Jenny Lawson – Hiç Olmamış Gibi Yapalım

Bu kitap gerçek olmayan kısımları dışında tamamen gerçektir. Tıpkı Little House on the Prairie* gibi ama daha küfürlü. Şu anda “Ama Little House on the Prairie tamamen gerçektil” diye düşündüğünüzü duyabiliyorum, fakat ne yazık ki bu doğru değil. Laura Ingalls yazdıklarının doğruluğunu kontrol eden, kimsesi olmayan, takıntılı bir yalancıydı ve eğer hâlâ hayatta olsaydı annesi “Laura’nın ‘ben-kırda-küçük-bir-kızım’ hikâyesini nereden uydurduğunu bilmiyorum. Biz, teyzesi Frieda ve alnına çamaşır suyuyla bir yıldırım dövmesi yapmaya çalışırken kör ettiği köpeğimiz Marie ile New Jersey’de yaşıyorduk. Bizim, ‘toprak altında bir kulübede yaşadığımız’ fikrini nereden edindiği konusunda en ufak bir fikrim yok; tabii onu bir defa Carlsbad Mağaraları’na götürmüşlüğümü saymazsak/’ derdi. İşte tam da bu nedenle ben Laura Ingalls’tan daha iyiyim. Çünkü benim hikâyem yüzde doksan doğru ve ben gerçekten de yeraltında bir kulübede yaşadım”. Bu anı * Laura Ingalls Wilder tarafından yazılan, 1932 ile 1943 tarihleri arasında yayımlanan çocuk kitaplarıserisi, -çn ** Aslında hiçbir zaman bir yeraltı kulübesinde yaşamadım. Ama bir defasında gerçekten de Carlsbad Mağaraları’na gitmiştim. kitabının tamamen gerçek olmaktansa çoğunlukla gerçek olmasının nedeniyse mahkemelik olmaktan hiç hazzetmiyor olmam. Aynı zamanda ailemin şöyle diyebilmesini istiyorum: “Haa o hiçbir zaman gerçekleşmedi. Tabii ki kızımızı sekiz yaşındayken hareket halindeki arabadan dışarı atmadık. Bu tam olarak gerçek olmayan çılgınca şeylerden biri.” (Ve haklılar da çünkü gerçekte dokuz yaşındaydım.) Annemin kucağında otururken babam keskin bir şekilde sola döndü, kapı açılıverdi ve ben de yavru kedilerle dolu bir çuval gibi dışarı fırladım. Annem beni kolumdan yakalamayı başardı, ki babam arabayı durdurmuş olsaydı bunun bana çok yararı olacaktı, ama ya dışarı fırladığımı fark etmediğinden ya da koşarak arabanın hızına yetişebileceğimi düşündüğünden durdurmadı ve bacaklarım şırınga ve kırık camla döşendiğinden emin olduğum bir otoparkın zemininde sürüklendi. (Bu deneyimden üç tane ders çıkardım. Bir: 70lerin sonlarında üretilen araçlarda çocuklar için kayda değer güvenlik önlemleri bulunmuyordu. İki: Her zaman yetkililer gelmeden olay yerinden ayrılmalısınız çünkü sadist bir ambulans görevlisinin yara berelerinizin üstüne süreceği portakal rengi tıbbi asit, bir arabanın arkasında sürüklenme sonucu edinebileceğiniz herhangi bir yaradan daha fazla canmızı yakacaktır. Ve Üç: “Beni arka koltuğa getirtmeyin!”, babanız dört saat boyunca çığlık atan iki çocukla araba kullandıktan sonra bir anda çok sessizleşmediği sürece boş bir tehdittir, ki böyle bir sessizlik durumunda kapınızı kilitlemeli ya da en azından kafanızı kollarınızın arasına alıp yuvarlanmayı aklınızda tutmalısınız. Babamın beni isteyerek hareket halinde olan bir arabadan attığını söylemiyorum; demek istediğim o noktada bir fırsat vardı ve babam kendisine güyenilmemesi gereken tehlikeli bir adamdır.) 1 Bu girişin neredeyse yarısının uzadıkça uzayan bir parantez olduğunu fark ettiniz mi acaba? Bu boku kitabın geri kalanında da yaptım. Bundan ötürü ve sizi rahatsız edecek bir şeyler söylediğim için şimdiden özür dilerim. Çünkü kitabın ilk yarısında, Hitler, kürtaj ve yoksullukla ilgili utanmaz esprilere gülüp şakadan anlamayı öğrenmesi gereken, osuruktan nem kapan zavallılar karşısındaki üstünlüğünüzün tadını çıkarırken bir anda sizin hassas olduğunuz bir konuyla karşılaşacaksınız. Sizden başka herkes kasıklarını tuta tuta gülerken siz kendi başınıza “Bu kadarı da fazla, insan haddini bilmeli,” diye düşünüyor olacaksınız. Sizi rahatsız eden şey nedeniyle sizden özür dilerim. Hakikaten bunu yazarken kafam neredeydi bilmiyorum. Üç Yaşında Bir Kundakçıydım Bana İsmail de. Beni bu şekilde çağırırsan yanıt vermem çünkü adım bu değil ama bana takılan isimlerin çoğundan daha uygun. “Bana ‘çok-fazla-“sik”-diyen-tuhaf-kız'” demek tahminen daha doğru ama “İsmail” kulağa daha klas geliyor ve orijinal olarak yazdığım cümleden çok daha saygın bir açılış cümlesi, ki o cümlede nasıl Starbucks’ta jinekologuma rastladığımı ve onun beni hiç tanımıyormuşçasına yanımdan geçip gittiğimi anlatıyordum. Onun böyle yapması sonucunda da hastaların yanından geçip gitmenin hastaların rahatsız olmasını engellemek için kullanılan bilinçli bir taktik mi olduğu yoksa jinekologumun vajinam olmadan beni gerçekten tanıyamadığı mı konusunda merak içinde kaldım. Her halükarda, vajinanın içini bilen birisinin orada bulunduğunu fark etmemesi son derece rahatsız edici. Aynı zamanda “vajinam olmadan” derken, vajinamın o sırada yanımda olmadığını söylemek istemediğimi belirtmek isterim. Tek söylemek istediğim ee yani… Star-bucks’tayken vajinamı sergilemedigimdi. Bunu büyük ihtimalle zaten anlamışsınızdır ama yine de net bir şekilde ifade etmek istedim çünkü bu henüz ilk bölüm ve benim hakkımda fazla bir bilginiz yok. Yani konuyu tamamen netleştirmek için belirtmek isterim ki vajinam hep ya-nımdadır. Tıpkı American Express kartım gibi. (Kartı kullanarak bir şeyler satın alırım anlamında değil, onsuz evden çıkmam anlamında.) Bu kitap beni ve lösemiyle mücadelemi anlatan gerçek bir hikâyedir (spoiler alarmı). Kitabın sonunda ölüyorum, dolayısıyla sadece bu cümleyi okuyup kitabın tamamını okumuş gibi yapabilirsiniz. Ne yazık ki bu kitabın içinde bir yerde gizli bir sözcük var ve kitabın tamamını okumazsanız gizli sözcüğü bulamazsınız. O zaman da kitap kulübünüzün üyeleri bu paragraftan sonra kitabı okumayı bıraktığınızı, büyük ve şişko bir yalancı olduğunuzu anlarlar. Peki, peki tamam. Gizli sözcük “Sgosisler”. Son. Hâlâ burada mısınız? Güzel. Çünkü gizli sözcük aslında “Sgosisler” değil ve ben daha “löseminin” nasıl yazıldığını bile bilmiyorum. Bu kitabı gerçekten kimin okuduğunu anlamak için kullanabileceğin özel bir test. Kitap kulübünüzden birileri Sgosisler veya lösemi sözcüklerine sadece değinse bile, o kişiler yalancıdır, onları kulüpten atmanız gerekir. Bu kişileri kulüpten atmadan önce bir de üstlerini aramanız iyi olur çünkü gümüş takımlarınızın bir kısmını aşırmış olabilirler. Gerçek gizli sözcük “çatal”/ Ne\v York’ta yoksul siyah bir kız olarak büyüdüm. Sadece siyah” yerine “beyaz”, “New York” yerine “Tek-sas kırsalı” sözcüklerini koymalısınız. “Yoksul” sözcüğü kalabilir. “Austin’in Tuhaflığını Koruyun” kampanyasıyla meşhur Austin, Teksas’ta doğdum ve hayatımın tamamını “şu tuhaf kız,” diye damgalanarak geçirdiğim için Austin’e çok iyi uyum sağladım ve-sonra-hep-mutlu-yaşadım. Son. Üç yaşımdayken Austin’den başka bir yere taşınmış olmasaydık kitabım tahminen böyle biterdi. Austin’e dair neredeyse hiç anım yok, ama annemin anlattığına göre askeri üssün yakınlarında bir apartmanda yaşıyormuşuz ve gece geç saatlerde beşiğimden kalkıp perdeleri açıp sokaktaki askerleri el sallayarak odama çağırmayı deniyormuşum. O sıralarda babam söz konusu askerlerden biriymiş ve annem bana bu hikâyeyi ergenliğimde anlattığında, ona babamı bu şekilde sokaktan eve çağırmamı annemin takdir etmiş olması gerektiğini söyledim. Bunun yerine, annem ve babam beşiğimi pencerenin uzağına çekmişler çünkü “o biçim bir işe yatkınlık geliştirmekte olduğum” kaygısına kapılmışlar. Görünen o ki yeni ayarlamadan hiç memnun kalmamışım, çünkü bir sonraki hafta oturma odasındaki fırına bir süpürge atıp ateşe vermiş ve dairemizin içinde yanmakta olan süpürgeyi kafamın üstünde sallayıp bir yandan da çığlık atarak koşturmuşum. Anlatılanlara göre. Benim böyle bir anım yok ama eğer gerçekse, o süpürgeyi son derece havalı, vatanseverlik alevleriyle göz kamaştıran bir bando sopası gibi etrafta sallıyordum. Annemin ağzından dinlerseniz, sanki o Frankenstein’ın canavarıymış, ben de birkaç öfkeli köylüymüşüm gibi süpürgeyi ona doğrultmuşum. Annem bu olayı ilk kundakçılık epizodum olarak anıyor. Ben bu olayı, başkalarının haberi olmadan mobilyaların yerlerini değiştirmenin herkes için tehlikeli olmasına dair bir ders olarak anıyorum. Kendisiyle bu olayın adlandırılmasında anlaşamayacağımız konusunda anlaştık. Bu olaydan kısa süre sonra eşyalarımızı topladık ve Teksas’m küçük, aşırı kırsal bir kasabası olan VVall’a taşındık. Ebeveynlerim, bu hamlenin nedeninin babamın ordudaki görev süresinin dolması ve annemin kız kardeşime hamile olması nedeniyle ailesine daha yakın olmak istemesiyle açıkladılar. Ben esas nedenin bendeki yanlışlığı fark etmeleri ve doğup büyüdükleri aynı küçük Batı Teksas kasabasında büyürsem belki normale döneceğimi ummaları olduğundan şüpheleniyorum. Bu, hakkında yanıldıkları pek çok şeyden biriydi. (Yanıldıkları diğer şeyler: Diş perisinin gerçek olması, lake kaplamanın “zamanı aşan” güzelliği, üç yaşında bir çocuğu çalı süpürgesi ve fırınla baş başa bırakmanın mantığı) Bugünkü Wall ile çocukluğumun VVairunu yan yana getirseniz aynı yer olduklarını anlamakta çok zorla-mrdınız çünkü günümüzün YVall’unda bir benzin istasyonu var. Eğer bir kasabanın benzin istasyonunun olmasının büyük bir olay olmadığım düşünüyorsanız, o zaman, büyük ihtimalle benzin istasyonu olan ve öğrencileri okula traktörleriyle gelmeye teşvik etmeyen bir kasabada büyümüşsünüz demektir. Wall, temelde bol miktarda eee… toprağı? olan küçücük bir kasabadır. Bol miktarda toprak vardır. Ve paşisel favorim: “Bak! Deniz canavarları!”) kaçınılmaz (ve sıklıkla inanması güç) takip sorusu olan “Neden Wall?”a maruz kalırdım. Bu soruyla karşılaştığımda, karşım-dakinin ne akla hizmet YVairda yaşamayı seçtiğimi mi, yoksa niye bir kasabanın isminin “Wall” olduğunu mu sorduklarım asla tam olarak anlayamazdım. Zaten bir önemi yoktu çünkü kimse her iki soruya da ikna edici bir yanıt bulabilmiş değil. Ne yazık ki deniz canavarlarını işaret etmek dikkat dağıtmak için ne zarif ne de inandırıcı bir hamleydi (büyük ölçüde en yakın su kütlesinden yüzlerce kilometre uzakta olduğumuz için). Ben de Wall’un boz renkli sıkıcılığını, o küçük kasabayla ilgili doğruluğu sınamadım ama ilginç öyküler uydurarak kapamaya başladım. Sofistike olduğunu düşündüğüm bir şekilde somurtarak, “Ha Wall mu? Köpek düdüğünün icat edildiği kasaba orası,” derdim. Ya da “Footloose’u yaparlarken esinlendikleri kasaba. Kevin Bacon milli kahramanımızdır.” Ya da, “Bunu daha önce hiç duymamış olmana hiç şaşırmadım. Amerikan tarihinin en vahşi yamyam katliamının yaşandığı yerdir. Bunun üstüne pek konuşmayız. Hiç bahsetmemem gerekirdi. Bir daha bu konuyu konuşmayalım.” Sonuncusunun bana bir gizem havası katıp insanların dehşet dolu tarihimize hayran kalmasını sağlayacağını düşünmüştüm, ama bunun yerine akıl sağlığımdan endişe etmelerine neden oldu ve sonunda uydurduklarım annemin kulağına gidince beni bir kenara çekip kimseyi kandıramadığımı ve büyük olasılıkla kasabanın adının, soyadı hasbelkader Wall olan birisinden geldiğini söyledi. Adamın soyadının duvarı icat ettiği için YVall olabileceğini belirtmem üstüne sabırsızlıkla içini çekerek, çoğu tuvaleti kullanırken kapıyı kapatma zahmetine bile katlanmayan erkeklerin duvarları icat etmiş olma olasılıklarının çok düşük olduğunu belirtti. Kasabamızın içinde yaşanmayı değer kılacak herhangi bir özelliği olmamasından duyduğum hayal kırıklığını görebilen annem, belki de kasabanın adının bir şeyleri dışarıda tutmayı ifade eden metaforik bir duvar anlamına gelebileceğini söyledi. Benim tahminim toplumsal ilerlemeyken onunki pamuk kurtlarıydı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir