Jo Nesbo – Susuzluk

Adam, beyaz hiçliğe baktı. Neredeyse üç sene boyunca baktığı gibi. Kimse onu görmedi, o da kimseyi görmedi. Kapı her açıldığında bir miktar buhar dışarı çıkıyor ve kapı kapanıp her şey sisle örtülmeden önce bir anlığına çıplak bir adam belirip kayboluyordu sadece. Hepsi bu. Hamam biraz sonra kapanacaktı. Tek başınaydı. Beyaz bornozuna daha sıkı sarındı, ahşap basamaktan kalktı ve dışarı yürüdü. Boş yüzme havuzunun yanından geçip soyunma odasına girdi. Etrafta ne su damlatan bir duş, ne Türkçe konuşmalar, ne de fayansta yürüyen çıplak ayaklar vardı. Aynada kendine baktı. Son geçirdiği ameliyattan kalan yara izinde parmağını gezdirdi. Yeni yüzüne alışması vakit almıştı. Parmağı önce boğazına, oradan göğsüne kaydı ve dövmenin başladığı yerde durdu. Dolabındaki asma kilidi çıkardı, pantolonunu ayağına geçirdi ve hâlâ ıslak olan bornozunun üzerine paltosunu giydi.


Ayakkabılarını bağladı. Odayı kolaçan edip yalnız olduğunu anladıktan sonra başka bir dolabın başına gitti. Üzerine mavi boya sıçramış şifreli asma kilidin numaralarını çevirerek 0999’a getirdi. Kilidi çıkarıp kapağı açtı. Büyük ve güzel altıpatları bir müddet hayran hayran izledi ve kırmızı kabza-sırıdan tutup paltosunun cebine attı. Sonra zarfı çıkarıp açtı, içinde bir anahtar vardı. Bir adresle diğer bilgilerin yazılı olduğu bir kâğıt. Dolapta bir şey daha duruyordu. Siyah renkli, demirden bir şey. Eline alıp ışığa tuttu. İşlemelerine büyülenmiş gibi baktı. Önce bir güzel ovup temizlemeliydi ama bunu kullanma fikri bile şimdiden kendisini heyecanlandırıyordu. Üç sene. Beyaz bir hiçliğin, boş günlerle dolu bir çölün ortasında geçen üç sene. Artık zamanı gelmişti.

Hayat pınarından yeniden içmenin vaktiydi. Geri dönmenin vakti. Harry yatakta sıçrayarak uyandı. Yatak odasının loş karanlığına baktı. Yine o adamdı. Geri dönmüştü, buradaydı. “Kâbus mu gördün, sevgilim?” Yanında fısıldayan ses sıcak ve huzur vericiydi. Harry ona döndü. Kadının kahverengi gözleri Harry’yi inceledi. Görüntü giderek soldu ve sonunda kayboldu. “Ben buradayım” dedi Rakel. “Ben de buradayım” dedi Harry. “Bu sefer kimi gördün?” Harry “Hiç kimseyi” diyerek yalan attı ve Rakel’in yanağını okşadı. “Haydi, uyu sen.” Harry gözlerini kapadı.

Rakel’in uykuya dalmasını bekledi ve tekrar gözlerini açtı. Rakel’in yüzünü izledi. Adamı bu defa ormanda görmüştü. Her yanı beyaz sisle kaplı bir kırda. Adam elini kaldırarak Harry’ye bir şey doğrultmuştu. Harry’nin tek seçebildiği, çıplak göğsüne dövülmüş olan şeytani surattı. Az sonra sisin yoğunluğu daha da artmış ve adam gitmişti. Yine gitmişti. “Ben de buradayım” diye fısıldadı Harry Hole. I . Çarşamba akşamı Jealousy Bar boş sayılırdı. Buna rağmen içeride nefes almak güçtü. Mehmet Kalak kadehlere şarap doldururken barda dikilen adamla kadına baktı. Onlarla birlikte dört müşteri vardı. Üçüncüsü bir masada tek başına oturup birasından minik yudumlar alan bir adamdı.

Sonuncu müşterininse bir oturma bölmesinden çıkan kovboy çizmeleri görünüyordu. Arada bir karanlığın içinde telefon ekranının ışığı parlıyordu. Bir eylül gecesi saat on bir buçuk ve Grünerlökka’nın en gözde bar muhitinde sadece dört müşteri… Vaziyet berbattı. Daha ne kadar böyle gidecekti? Bazen şehrin en havalı otelinin bar müdürlüğünü bırakıp ayyaş müşterilerden başka kimsenin uğramadığı bu köhne barı ne diye devraldığını düşünüyordu. Fiyatları artırarak eski müşteri kitlesini herkesin istediği o yeni müşterilerle, yani semtin zengin ve gamsız gençleriyle değiştirebileceğini sanmıştı herhalde. Kız arkadaşından ayrıldıktan sonra kendini yeni bir işe vermek istemiş de olabilirdi. Ya da bankadan kredi başvurusuna ret cevabı alınca Danial Banks denen tefecinin teklifi cazip gelmişti. Belki de burayı almasının tek sebebi, yazarkasamn çınlaması dışında hiçbir nota bilmeyen o lanet otel müdürünün yerine Jealousy Bar’da müziği kendisinin seçecek olmasıydı. Eski müşterilerden kurtulurken zorlanmamıştı. Hepsi üç blok ötedeki ucuz bir barın müdavimi olmuştu bile, işin asıl zor kısmı, yeni müşterileri bara çekebilmekti. Belki de tüm konsepti baştan aşağı değiştirmeliydi. Türk takımlarının oynadığı maçları gösteren tek bir büyük televizyon, burayı bir “spor barı” yapmaya yetmiyor olmalıydı. Müziğe de bir el atsa fena olmayacaktı. Herkesin sevdiği klasik grupları çalabilirdi. Erkekler için U2 ve Springsteen, kızlar için Coldplay gibi.

“Daha önce Tinder’dan çok fazla kişiyle buluşmadım” dedi Geir, beyaz şarap kadehini bar tezgâhına bırakarak. “Ama ben bile bir sürü tuhaf tiple dolu bir yer olduğunu anladım.” “Demek öyle?” dedi kadın, esneyerek. Küt saçları vardı. Zayıftı. Otuzlarının ortasında olduğunu tahmin etti Mehmet. Vücut hareketleri hızlı ve hafiften gergindi. Gözleri yorgundu. Muhtemelen çok yoğun çalışıyor, sonra da bir faydası dokunur umuduyla spor salonuna gidiyordu. Geir kadehini kadının yaptığı gibi üç parmağıyla sapından tutarak kaldırdı. Şimdiye kadarki sayısız Tinder buluşmasında partnerleri ne söylerse o da kendine aynısından söylemişti. Viski, hatta bazen yeşil çay. Bu konuda da uyuştuklarını göstermek için yaptığı basit bir numaraydı. Geir öksürdü. Kadın bara geleli altı dakika olmuştu ve Mehmet, Geir’ın ilk hamlesini tam bu anda yapacağını biliyordu.

“Profil fotoğrafından çok daha güzelsin Elise” dedi Geir. “Sana öyle geliyor; ama yine de sağ ol.” Mehmet elindeki kadehi silerken onları dinlemiyormuş gibi yaptı. “Söylesene Elise, hayattan beklentin nedir?” Elise mahcup bir ifadeyle gülümsedi. “Dış görünüşe önem vermeyen bir erkek.” “Yüzde yüz haklısın, Elise. Benim için önemli olan iç güzelliği.” “Şaka yapıyorum tabii ki. Profil fotoğrafımda daha güzel olduğum doğru. Açıkçası sen de o resimde daha iyisin, Geir.” “Haha” dedi Geir. Gözlerini kadehine dikerken biraz bozulmuş gibiydi. “Aslında çoğu kişi en iyi çıktığı resmi koyuyor. Eee, demek bir erkek arıyorsun? Nasıl bir erkek?” “Uç çocukla evde oturmayı sevecek bir erkek.” Elise saate göz attı.

“Haha.” Alnından henüz ter damlamasa da Geir’m tıraşlı büyük kafası ıslanmaya başlamıştı. Çok geçmeden, kilolu cüssesine rağmen giydiği siyah dar kesimli gömleğinin koltuk altlarında ter halkaları belirecekti. Kadehiyle oynadı. “Tam da benim mizah anlayışıma sahipsin Elise. Şimdilik köpek benim için bir aile kurmaya yetiyor. Hayvanları sever misin?” Tanrım, dedi içinden Mehmet. Neden pes etmiyordu ki? “Doğru kişiyle karşılaştığımda onu… buramda hissedebiliyorum.” Geir sırıttı ve sesini alçaltarak apışarasım işaret etti. “Ama tabii ki buna karar verecek olan sensin. Ne diyorsun, Elise?” Mehmet irkildi. Geir son kozunu oynamıştı ve belli ki gururu yeni bir darbe almak üzereydi. Kadın kadehini kenara itip hafifçe öne eğilince Mehmet onu duymak için kulak kesildi. “Bana bir söz verebilir misin, Geir?” “Elbette.” Geir’m sesi ve bakışları bir köpeğinki kadar heyecanlıydı.

“Birazdan buradan çıkıp gittiğimde benimle bir daha iletişim kurmaya çalışmayacaksın, anlaştık mı?” Mehmet, Geir’m bu halde gülümseyebilmesini hayranlıkla izledi. “Tabii ki.” Kadın arkasına yaslandı. “Seni sapık olarak gördüğümü düşünme, Geir. Daha önce başımdan kötü bir deneyim geçti de. Herifin biri beni takip etmeye başladı. Hatta beraber olduğum insanları bile tehdit etti. Tedbirli davranmamı anlayışla karşılarsın herhalde.” “Seni çok iyi anlıyorum.” Geir kadehini bir dikişte bitirdi. “Dediğim gibi, Tinder bir sürü tuhaf tiple dolu. Ama merak etme, kesinlikle güvendesin. İstatistiksel olarak konuşacak olursak, bir kadının öldürülme ihtimali erkeğinkinden dört kat daha azmış.” “Şarap için teşekkürler, Geir.” “Bu gece üçümüzden biri…” Geir parmağını ona yöneltince Mehmet telaşla gözlerini kaçırdı.

“…öldürülecek olursa, bunun sen olma ihtimali sekizde bir. Hayır, bir saniye, sekizde birden de düşük…” Elise ayağa kalktı. “Sana iyi hesaplamalar. Hayatında başarılar dilerim.” Geir kadın gidince bir müddet kadehine baktı. Mehmet’e ve reddedildiği anı gören diğer herkese kadını üç dakikalık bir pop şarkısıyla unutabildiğim göstermek ister gibi “Fix You” şarkısına kafa salladı. Sonra da kalkıp gitti. Mehmet etrafa bakındı. Kovboy çizmeli adamla birasını yudum yudum içen adam gitmişti. Yalnızdı, içerisi yeniden oksijenle dolmuştu. Cep telefonundan şarkı listesini değiştirdi. Kendi şarkı listesini açtı. Bad Company’yi. Free, Mott the Hoople ve Kang Crimson’ın üyelerinden oluştuğuna göre kötü müzik yapmalarına imkân yoktu. Zaten vokalde Paul Rodgers varken isteseler de yapamazlardı.

Mehmet müziğin sesini öyle açtı ki barın arkasındaki kadehler birbirine vurmaya başladı. Elise, Thorvald Meyers Caddesi’nde yürüyordu. Bir zamanlar şehrin yoksul işçi sınıfının oturduğu, şimdiyse ev fiyatlarının Londra ve Stockholm’le yarıştığı dört katlı gösterişsiz binaların yanından geçti. Oslo’ya eylül gelmişti. Karanlık nihayet geri dönmüş, aydınlık yaz akşamları geride kalmıştı. Yazın o sinir bozucu, neşeli, aptal havası da. Eylülde Oslo gerçek kimliğine bürünmüştü: hüzünlü, mesafeli ve verimli. Görünüşte sert; ancak bir o kadar karanlık ve sır dolu. Tıpkı kendisi gibi. Elise adımlarını hızlandırdı. Hava yağmurlu ve sisliydi. Buluştuğu adamlardan birinin, şairane görünmek için sisi Tanrı’nm hapşırdığında çıkan serpintiye benzettiğini hatırladı. Tinder’ı bırakacaktı. Hemen yarından itibaren. Canına tak etmişti.

Ne bar buluşmalarında ona fa-hişeymiş gibi bakan azgın erkekler, ne çamur gibi yapışıp zamanını, enerjisini ve rahatını emen ruh hastası sapıklar, ne de zavallı halleriyle onu da kendileri gibi ezik hissettiren acınası adamlar. Artık hiçbirine tahammülü kalmamıştı. İnternetten binleriyle buluşmak, yeni insanlar tanımanın en cool yoluydu güya. Herkesin yaptığı bir şeydi; bunda utanılacak bir şey yoktu. Ne var ki gerçek öyle değildi. İnsanlar birbirleriyle işyerinde, sınıfta, spor salonunda, kafeler-de, uçaklarda, otobüslerde, trenlerde tanışırdı. Ya da ortak arkadaşlar yoluyla. Üzerlerinde hiçbir baskı hissetmedikleri anlarda tesadüfen karşılaşır, bunun kaderin bir cilvesi olduğuna inanarak masum bir duygunun peşine takılırlardı. O da bunu istiyordu işte. Profilini silecekti. Bunu daha önce de yapmak istemişti ama bu defa kararlıydı. O profil bu gece silinecekti. Sofienberggata’da yolun karşısına geçti ve çantasından çıkardığı anahtarla manavın yanındaki kapının kilidini açtı. Karanlığa adımını attı ve birden durdu. Apartmanın girişinde iki kişi vardı.

Gözleri birkaç saniye sonra karanlığa alıştığında önünde dikilen iki adamın ellerinde bir şey tuttuğunu gördü.’ İkisi de fermuarlarını çözmüştü ve penisleri dışarıdaydı. Elise irkilerek geri çekildi. Etrafına bakamıyordu. Arkasında dikilen üçüncü bir kişinin olmamasını diledi. Genç bir erkek sesi küfür ve özür karışımı bir tepki verdi. “Hassiktir! Pardon!” Elise’nin tahminine göre on dokuz, yirmi yaşındaydı. İçki içtiği belliydi. “Oha!” dedi diğer ses. “Ayakkabıma işiyorsun!” “Korktum, ne yapayım?” Elise paltosuna sarındı ve işlerine devam eden çocukların yanından geçti. “Burası tuvalet değil” dedi. “Affedersiniz, çok sıkıştık da. Bir daha olmaz.” Geir, Schleppegrells Caddesi’nde aceleyle yürüyordu. Hâlâ aynı şeyi düşünüyordu, iki erkek, bir kadından oluşan bir grupta, kadının öldürülme olasılığı sekizde bir olamazdı.

Bundan daha karmaşık bir hesap yapmak gerekiyordu. Her şey göründüğünden daha karmaşık çıkmaz mıydı zaten? Romsdalsgata’yı geçince arkasına baktı. Elli metre gerisinde biri yürüyordu. Emin değildi ama bu, Jealousy Bardan çıktığında caddenin karşısında bir dükkânın vitrinine bakarken gördüğü herif değil miydi? Geir hızlanarak doğuya, Daelenenga’ya ve çikolata fabrikasına doğru yürüdü. Burada caddeler bomboştu. Sadece durakta bekleyen bir otobüs vardı. Belli ki diğer duraklara saatinden önce gitmemek için oyalanıyordu. Geir gözucuyla arkaya baktı. Adam aynı mesafede yürümeye devam ediyordu. Geir siyahi insanlardan oldum olası korkmuştu ama bu adamın yüzünü doğru düzgün seçemiyordu. Beyazların yaşadığı nezih muhitlerden çıkıp toplu konutların ve göçmenlerin yoğun olduğu bir mahalleye doğru gidiyorlardı. Geir yüz metre ileride yaşadığı apartmanın kapısını görebiliyordu. Fakat son kez arkaya dönüp bakınca adamın kendisine doğru koştuğunu gördü. Galiba Somaliliydi. Mogadişu’daki 1 olayların şokunu üzerinden atamamış bir Afrikalı.

Geir da koşmaya başladı. Yıllardır koşmadığı için topukları asfalta her vurduğunda beyni ufak bir sarsıntı geçiriyor, önündeki manzara titriyordu. Apartmanın kapısına vardı, anahtarı tek seferde kilide sokmayı başardı ve kendini içeri attığı gibi ağır ahşap kapıyı kapattı. Nemli ahşaba yaslanarak kapının üzerindeki cam bölmeden dışarı baktı. Sokakta kimse yoktu. Belki de adam Somalili bile değildi. Geir ister istemez güldü. Sırf cinayetten bahsetti diye bu kadar korkması komikti. Sahi, Elise peşine takılan o sapıkla ilgili ne söylemişti? Geir evinin kapısını açarken hâlâ nefes nefeseydi. Buzdolabından bir bira çıkardı. Sokağa bakan mutfak penceresinin açık olduğunu fark edince kapattı. Odasına gidip ışığı açtı. Önündeki bilgisayarda bir tuşa bastı ve yirmi inçlik ekran aydınlandı. Pornhub’a girip arama kutusuna “fransız” yazdı. Çıkan sonuçları bir süre taradıktan sonra en azından Elise’yle aynı saç şekline ve rengine sahip bir kadın buldu.

Evin duvarları ince olduğundan kulaklığı bilgisayara taktı, videonun resmine tıkladı, pantolonunu çözdü ve bacaklarına kadar indirdi. Kadın Elise’ye o kadar az benziyordu ki Geir gözlerini kapadı ve inleme seslerine odaklanıp Elise’nin minik ağzını, gözlerindeki alaycı bakışı, sade olmasına rağmen çekici görünen bluzunu hayal etti. Ona sahip olmasına imkân yoktu. Asla. Sadece bunu yapabilirdi. Geir durdu. Gözlerini açtı. Elini penisinden çekti. Ensesindeki tüyler serin bir rüzgârla diken diken olmuştu. Kapattığından emin olduğu kapıdan gelen rüzgârla. Elini kulaklığa götürürken artık çok geç olduğunun farkındaydı. Elise kapının zincirini taktı, ayakkabılarını holde çıkardı ve aynanın kenarına sıkıştırdığı fotoğrafı her zaman yaptığı gibi okşadı. Yeğeni Ingvild’le beraber çektirdiği bu resmi neden eve her gelişinde okşadığını bilmiyordu. Tek bildiği, bunu yaptığında derinlerdeki insani bir açlığın giderildiğiydi. Ölümden sonra yaşadıklarımızla ilgili anlatılan o hikâyeler gibi.

Oturma odasına gidip kanepeye uzandı. Küçük ama sevimli iki odalı bir dairesi vardı; en azından kendi eviydi. Telefonuna baktı, işyerinden yarınki sabah toplantısının iptal edildiğini bildiren bir mesaj gelmişti. Bu gece tanıştığı adama tecavüz davalarıyla ilgilenen bir avukat olduğunu söylememişti. Erkeklerin kadınlara kıyasla daha çok öldürüldüğüyle ilgili o istatistiğin gerçeği tam olarak yansıtmadığını da. Seks cinayetlerinde kadın kurbanların sayısı erkeklerden dört kat daha fazlaydı. O yüzden bu daireyi satın aldığında kilitleri değiştirmiş, kapıya Norveç’te pek tercih edilmeyen ve hâlâ düzgün kullanmayı beceremediği zincirli sürgülerden taktırmıştı. Tinder’ı açtı. O akşam sağa kaydırarak beğendiği üç adamla eşleşmişti. İşin zevkli kısmı burasıydı zaten. Onlarla buluşmak değil, onu isteyen birilerinin olduğunu bilmek. Son kez binleriyle mesajlaşsa mıydı acaba? Hesabı ve uygulamayı temelli silmeden önce tanımadığı iki kişiyle son kez sanal bir üçlü mü yapsaydı? Hayır. Bu işi hemen halletmeliydi. Mönüye girdi, aradığı seçeneği buldu ve hesabını gerçekten silmek isteyip istemediğini soran o mesajı gördü. Elise işaretparmağma baktı.

Titriyordu. Tanrım, yoksa bağımlı mı olmuştu? Kim olduğu ya da nasıl biri olduğu hakkında hiçbir fikre sahip olmayan rastgele bir insanın, ama sonuçta bir insanın onu olduğu haliyle -daha doğrusu, profil resmindeki haliyle- beğendiğini söylemesine mi bağımlıydı? Tamamen mi bağımlıydı, yoksa biraz mı? Hesabını silip bir ay boyunca Tinder’a girmemenin sözünü verirse cevabı bulurdu herhalde. Bir ay bile dayanmayı başaramazsa durum vahim demekti. Titreyen parmağını silme düğmesine yaklaştırdı. Diyelim ki gerçekten bağımlıydı, bu o kadar kötü bir şey miydi? Birilerini elde etmeye, birilerinin de bizi elde etmesine ihtiyaç duymaz mıydık hep? Bir keresinde bebeklerin belli bir düzeyde ten teması görmezlerse ölebi-leceklerini okumuştu. Bu haberin doğruluğundan emin değildi gerçi. Öte yandan, günleri onu tüketen bir işte çalışarak ve sırf yalnızlık korkusu yüzünden çocukları ve kocaları hakkında, ya da bunların olmaması hakkında saatlerce dırdır etmelerine katlandığı arkadaşlarıyla görüşerek geçecekse hayatının ne anlamı vardı ki? Belki de aradığı adam şu anda Tinder’daydı? Son bir tur atmaya karar verdi. İlk fotoğrafı görür görmez parmağını sola kaydırdı. Adamı çöpe, istenmeyenler köşesine attı, ikinci ve üçüncü için de aynı şeyi yaptı. Aklına bir düşünce geldi. Katıldığı konferanslardan birinde ülkenin en azılı suçlularıyla yakın temaslar kuran bir psi-koloğun konuşmasını dinlemişti. Psikoloğun dediğine göre erkekler seks, para ve güç, kadınlar ise kıskançlık ve korku yüzünden cinayet işliyordu. Elise parmağını bu defa sola kaydırmadı. Karanlık ve bulanık bir resim olmasına rağmen bu zayıf suratı bir yerden hatırlıyor gibiydi. Bu daha önce de başına gelmişti.

Sonuçta Tinder, birbirine yakın konumlarda bulunan insanları eşleştiriyordu. Bu adamsa bir kilometreden daha yakındı. Hatta aynı apartmanda bile olabilirlerdi. Bulanık fotoğrafına bakılırsa Tinder’la ilgili internette dolaşan tavsiyeleri hiç okumamıştı. Bu onun için bir artıydı. Açıklama kısmına yazdığı tek şey basit bir “Merhaba”dan ibaretti. Dikkat çekmeye çalışmamıştı. Yaratıcı bir mesaj sayılmasa da en azından kendine güvendiği kesindi. Evet, bir partide adamın teki yanına yaklaşıp sakince “Merhaba” dese ve bakışlarıyla beraber bir şeyler yapmayı teklif etse hoşuna giderdi. Parmağını sağa kaydırdı ve resmi “Seni tanımak istiyorum” köşesine attı. iPhone’undan gelen neşeli bip sesi, yeni bir eşleşmesinin olduğunu müjdeliyordu. Geir burnundan soluyordu. Pantolonunu çekti ve sandalyesinde yavaşça döndü. Odadaki tek ışık kaynağı olan bilgisayar ekranı, arkasında dikilen kişinin gövdesini ve ellerini aydınlatıyordu. Yüzünü seçemiyordu; tek gördüğü beyaz elleriyle ona doğru uzattığı şeydi.

Ucunda halka olan, siyah bir deri kayış. Siluet ona yaklaşınca Geir istemsizce geri çekildi. “Senden daha mide bulandırıcı bulduğum tek şey ne, biliyor musun?” diye fısıldadı sesin sahibi, karanlıkta deri kayışı gerdirerek. Geir yutkundu. “Köpek. Her şeyiyle ilgileneceğine söz verdiğin şu lanet köpek. Hayvanı kimse dışarı çıkarmadığı için mutfağa kaka yapıyor.” Geir öksürdü. “Kari, lütfen…” “Dışarı çıkar. Yatağa geldiğinde de bana sana dokunayım deme.” Kadın tasmayı verdi ve kapıyı çarparak gitti. Geir karanlıkta gözlerini kırpıştırdı. Dokuz, diye düşündü. İki erkek, bir kadınlı cinayet bilmecesi. Kadının öldürülme ihtimali sekiz değil, dokuzda birdi.

Mehmet, eski BMW’siyle şehir merkezinden çıkıp villaların, fiyort manzaralarının ve havanın daha taze olduğu Kjelsas’a gitti. Çoktan uykuya dalmış olan sessiz sokağına girdi. Evin yanındaki garajın önünde siyah bir Audi R8’in durduğunu fark etti. Yavaşladı. Bir an için gaza basıp oradan gitmeyi düşündü. Bunun ona sadece biraz daha zaman kazandıracağını biliyordu. Gerçi ihtiyacı olan tek şey de buydu. Biraz ertelemek. Ne var ki Banks çok geçmeden onu tekrar bulurdu. Belki de doğru zaman buydu. Sokak karanlık ve sessizdi. Görgü tanığı olacak kimse yoktu. Mehmet arabayı kaldırımın kenarına çekti. Torpido gözünü açtı. Bu an gelirse diye birkaç gündür hazırda tuttuğu şeye baktı.

Onu alıp ceketinin cebine koydu ve derin bir nefes aldı. Arabadan inip eve doğru yürümeye başladı. Audi’nin kapısı açıldı ve Danial Banks dışarı çıktı. Mehmet, Pearl of India Restoram’nda buluştuklarında Paki ve Ingiliz karışımı bu ismin en az imzaladıkları şaibeli sözleşmedeki imza kadar sahte olduğunu anlamıştı. Fakat adamın masaya koyduğu para sonuna kadar gerçekti. Garajın önündeki çakıllar Mehmet’in ayakkabılarının altında gıcırdıyordu. “Güzel evmiş” dedi Danial Banks, kollarını bağlayıp R8’e yaslanarak. “Bankana bu evi teminat olarak gösteremedin mi?” “Sadece kiracıyım” dedi Mehmet. “Bodrum katta oturuyorum.” “Bu benim için kötü oldu” dedi Banks. Boyu Mehmet’ten epey kısa olmasına rağmen şık ceketinin içine zor sığan pazılarıyla hiç de öyleymiş gibi görünmüyordu. “Çünkü sigortadan para alıp borcunu ödeyemeyeceksen bu evi yakmamın ikimize de faydası dokunmaz, değil mi?” “Hayır, hiç sanmıyorum.” “O halde senin için de kötü oldu. Çünkü mecburen daha acı veren yöntemler deneyeceğim. Bunların neler olduğunu merak ediyor musun?” “Sana borcumu ödeyemeyeceğimi nereden biliyorsun?” Banks başını iki yana sallayarak cebinden bir şey çıkardı.

“Taksidini üç gün önce ödemen gerekiyordu. Sana ödeme tarihlerinin ne kadar önemli olduğunu anlatmıştım. Dolayısıyla bu konuda müsamahakâr olmadığımı tüm müşterilerim bilir. Maalesef sana bir ayrıcalık tanıyacak değilim.” Elindeki şeyi garaj lambasından gelen ışığa tuttu. Mehmet’in nefesi kesildi. “Yaratıcı bir yöntem olmadığının farkındayım” dedi Banks, başmı eğip kerpetene bakarak. “Ama işe yarıyor.” “Ama…” “Hangi parmağını kaybedeceğini sen seç. Genelde insanlar sol serçeparmağı tercih eder.” Mehmet içinde büyüyen duyguyu hissetti. Öfke… Ciğerlerini havayla doldurunca göğsü kabardı. “Ben daha iyi bir çözüm biliyorum, Banks.” “Öyle mi?” “Yaratıcı olmadığının farkındayım” dedi Mehmet, sağ elini ceketinin cebine daldırarak, içindeki şeyi çıkardı ve iki eliyle sımsıkı tutup Banks’e doğrulttu. “Ama işe yarıyor.

” Banks ona hayretle baktı. Yavaşça başını oynattı. “Haklısın” dedi Banks. Mehmet’in uzattığı bir tomar banknotu aldı ve lastiği çıkardı. “Bu para tüm borcumu faiziyle birlikte kuruşuna kadar ödemeye yeter” dedi Mehmet. “Ama sen yine de sayabilirsin.” Ping. Tinder’da bir eşleşme vardı. Telefondan gelen bu zafer sesi, birini sağa kaydırdığınızda o kişinin de sizin resminizi sağa kaydırdığını gösteriyordu. Elise’nin başı dönmeye, kalbi çarpmaya başladı. Tinder’daki eşleşmelerin sesine genelde bu tepkiyi verdiğini biliyordu. Heyecandan nabzı yükselirdi. Vücudu bir anda öyle yoğun bir mutluluk hormonuyla dolardı ki buna bağımlı olmamak işten bile değildi. Ancak bu defa kalbini hızlandıran şey farklıydı. Eşleşme sesi kendi telefonundan gelmemişti.

Ama sesi resmi sağa kaydırır kaydırmaz duymuştu. Ve o resim, Tinder’a göre bir kilometreden daha yakınında olan adama aitti. Elise kapalı duran yatak odası kapısına baktı. Yutkundu. Sesin hemen bitişikteki dairelerden birinden geldiğine emindi. Ne de olsa bu binada Tinder kullanabilecek çok fazla bekâr oturuyordu. Ve şu anda her yer, hatta akşamüstü evden çıkarken parti yaptıklarını duyduğu alt kattaki kızların evi bile sessizdi. Yine de hayali canavarlardan kurtulmanın tek bir yolu vardı. Gidip bakmak. Elise kanepeden kalktı ve dört adımda yatak odasının kapısına ulaştı. Bir an için tereddüt etti. Akima nedense ilgilendiği tecavüz vakaları geldi. Az sonra kendini toparlayıp kapıyı açtı. Kapıda dikilirken nefes alamadığını hissetti. Çünkü odada ona yetecek kadar hava kalmamıştı.

Yatağın üzerindeki ışık açıktı. Elise’nin ilk gördüğü şey, yatağın ucundan sarkan kovboy çizmelerinin tabanıydı. Ve de üst üste atılmış kot pantolonlu bir çift uzun bacak. Yatağındaki adam loş ışıkta tıpkı o bulanık fotoğraftaki haline benziyordu. Ama göğsünü göstermek için gömleğinin düğmelerini açmıştı. Göğsüne bir yüz çizilmiş ya da dövmesi yapılmıştı. Gözü nedense oraya kaydı. Sessizce çığlık atan o surata. Sanki bir yere bağlanmış, kurtulmaya çalışıyordu. Elise de çığlık atamadı. Yataktaki adam doğruldu ve cep telefonunun ışığı yüzüne vurdu. “İşte tekrar karşılaştık Elise” diye fısıldadı. Elise bu sesi duyar duymaz profil resminin neden tanıdık geldiğini anladı. Saçlarının rengi farklıydı. Yüzünden ameliyat olmuştu.

Dikiş izleri hâlâ görülebiliyordu. Adam elini kaldırıp ağzına bir şey soktu. Elise gözlerini ona dikerek geri çekildi. Sonra arkasını döndü, derin bir nefes aldı ve bu havayı bağırmak için değil, koşmak için kullanması gerektiğini düşündü. Evin kapısı beş, taş çatlasa altı adım uzağındaydı. Yatağın gıcırdadığını duydu ama adamın koşmaya başlaması yine de bir iki saniye sürerdi. Apartmana çıkmayı başarırsa çığlık atıp yardım isteyebilirdi. Birden hole doğru fırladı, kapının kolunu bastırıp itti ama kapı tamamen açılmadı. Güvenlik zinciri. Kapıyı çekip zinciri açmaya çalıştı ama saniyeler kötü bir rüya gibi uzadıkça uzadı. Artık çok geç olduğunu biliyordu. Bir şey ağzını kapattı ve vücudu geriye çekildi. Elini çaresizce zincirin üzerindeki açıklığa soktu, kapının kasasına tutunup bağırmayı denedi. Ne var ki nikotin kokan devasa el tüm ağzını sımsıkı kapatıyordu. Kasayı daha fazla tutamadı ve önündeki kapı çarparak kapandı.

Ses kulağına fısıldadı: “Beni beğenmedin mi? Sen de profil resmindeki kadar iyi görünmüyorsun, bebeğim. Sadece birbirimizi biraz yakından tanımaya ihtiyacımız var. Geçen sesefer fırsatımız o-olmamıştı.” Bu ses. En sondaki o tek kekeleme. Elise bunu daha önce duymuştu. Çırpınarak kollarından kurtulmayı denedi ama adam ona bir mengene gibi sarılmıştı. Elise’yi holdeki aynanın önüne sürükledi. Başını omzunun üzerine koydu. “Suçlu bulunmam senin hatan değildi Elise. Ortada bariz bir kanıt vardı. Buraya bu yüzden gelmedim. Tesadüfen geldiğimi söylesem inanır mısın?” Adam sırıttı. Elise ağzına baktı. Dişleri demirden yapılmışçasına siyah ve paslıydı.

Alt ve üst çenesinden sivrilen keskin dişleri, bir ayı kapanını andırıyordu. Dehşet verici ağız açılırken hafif bir gıcırtı geldi. Yaylıymış gibi. Elise davanın ayrıntılarını hatırladı. Olay yerindeki fotoğraflar gözünün önüne geldi. Az sonra öleceğini biliyordu. Ve adam dişlerini geçirdi. Elise Hermansen ağzını kapatan ele bağırmaya çalışırken boğazından fışkıran kanı gördü. Adam başını kaldırdı. Aynaya baktı. Kaşlarından, saçlarından ve çenesinden kan akıyordu. “İşte ben buna eşleşme derim, be-bebeğim” diye fısıldadı. Ve bir daha ısırdı. Elise’nin başı dönmeye başladı. Adam artık kollarını gevşetmiş, ona sarılmayı bırakmıştı.

Çünkü yavaşça tüm bedenini felç eden bir soğukluk, bilmediği bir karanlık üzerine çöküyordu. Bir elini kurtarmayı başardı ve aynanın kenarındaki fotoğrafa uzandı. Dokunmaya çalıştıysa da parmak uçları yetişmedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir