte bir müzeye gitmişlerdi. Duvarda eski bir tablo görmüşlerdi. Pamela, “Korkunç. Haydi gidelim,” demişti. Cehennemin kapısını gösteren bir resimdi.

Metronun giriş tüneli on sekiz metre ileride yerin altında gözden kayboluyordu. Yürüyen merdivenler yolcuları indiriyor, çıkarıyordu. Aynı resimde olduğu gibi. Cehennemin kapısı. Etraf kısa saçlı evrak çantalı kadınlar ile spor çantalı ve cep telefonlu genç adamlarla doluydu. Ve alışveriş torbasıyla Mezarcı da onların arasındaydı. Belki şişmandı, belki zayıf. O da senin benim gibi görünüyordu. Onu hiç kimse fark etmiyordu. Bunun nedenlerinden biri de işini çok iyi yapmasıydı. Geçen sene ona yapması gerekenleri söyleyen adam, “Sen en iyisisin,” demişti. “Sen… klik, klik… en iyisisin.” Mezarcı saat 08:59’da yürüyen merdivenin aşağı inen kolunun tıklım tıklım kalabalık üst sahanlığına doğru yürüdü. Elini torbasına soktu ve belki bir Uzi, belki bir Mac-10, belki de bir Intertech olan ama kesinlikle beş kilogram ağırlığındaki ve 100 adet 0,22’lik uzun tüfek mermisiyle dolu bir şarjör takılı silahının kabzasını kavradı. Canı fena halde çorba içmek istiyordu ama bu isteğini bastırdı.

Çünkü o… klik… en iyisiydi. Gözlerini onları cehenneme götürecek yürüyen merdivenin başında sıralarını bekleyen insanlardan uzağa dikti. Çiftlere, telefonlu adamlara, saçları Pamela’nın gittiği sosyete berberlerinin elinde çıkmışa benzeyen kadınlara bakmadı. Ailelere bakmadı. Alışveriş torbasını herhangi birinin yapacağı gibi sıkıca göğsüne bastırmıştı. Bir eli torbanın içinde, silahı her ne idiyse onun kabzasındaydı. Diğer eli de. dışarıdan, insanların içinde Fresh Fields’ten alınmış bir ekmek somunu olduğunu sanabilecekleri, ama aslında pamuk ve kauçuktan yapılmış el yapımı bir susturucu takılı bir silahtan başka bir şey bulunmayan torbayı sıkı sıkıya kavramıştı. Aslında Fresh Fields’in ekmeği çorbanın yanında çok iyi olurdu. Saati bipledi. 09:00. Tetiği çekti. Yürüyen merdivendeki yolcuların üzerine bir mermi sağanağı boşandı ve insanlar bu yaylım ateşi altında öne doğru sendelediler. Silahın boğuk tarakası aniden yükselen çığlıklar arasında duyulmaz oldu. Page 2 “Aman Tanrım!… Şuraya bak!… Ah, Tanrım!… Neler oluyor!… Yaralandım!… Ayakta duramıyorum!…” Tak-tak-tak, İnsanlara isabet etmeyen mermiler sert metal ve granit duvar kaplamalarından sekerek korkunç bir gürültü çıkarıyordu.

Bağırış çağırış ayyuka çıkmıştı. Vurulanların çıkardığı gürültüyse çok daha azdı. Herkes neler olduğunu anlayamadan etrafına bakmıyordu. Mezarcı da etrafına bakmıyordu. İnsanlar çatık kaşlarla etrafa bakmıyordu. O da öyle. Kimsenin aklına aralarında kendisinin de bulunduğu kalabalığa ateş edildiği gelmiyordu. Herkes önce birinin düştüğünü, bunun da yürüyen merdivendeki insanların tümünün zincirleme bir reaksiyonla yere yuvarlanmasına neden olduğunu düşünüyordu. Kurbanların ellerindeki telefonlar, evrak çantaları, spor çantaları gürültüyle yerlere saçılıyordu. Yüz mermi birkaç saniye içinde tükendi. Hiç kimse diğerleri gibi etrafına bakman Mezarcı’nın farkına varmadı. Onun bakışları da hiddetliydi. “Ambulans çağırın! Polis! Polis çağırın! Tanrım bu kızın yardıma ihtiyacı var, birisi yardım etsin, bu adam ölmüş! Tanrım, Ulu Tanrım! Kızın bacakları, kızın bacaklarına bakın, bebeğim, bebeğim…” Mezarcı dibinde kurşunların ufak bir delik açtığı alışveriş torbasını kucağından indirdi. Tüm mermi kovanları torbanın içindeydi. Sıcak kovanlar.

“Durdurun, merdiveni durdurun, ah Tanrım! Biri merdiveni durdursun, eziliyorlar…” Bağırışlar böyle sürüp gidiyordu. Mezarcı bakıyordu, çünkü herkes bakıyordu. Ama cehennemin içini görmek güçtü. Aşağıda insanlar birbirleri üzerine yığılıyor, insan yığını gittikçe büyüyor, kıvranıyordu… Bazıları canlı, bazıları ölüydü. Bazıları merdivenin dibinde gittikçe büyüyen yığının altından can havliyle kurtulmaya çalışıyordu. Mezarcı kalabalıktan kolayca sıyrılıp geriye çekildi ve gitti. Ortadan kaybolma konusunda çok iyiydi. Ona yapması gerekenleri söyleyen adam, “Gideceğin zaman bir bukalemun gibi hareket etmelisin,” demişti. “Bukalemunun ne olduğunu biliyor musun?” “Bir tür kertenkele.’ “Doğru.” “Rengini değiştiriyor. Televizyonda görmüştüm.” Page 3 Mezarcı kalabalık kaldırım boyunca yürüdü. İnsanlar bir o yana bir bu yana koşuşuyordu. Komikti.

Komik… Kimse Mezarcı’nın farkına varmamıştı. Sana, bana ya da tahtadan yapılmışa benzeyen kişiliksiz bir adamdı. Yüzü sabah göğü gibi aydınlık ya da cehennemin kapısı gibi karanlık bir adamdı. Yavaş yavaş yürürken oteli düşünüyordu. Otele varınca silahını dolduracak, pamuk liflerini sararak tekrar bir susturucu yapacak, bir şişe su ve bir kâse çorba alıp rahat koltuğuna kurulacaktı. Öğlenden sonraya kadar oturup keyfine bakacak ve eğer ona yapması gerekenleri söyleyen adam aksini içeren bir mesaj bı-rakmamışsa yine siyah ya da lacivert uzun paltosunu giyip dışarı çıkacaktı. Ve her şeyi yeni baştan yapacaktı. Bugün yılbaşı arifesiydi. Ve Mezarcışehirdeydi. Ambulanslar ve kurtarma görevlileri metro istasyonunun girişindeki korkunç insan kıyımına müdahale etmek için son hızla Dupont Meydanı’na ulaşmaya çalışırken, Gilbert Havel olay yerinden üç kilometre uzaktaki Belediye Binası’na doğru yürüyordu. Havel Dördüncü Cadde ile D Caddesinin köşesinde, kış uykusuna yatmış bir akça ağacın yanında durdu ve elindeki zarftan çıkarttığı mektubu son bir kez daha okudu. Belediye Başkanı Kennedy, Son bu gece. Mezarcı iş başında ve onu durdurma yolu yok. Eğer ödeme yapmazsanız, yine öldüricek. Dörtte, 8’de ve gece yarısı.

$20 milyon dolar nakit istiyorum. onu bir çantaya koyun ve Bethway’in batısındaki 66 no’lu karayolunun üç kilometre güneyine onu bırakım, Tarlanın ortasına. Saat 12:00’ye kadar parayı bana ödeyim. Mezarcı’yı durdurmayı bir tek ben bilirim. Eğer beni tutuklarsanız, öldürmeye devam eder. Eğer beni öldürürseniz, öldürmeye devam eder. Eğer benim gerçek olduğumu düşünmüyorsanız, Mezarcı’nın kurşunlarındna bazıları siyah boyalı. Bunu bir tek ben biliyorum. Havel bunun herhangi birinin düşünebileceğinden çok daha mükemmel bir plan olduğuna karar verdi. Planın tamamlaması aylar sürmüştü. Polisin ve FBI’ın yapabileceği tüm hamleler önceden tek tek hesaplanmıştı. Bu bir satranç oyunuydu. Bu düşünceyle neşelenip mektubu tekrar zarfa koydu, zarfı kapattı ama yapıştırmadı ve cadde boyunca yürümeye devam etti. Havel yürürken sırtını kamburlaştırıp başını aşağı doğru indirdi. Böyle yaparak iki metreye yaklaşan boyunu gizlemeye çabalıyordu.

Aslında dimdik ve insanlara tepeden bakarak yürümeyi tercih ettiğinden bu şekilde davranmak ona zor geliyordu. Güvenlik önlemleri Belediye Binası gibi yasaları temsil eden bir yer için gülünç denecek kadar azdı. Garip taş binanın giriş kapısının önünden geçip madeni parayla çalışan gazete otomatının önünde dururken hiç kimse ona dikkat etmedi. Zarfı otomatın içine bıraktı ve yavaşça geri dönüp E Caddesine doğru yürüdü. Page 4 Yılbaşı arifesi için oldukça ılık bir hava, diye düşünüyordu. Havada çürümüş yaprak ve nemli ahşap kokusu vardı. Koku, aniden çocukluğunun geçtiği evi acıyla hatırlamasına ve tanım-layamadığı bir özlem duymasına neden oldu. Köşedeki paralı telefon kabininin önünde durdu, makineye bozuk para attı ve bir numara çevirdi. Telefon açıldı. “Belediye. Güvenlik.” Havel telefon ahizesinin yanına bir teyp koydu ve çalıştırdı. Teypten yükselen bilgisayarda hazırlanmış bir ses, “Zarf binanın önünde. Gazete otomatının içinde. Onu hemen okuyun.

Metrodaki cinayetlerden bahsediyor,” dedi. Ahizeyi yerine koydu, caddenin karşısına geçti, teybi karton bir kutunun içine koydu ve kutuyu bir çöp tenekesine attı. Havel biraz ilerideki bir kafeye girdi ve Belediyenin girişi ile gazete otomatını rahatça görebilecek şekilde, pencere kenarına yerleşti. Zarfın alındığından emin olmak istiyordu. Daha ceketini çıkartmadan zarfın alındığını gördü. Aynı zamanda Belediye Baş-kanı’na kimin tavsiye vermeye geleceğini ve gazetecilerin meydana çıkıp çıkmayacağını da görmek istiyordu. Garson hemen yanıbaşında bitti. Havel bir kahve ve mönüdeki en pahalışeyi ısmarladı. Bir biftekli sandviç. Neden olmasın? Yakında çok zengin bir adam olacaktı. İKİ “Baba bana Kayıkçıyı anlatsana.” Parker Kincaid durakladı. Yıkadığı çelik tavayı tezgâhın üstüne bıraktı. Çocukların sorduğu hiçbir şeyden korkmamayı, daha doğrusu en azından korktuğunu belli etmemeyi öğrenmişti. Ellerini kâğıt havluyla kurularken oğluna gülümsedi.

Dokuz yaşındaki oğluna, “Kayıkçıyı mı?” diye sordu. “Pekâlâ. Neyi öğrenmek istiyorsun?” Parker’ın Fairfax Virginia’daki evinin mutfağını pişmekte olan yemeğin mis gibi kokusu sarmıştı. Soğan, adaçayı, biberiye. Oğlan pencereden dışarıya baktı. Hiçbir şey söylemedi. Parker, “Devam et,” diye cesaretlendirdi onu. “Söyle bana.” Robby sarışındı ve annesinin mavi gözlerini almıştı. Mor bir tişört ile belinde Ralph Lauren kemeri olan açık kahverengi bir pantolon giyiyordu. Kafasında horoz ibiği gibi her zaman geriye doğru yatan bir tutam saç bu sabah sola doğru düşmüştü. Oğlan, “Yani,” diye başladı, “onun ölmüş olduğunu ve her şeyi biliyorum ama…” Parker, “Doğru,” dedi ve başka bir şey söylemedi. (“Asla çocuklara sordukları sorunun cevabından fazlasını söyleme.” Her gün başvurmak zorunda kaldığı Bekâr Ebeveynin Elkitabı’nda sözü edilen kurallardan aklında bir tek bu kalmıştı.) “Dışarıda… bazen ona benziyor.

Yani, dışarı bakıyorum ve onu gördüğümü sanıyorum.” “Sen böyle şeyler hissedince ne yapacaktık?” Oğlan ezberden okur gibi, “Ben kılıcımı kuşanıp kalkanımı ve miğferimi takacaktım,” diye yanıtladı, “ve karanlıksa ışığı açacaktım.” Page 5 Parker ayakta dikilmeyi sürdürdü. Genelde çocuklarıyla böyle ciddi konuşmalar yaparken ayakta durmaz, onların göz hizasında olmaya dikkat ederdi. Ama konu Kayıkçı olduğunda terapist Parker’a, oğlanın güçlü ve koruyucu bir ebeveynin yanında kendini emniyette hissedeceğini söyleyerek ayakta kalmasını önermişti. Ve Parker Kincaid’de insanlara güven telkin eden bir şey vardı. Kırk yaşındaydı, boyu 1,80’in biraz üzerindeydi ve vücudu üniversite yıllarında olduğundan daha da biçimliydi. Bunu aerobiğe ve sağlık kulüplerine değil, sadece iki çocuğunun futbol, basketbol ve frizbi maçlarıyla, her pazar düzen’i olarak birlikte koşmalarına borçluydu. (Parker aslında ancak onlar parkta bisikletleriyle bir tur attıktan sonra çocuklarını yakalayabiliyordu.) “Onu gördüğünü sandığın yere bir bakalım, tamam mı?” ‘Tamam.” “Kalkanın ve miğferin nerede?” “Burada.” Oğlan eliyle hafifçe başına vurdu ve sol kolunu bir şövalye gibi kaldırdı. “Bu iyi işte. Ben de benimkileri kuşanayım.” Parker oğlanın el kol hareketlerini taklit etti.

Beraberce arka kapıya doğru yürüdüler. Robby, “Bak, işte şu çalılar,” dedi. Parker, Washington D.C.’nin otuz kilometre kadar batısında, eski yerleşim alanındaki çeyrek hektarlık bahçesine doğru baktı. Bahçe genelde çimenlikti ve yer yer çiçek tarhları vardı ama arazinin dip tarafında her sene budanmalarına karşın hızla yeni- den büyüyen karmakarışık bir yığın halinde kar çiçekleri, asma ve sarmaşıklar vardı. Biri gözlerini kısarak baktığında elbette bu bitkileri insan zannedebilirdi. Parker, “Hortlak gibi görünüyorlar,” diyerek kabullendi. “Ama biliyorsun çok uzun zaman önceydi.” Sadece bodur çalılardan korkmuş olduğunu söyleyerek oğlanın korkusunu hafife almayacaktı. Ama Robby’nin o olayın artık geçmişte kaldığını kabullenmesini de istiyordu. “Biliyorum. Ama…” “Ne kadar zaman önceydi?” Robby, “Dört sene,” diye cevap verdi. “Bu uzun bir süre değil mi?” “Oldukça uzun… Sanırım.” “Göster bana.

” Parker kollarını iki yana açtı. “Bu kadar mı?” “Belki.” “Sanırım daha uzun.” Kollarını iyice açtı. “Braddock Gölü’nde yakaladığımız balık kadar uzun mu?” Oğlan gülümsemeye başlayarak kendi kollarını yana açtı, “Bu kadar uzun,” dedi. Page 6 “Bu kadar uzun.” Parker sözümona hiddetle kaşlarını çattı. “Hayır, hayır. Bu kadar uzun.” Oğlan ellerini yukarı kaldırmış ayaklan üzerinde sekerek dans ediyordu. Parker, “Daha uzun!” diye takıldı. “Daha uzun.” Robby mutfağın bir ucuna koşup bir kolunu kaldırdı. Sonra diğer ucuna koştu ve diğer kolunu kaldırdı. “Bu kadar uzun!” Parker, “Bir köpek balığı kadar uzun,” diye bağırdı.

“Hayır, bir balina. Hayır, dev bir ahtapot kadar. Hayır, tamam, buldum. Bir Sorguçlu Mazurka!” Bu, Bir Hayvanat Bahçem Olsaydı adlı filmdeki hayvanlardan biriydi. Robby ve Stephie Dr. Seuss’u seviyorlardı. Morton’un Duyduğu Ses’teki yaratıklardan esinlenen Parker onlara “Yaratıklar” adını takmıştı. Kitap Pooh’un pabucunu dama atmış, çocukların gözdesi haline gelmişti. Robby ile evin içinde birkaç dakika kovalamaca oynadıktan sonra Parker oğlanı kollarının arasına aldı ve gıdıklamaya başladı. Nefes nefese, “Biliyor musun, ne yapacağız?” diye sordu. “Ne?” “Yarın bütün o çalıları keseceğiz!” Oğlan hemen, “Testereyi ben kullanabilir miyim?” diye sordu. Parker, fırsatı hiç kaçırmıyorlar, diye düşünerek kendi kendine gülümsedi. “Bakalım.” “Peki!” Robby elektrikli aleti kullanmanın hayaliyle, Kayıkçı ile ilgili anılarını unutmuştu. Mutfaktan çıkıp üst kata koştu.

Parker iki kardeş arasında hangi Nintendo oyununun oynanacağı konusunda hafif bir çekişme geçtiğini duydu. Görünüşe bakılırsa Stephanie kazandı ve Mario Bross’un kahkahaları evi doldurdu. Parker’ın gözleri arka bahçedeki çalılıklar üzerinde dolaştı. Kayıkçı ha?… İtiraz edercesine başını iki yana salladı. Kapı zili çaldı. Oturma odasına bir göz attı ama çocuklar zili duymamışlardı. Gidip kapıyı açtı. Çekici kadın, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle karşısında duruyordu. Küpeleri kısa ve küt kesilmiş biçimli saçlarının altından sarkıyordu. Sarı saçlarının rengi güneşin etkisiyle daha da açılmıştı. (Stephanie’nin saçları Parker’ınki gibi kahverengiye yakınsa da, Robby’nin saçları rengini ondan almıştı.) Teni kusursuz denebilecek ölçüde bronzlaşmıştı. Parker yarım ağızla, “Merhaba,” diyerek kadının arkasından dışarıya bir göz attı ve araba yolunda duran bej rengi Cadillac’ı gördü. Motoru hâlâ çalışıyordu. Richard direksiyondaydı ve Wall Street Journal okuyordu.

“Selam Parker. Dulles’a daha yeni indik.” Kadın ona sarıldı. “Neredeydiniz?…” Page 7 “St. Croix. Harikaydı. Canım, sakin ol biraz. Şu senin vücut dilin yok mu?… Sadece bir dakikalığına uğradım.” “İyi görünüyorsun Joan.” “Kendimi iyi hissediyorum. Gerçekten iyi hissediyorum. Aynışeyi senin için söyleyemeyeceğim Parker. Çok solgun görünüyorsun.” “Çocuklar üst katta…” Onlara seslenmek için döndü. Joan, “Hayır… gerekmez,” diyecek oldu, ama Parker, “Robby, Stephie!” diye seslenmiş bulundu.

“Anneniz burada.” Basamaklar gümbürdedi. Yaratıklar hızla köşeyi döndüler ve Joan’a doğru koştular. Joan gülümsüyordu ama Parker onun çocukları çağırmasına bozulduğunu sezdi. “Anne simsiyah olmuşsun,” diyen Stephie’nin saçı Spice Girl gibi karmakarışıktı. Robby ise kanatlı bir meleğe benziyordu. Stephanie’nin uzun, ciddi ifadeli bir yüzü vardı. Parker on iki-on üç yaşına geldiğinde onun, erkeklerin gözünü korkutacak derecede zeki bir görünümü olacağını umut ediyordu. Robby kaşlarını çatarak, “Neredeydin anne?” diye sordu. “Karayipler’de. Babanız size söylemedi mi?” Göz ucuyla Parker’a baktı. Evet, söylemişti. Joan çocukların seyahat planlarından haberdar oldukları halde neden sinirli olduklarını anlayamamıştı ama asıl neden Noel’de Virginia’da olmamasıydı. “Tatiliniz iyi geçti mi?” “Buz hokeyi oyunu aldık. Bu sabah Robby’i üç kez yendim.

” “Ama ben de topu arka arkaya dört kez kazandım! Bize bir şey getirdin mi?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir