Her şey kötüye gitmeden önce bile, berbat bir gün olacağını biliyordu. Bunun için, sabah uyandığından beri süren baş ağrısını suçlamıştı. Ama daha sonra, ağrısı hafiflemesine rağmen, olacaklar içine doguyormuş gibi, o duygu hiç gitmemişti. Yine de günü geçirmeyi başarmıştı. Belki, diye düşündü, gece demek daha dogrü olur. Ama yanılıyordu. “Bir şeyler, mesela kahve içmeye ne dersin?” Adam gülümsüyor. “Eve gitmeliyim.” Adam saatine bakıyor. “Saat daha sekiz buçuk. Haydi ama. Sana şehirdeki en iyi cappucino’yu ısmarlayacağım.” Kız, belki baş ağrısı geçtiğinden, belki gün tahmin ettiğinden daha iyi gittiğinden, belki de henüz yalnız kalmak istemediğinden bu teklifi kabul ediyor. “Biraz yürüyelim.” Gece, serin ve biraz nemli. Kız, ince ceketinin içinde titriyor. “Üşüdün mü?” Adam, kolunu kızın omzuna sarıyor. Kız, bunu istediğinden emin değil, biraz düşünüyor ve yüksek sesle içini çekiyor. 8 Jonathan Santlofer Ölüm Ressamı 9 “Ne var?” Kız, hafifçe gülümsüyor. “Sen anlamazsın.” Bu yorumu adamı kızdırıyor. Neden ben anlamayacakmışım? Elini, kızın omuzlarından çekiyor, – kız bunun nedenini merak ediyor – ve restoranların, alçak binaların olduğu cadde boyunca sessizce yürüyorlar. Sonunda kız, “Belki bir taksiye binip eve gitsem daha iyi olacak,” diyor. Adam, kızı kolunu tutarak onu nazikçe durduruyor. “Haydi. Sadece bir kahve.” “Sanırım gitmeliyim.” “Tamam. Ama seni evine kadar geçireceğim.” “Saçmalama. Eve tek başıma gidebilirim.” “Hayır. İsrar ediyorum. Bir taksiye binelim, cappucino’yu senin mahallende içeriz. Buna ne dersin?” Kız, içini çekiyor, tartışacak enerjisi yok. Takside ikisi de konuşmuyor; adam camdan dışarıyı seyrediyor, kız da ellerine bakıyor. Köşedeki Starbucks kapalı; içeride yerleri süpüren çocuk camın arkasından eliyle onları kovuyor. “Kahretsin. Gerçekten kahve içmek istiyordum.” Adam, kıza üzgün, küçük bir erkek çocuğu gibi bakıyor ve sonra en çekici haliyle gülümsüyor. “Ah, tamam. Sen kazandın.” Kız da gülümsüyor. “Gel, bende içeriz.” Binanın girişinde kız anahtarlarını arıyor, sonunda birini kilide sokuyor, ama daha anahtarı çevirmeden kapı kendiliğinden açılıyor. “Bu apartmanın her tarafı yıkılıyor. Birileri dairesinde inşaat yapıp her yeri yıkmaya devam ediyor. Yöneticiye şikayet ettim, ama o da bir işe yaramıyor.” İkinci katta, bir tahta ve elektrik gereçleri yığınının üzerinden atlamak zorunda kalıyorlar. “Sanırım iki daireyi birleştiriyorlar. Daha fazla kira almak için herhalde. Tadilat haftalardır devam ediyor ve bu gürültü artık beni deli ediyor.” Üçüncü kata geldiklerinde kız önce sürgülü kilidi, sonra da emniyet kilidini açıyor. Adam kızı geçerek daireye giriyor, anında üzerindeki ceketi çıkartıp bir sandalyenin üzerine bırakıyor ve kıza kalırsa fazlasıyla rahat davranıyor. Kızın, üzerinde kabartılı şekilleri olan pamuklu bir kumaşla kaplı, kalın süngerden ve birinde Elvis’in, öbüründe Marilyn’in resimleri olan, On Dördüncü Cadde’den aldığı iki yastıklı kanepesine oturuyor. Parmağını, Marilyn’in parlak kırmızı dudaklarında ileri geri, ileri geri gezdiriyor. Kız, kendi ceketinin hâlâ üzerinde olduğunu fark ediyor, çıkartıp giriş kapısının arkasındaki askıya asıyor ve sonra, sürgüyü takıp kapıyı kilitliyor. “Alışkanlık işte.” Endişeyle gülümsüyor, oturma odasına bağlı, ancak bir dolap büyüklüğündeki, çıkma mutfağına dönüyor. Bir zinciri çekiyor ve bir ampul, normalin yarı boyutundaki buzdolabını, iki gözlü ocağı, küçük lavaboyu ve üzerinde ekmek kızartma ve filtre kahve makinelerinin durduğu bir rafı aydınlatıyor. Kahve makinesinin kapağını açıyor, ıslak, kahverengi filtreyi çıkartıyor ve küçük plastik bir çöp kovasına boşaltıyor. “Yardım edebilir miyim?” “Burası çok küçük. Ben hallederim.” Kız, küçük mutfakta kahve hazırlarken adamın kendisini izlediğini hissedebiliyor; nasıl hareket ettiğinin, saçlarının nasıl dalgalandığının farkına varıyor. Belki de bu, hiç de iyi bir fikir değildi. 10 Jonathan Santlofer Oturma odasına döndüğünde, kanepenin karşısındaki bilgisayar masasının sandalyesine oturuyor. “Kahve, bir dakika içinde hazır olacak.” Adam, kafasını kaldırıp ona bakıyor, gülümsüyor, hiçbir şey söylemiyor. Kız, bluzunun kolundan sarkan bir iplikle oynuyor, sessizliği bozmak için bir şeyler düşünüyor. “Biraz müziğe ne dersin?” Ayağa kalkıyor, köşedeki CD çalara ulaşması için gereken birkaç adımı atıyor. “Tek lüksüm.” Adam odayı geçiyor, yanında diz çöküyor ve düzenli CD’le-rin arasından bir tanesini seçiyor. “Bunu çal.” “Billie Holiday,” diyor kız, adamın elinden CD’yi alırken. “Beni öldürüyor.” Beni öldürüyor beni öldürüyor beni öldürüyor beni öldürüyor beni öldürüyor beni öldürüyor… Kelimeler, adamın beyninde yankılanıyor. iki küçük hoparlörden bir klarnet sesi, sonra da Billie’nin taklit edilemez, ruh dolu çığlığı duyuluyor. “God Bless The Child”1 şarkısının ilk dizeleri duyulduğunda, odayı anlatılamaz bir hüzün kaplıyor. Adam, yanında diz çöken kızı, şarkıyı mırıldanmasını, eğik başım, saçlarının yüzüne dökülüşünü izliyor. Bütün gece onu izleyerek bunu düşünmüş ve planlamıştı. Ama şimdi emin değil. Her şeye yeni baştan başlamak mı? Çok uzun zaman oldu. Çok uzun zamandır iyiydi. Ama uzanıp da onun saçlarına dokununca artık çok geç olduğunu anlıyor. Kız kafasını geriye atıyor ve hemen ayağa kalkıyor. “Kusura bakma. Seni irkiltmek istemedim,” diyor adam. Onu seyrederken sesinin sakin çıkmasına gayret ediyor, onun ürkek bir kedi gibi hareket etmesini zevkle seyrediyor. Ama onun tepesinde durup da aşağılık bir yaratıkmış gibi ona bakınca, artık DTann çocuğu kutsasm. Ölüm Ressamı * 11 kediye benzer bir tarafı kalmıyor. Bir öfke fırtınası vücudunu kaplıyor ve artık hazır. “Kahveyi getireyim.” Kız arkasını dönüyor, ama adam onun kolunu yakalıyor. “Hey,” diyor kız. “Kes şunu.” Adam onun kolunu bırakıyor, teslim olduğunu gösterir gibi ellerini kaldırıyor ve ona tekrar gülümsemeye çalışıyor. Kız kollarını göğsünde kavuşturuyor. “Bence artık gitmelisin.” Ama adam onun kanepesine yerleşiyor, ellerini başının arkasında kenetliyor ve sırıtıyor. “Bunu büyütmeyelim, tamam mı?” “Bazı şeyler büyütülmelidir. Ama bunu şimdi tartışmak istemiyorum ve… anlayacağından da şüpheliyim.” “Anlamaz mıyım? Ahh… dur, şimdi anladım.” “Sadece git.” Kız, savunmadaki duruşunu bozmuyor. “Biliyorum,” diyor adam. “Ben kötü adamım, değil mi ve sen de masum, zorlanan kadınsın. Ah, eminim. Gerçekten masum.” Adam ayağa’kalkıyor. “Evet, sana bir şey söylememe izin ver…” “Hey. Gevşe biraz,” diyor kız, durumu kontrol altına almaya çalışırken. “Sakin ol.” “Sakin mi?” Adam, kelimeyi anlamsız bir şeymiş gibi tekrarlıyor. Yap şunu! “Bir dakika!” diye bağırıyor adam. “Ne?” diye soruyor kız, ama onun kendisiyle konuşmadığını, göz kapaklarının, bir tür transa geçmiş gibi titrediğini görebiliyor. Adam ellerini birbirine kenetleyerek bir adım atıyor. Kız duruşunu bozuyor ve kapıya doğru koşuyor. Adam onu yakaladığında emniyet kilidiyle uğraşıyor. Çığlık atmaya çalışıyor, ama adam elini sertçe ağzına bastırıyor. Sonra adam üzerine çıkıyor, kollarını çekiyor, bağırıyor, mı12 Jonathan Santlofer Ölüm Ressamı 13 rıldanıyor, ama sesi kaba, tanınmaz bir halde. Kızın kollarını kafasının üzerine doğru geçiyor. Kız, onun kuvveti karşısında şaşırıyor, ama bir elini kurtarıp agzma bir yumruk atmayı başarıyor, ince bir kan çizgisi, ağzının kenarından akıyor. Ama adam bunu fark etmişe benzemiyor, kızı yere yatırıyor, her iki kolunu da dizlerinin altında sıkıştırıyor, bütün ağırlığını verip kızın bluzunu yırtmak ve göğüslerini yoklamak için ellerini kurtarıyor. Kız ona tekme atmaya çalışıyor, ama isabet ettiremiyor, bacakları sadece havayı dövüyor. Sonra, adam onun çenesini kavrıyor, öne eğiliyor ve ağzını sertçe kızın ağzına bastırıyor. Kız, kanın tadını ağzında hissediyor. Kafasını geri çekiyor, adamın yüzüne tükürüyor ve kendisini bağırırken duyuyor: “Seni öldüreceğim!” Adam sertçe kızın yüzüne vuruyor, sonra üzerinden çekilip kanepenin yanında durup yukarıdan ona bakıyor. “Bunu nasıl yapacağız?” diye soruyor. “Güzellikle mi halledeceğiz, yoksa pek o kadar güzellikle olmasın mı?” Kız çift görmeye başlıyor, kendini yerden kaldıramıyor ve kusmak üzere olduğunu fark ediyor. Sonra, adam yine onun üzerine çıkıp küfrederek, kıza sürtü-nüyor. Kız, Billie Holiday’e konsantre olarak Marilyn’in yastığını ısırıyor. Ama sonra adamın hareketleri hızlanıyor, daha yüksek sesle küfrediyor ve kız adamın içine giremediğini fark ederek rahatlıyor. Adam, kızın üzerinden çekiliyor, “Sadece beni tahrik edemedin, o kadar,” diyor ve pantolonunu çekiyor. Bu bir hataydı. Tabii ki hataydı. Plana bağlı kal. Kız eteğini kapatıyor. “Yeni nesil kadın… Pek sert,” diyor adam, yara almış egosunu rahatlatmak için geveliyor. “O kadar sert ki erkeğini tatmin edemiyor.” Kız, sadece adamın gitmesini isteyerek düzgün düşünmeye çalışıyor. “Evet,” diyor. “Haklısın. Ben – ben, özür dilerim. Sorun sen değildin, benim-” Adam, kızın yüzünü yakalayıp onu kendisine döndürüyor. “Ne? Ne dedin sen?” Kız, onun elini itmeye çalışıyor, ama yapamıyor. “Sen bana patronluk mu taslıyorsun? Bana! Seni lanet olası küçük sürtük!” Adam, kızın yüzünü bırakıyor ve sonra tokat o kadar hızlı geliyor ki kız önce şaşkınlıktan donakalıyor, sonra da bağırmaya başlıyor. “Defol! Defol, git buradan!” Telefona hamle ediyor. Ama, adam ondan çok daha hızlı. Telefonu yerinden söküyor. Prizden kopan kablo havada zıplıyor. Sonra, adam kızı saçlarından tutup belini sarıyor ve onu mutfağa sürüklüyor; kahve makinesinin sıcak camı, kızın çıplak ensesini haşlıyor. Adam kızı duvara yapıştırıyor. Kahve makinesi devriliyor ve kaynar kahve kızın ayak bileklerini yakıyor. Kız adamın yüzünü tırmalamaya çalışıyor, beceremiyor ve adam, ona çok kötü bir yumruk atıyor. Zihnini, üzerinde beyaz bir ayin elbisesi ile küçük bir kız-kenki hali kaplıyor; derken beyaz, griye dönüyor, ve sonra her şey siyah oluyor. Adam, elinin küçük lavabodaki bıçağı buluşunu neredeyse hatırlamıyor bile, ama artık kızın sesi çıkmıyor. B i r bacağı bükülmüş, bir bacağı öne uzanmış yerde yatıyor ve her yerde kan var; ocak, dolaplar ve yer kanla kaplanmış. Kızın, artık her tarafı koyu, harika bir kırmızıyla kaplı bluzunun ne renk olduğunu hatır-layamıyor. Pembemsi tükürükler, kızın ağzının kenarında baloncuk yapıyor. Gözlerini kocaman açmış, şaşkınlık içinde ona ba14 Jonathan Santlofer Ölüm Ressamı 15 kıyor. Adam da onun boş bakışına aynı şekilde karşılık veriyor. Bu, ne kadar sürdü? Kimse onları duydu mu? Sirenleri, diğer dairelerden gelen televizyon, radyo, hayat belirtisi gösteren sesleri dinliyor, ama hiçbir şey duymuyor. Kendisini şanslı hissediyor. Evet, her zaman şanslıydım. Sinirleniyor, “Ne pislik.” Boğazı kurumuş. Lavabonun yanında bir çift bulaşık eldiveni buluyor, kanlı ellerini onlara geçiriyor, bıçağı dikkatle yıkıyor ve çekmecelerden birine koyuyor; sonra, kanlı ayak izleri bırakmamak için ayakkabılarını çıkarıyor ve tezgaha, ekmek kızartma makinesinin yanına koyuyor. Birkaç kağıt havlu koparıyor, onları yuvarlıyor, üzerine deterjan döküyor ve dokunduğunu hatırladığı her şeyi temizlemeye başlıyor. CD çalardan Billie Holiday diskini bile çıkartıp kutusuna yerleştiriyor ve diğer CD’lerin arasına koyuyor. Düşürmüş olabileceği şeyler için kanepeyi gözden geçiriyor, yırtılan bir şey, kopan bir düğme, hatta saç teli. Kızın olduğunu düşündüğü birkaç tel saç görüyor, ama mutfak duvarında asılı elektrikli el süpürgesini alıyor, kanepeyi birkaç kez temizliyor, makinenin torbasını boşaltıyor ve tekrar yerine koyuyor. Farkında olmadan dudağına dokunuyor, acıdığını hissedip öpüşmeyi hatırlıyor. Mutfağa dönüp bulaşık süngerini alıyor, üzerine deterjan sıkıyor, ölü kızın dudaklarındaki kanı siliyor ve kızın ağzının içini ve dışını süngerle ovarak temizliyor. Kızın cansız elini kaldırıyor. Oje mi? Hayır, kan. Benim mi, onun mu? Ama sünger, burada işini yapmayı reddediyor, inatçı kırmızı lekeler, tırnakların içinde kalmaya devam ediyor. Süngeri, pantolonunun cebine, ıslak kağıt havluların hemen yanına tıkıyor, ıslaklık kumaştan bacağına geçiyor. Sonra, ceketinin iç cebinden, her zaman yanında taşıdığı deri kılıflı manikür setini çıkartıyor ve hassas metal gereçleriyle çalışmaya başlıyor, işini bitirdiğinde, kızın tırnakları artık sadece temiz değil, törpülenmiş de. Adam, bir süre durarak yaptığı işin keyfini çıkartıyor. Sonra, tırnak makasını kullanarak kızın saçından bir tutam kesiyor ve gömlek cebine, tam kalbinin üzerine koyuyor. Kıza daha da yaklaşıp yanağına dokunuyor. Eldivenli parmağı kıpkırmızı oluyor. İşte bu! Kızın şakağından başlayıp kırmızı parmağını yavaşça ve dikkatle yanağında gezdiriyor, kızın göğsündeki kan gölüne parmağını daldırmak için duruyor, sonra kulağının yanından tekrar başlayarak kavis yapıyor ve ölü kızın çenesinin sert hatlarını da çizip bitiriyor. Mükemmel. Şimdi, işe yarar bir şeye ihtiyacı var. Küçük yatak odasında, yatağın üzerindeki tabloya bakıyor. Çok büyük. Belki de kaim gümüş zincirin ucundaki büyük, siyah haç? Haçı, şifoniyerin çekmecesine atmadan önce tıpkı bir çocuk gibi bir elinden diğerine geçirerek oynuyor. Ama içindekilere bir göz attıktan sonra aradığı şeyin küçük bir fotoğraf albümü olduğuna karar veriyor. Kapıya giderek kilitleri açıyor, ayakkabılarını ve uzun yağmurluğunu giyiyor. Kapıdan çıkınca tereddüt ediyor. Birinci kattan, televizyondan “Laura, tatlım, ben geldim…” ve bir gülme sesi geliyor. Sinsice, koridordan ilerleyip ön kapıdan çıkıyor. Kapı, arkasından hızla kapanıyor. Sokağa çıkınca, eldivenli ellerini ceplerine sokarak başını öne eğiyor ve dikkatini normal bir hızla yürümeye veriyor. Ölü kızın evinin altı yedi blok ötesinde elini cebinden çıkartmadan eldivenlerden birini çıkartmayı başarıyor; eli serbest kalınca bir 16 Jonathan Santlofer taksi durduruyor. Şoföre nereye gideceğini söylerken sesinin sakinliğine kendisi de şaşırıyor. Bu, gerçekten oldu mu? Yoksabir tür halüsinasyon muydu?Bundan asla emin olamıyor. Belki de hepsi bir rüyaydı. Ama sonra, cebindeki ıslaklığı ve bir elindeki plastik eldiveni hissediyor – ve bunlar, yeterince gerçek. Boynundaki ve çenesindeki kaslar kasılıyor; bir anlığına, bütün vücudu titriyor. istediği bu muydu? Hayal meyal hatırlıyor. Artık çok geç. Oldu bile. Bitti. Taksinin çizik çizik camındaki yansımasını görüyor. Hayır, diye düşünüyor, daha yeni başlıyor. 1 Kate McKinnon Rothstein, on iki yaşındayken 1.80 metre boyuna ulaştığı için St. Anne’deki kızların taktığı adla “Sırık”, on iki odalı çatı dairesinin, gri zeminli oturma odasından hızla çıkarken bantlı ayakkabılarının tıkırtıları, Lauıyn Hill’in hip-hop soul tarzı müziğine eşlik ediyordu. Müzik, modern ve çağdaş tablolara, Afrika masklarına, ortaçağ sanat eserlerine ve antika kristal kapı tokmakları, Paris’teki bit pazarlarından bulunmuş pirinç banyo armatürleri, Faslı sokak satıcılarından alınmış işlemeli yastıklar, çok pahalı bir Fulper çömleği ve Ming hanedanından kalmış, paha biçilmez birkaç vazo gibi sadece New York’taki en iyi tasarımcının bulabileceği detaylara değip geçiyordu. Kate, neredeyse her tarafına beyazın hakim olduğu yatak odasına girince ayakkabılarını çıkardı ve kendisini, kar beyazı yorganı ve bir düzine beyaz ve kırık beyaz dantelli yastığıyla bir pamuk helvası adası olan kocaman yatağına atıp uzanmak istedi, ama eski arkadaşı Liz Jacobs’la buluşmak için sadece otuz dakikası vardı. Bunca yıldan sonra hâlâ odanın, hayatının ihtişamı onu şaşırtıyor ve aklına, odasının duvarlarında asılı olan tablolar kadar belirgin bir resim getiriyordu: ilk on yedi yılını geçirdiği dar, kü18 Jonathan Santlofer Ölüm Ressamı 19 çük yatak odası, tek kişilik yatak, ince somya, formikayla kaplı komodin, kendisinden daha yaşlı, dökülen duvar kağıdı. Kate, dolabının kapağındaki boy aynasında kendisine baktı. Şanslıyım, diye düşündü, çok şanslıyım. Şık takım elbisesini çıkartıp koyu renkli rahat bir pantolon ve boğazlı kaşmir bir kazak giydi, kısa bir süre önce kırlaşmaya başlayan, ama zengin ve ünlülerin kuaförü Louis Licari sayesinde bunun hiç de belli olmadığı siyah gür saçlarını iki bağa tarakla tutturdu ve kulaklarının arkasına en sevdiği parfüm olan Bal â Versailles’ı sıktı. Tam Proustluk bir an: Parti elbisesini giymiş Kate gibi uzun ve asil annesi, JCPenney markasına rağmen sarılıp onu öpüyor. Tatlı rüyalar, canım. Eğer annesi bugün hayatta olsaydı, diye düşündü Kate, ona litrelerce pahalı parfüm alır, gardırobunu tanınmış modacıların elbiseleriyle doldurur, onu Queens’teki o sıradan evden çıkartırdı. B i r utanç anı. Parfüm ve pahalı elbiseler kimin umurundaydı? Keşke, annesi Kate’in ona herhangi bir şey verebileceği kadar yaşamış olsaydı. İçini çekti. Banyoda, dudaklarına renksiz bir parlatıcı sürdü, kendisini, dönüştüğü bu kadını aynada inceledi; aslında, on yıl önce ardında bıraktığı kadından çok farklı değildi. Sadece birkaç çizgi çıkart, bir üniforma, silah ve 103. Bölge’deki erkeklerin yarısını korkutan bir bakış ekle. Ama bu, uzun zaman önceydi, Kate’in unutmak istediği başka bir hayatta kalmıştı. Bu, kanında olsa bile, hiçbir zaman polis olmayı istememişti. Babası, amcası, kuzenleri, hepsi polisti. Kate, üniversitede sanat tarihi okumayı seçmişti, ama dört yıl karanlık odalarda oturup ünlü tabloların slaytlarına bakıp, sanat eserlerini inceleyen, çözümleyen bir sürü çalışmayı, tarihleri ve terimleri -dayanma kemeri, pentimento, fresk, renk açma- ezberledikten sonra, bu Fordham eğitimli, tam burslu sanat tarihi mezunu hiçbir iş bulamamıştı. Altı ay boyunca geçici bir işte çalışıp, tanımadığı insanların mektuplarını temize çekip dosyaladıktan sonra, niye savaşıyorum, diye düşünmüştü. Polislik her zaman ilgisini çekmişti. Ayrıca New York Polis Departmanı’ndaki eğitim, Flaman ressamların sembollerini çözmekten çok daha kolaydı. Altyapısı sayesinde Kate, hiçbir zaman devriye gezmek zorunda kalmamış ve sanatla ilgili davalar, doğal olarak, hep ona gelmişti, ama erkeklerin onun üzerine yıkmaktan zevk aldıkları kaçak ve kayıp çocuk davalarına bakmaya başladığında işine tam anlamıyla gönlünü vermişti. Büyük bir hata. Çocukları bulamadığı veya kurtaramadığı on yılın sonunda artık bir kalp nakline ihtiyaç duyuyordu. Tanrıya, Richard Rothstein ve ikinci bir şans için şükrediyordu – mastır, doktora, sanat tarihi tezi ve sürpriz bir şekilde en çok satan kitaplar listesine giren Ressamların Hayatları kitabı. Artık Kate, çocukları kaybolmalarından önce kurtarıyordu ve bunu daha çok seviyordu. Birçok sorunlu çocuk Rothsteinlarm evinde gecelemiş, bazen geceler haftalara uzamış, Kate çocukların ellerini tutmuş ve çarşıdan tavuk alıp yabani havuçları buharda pişiren kendisi değil de hizmetçi olsa bile, onlara kaseler dolusu tavuk suyu çorba içirmişti. Astoria’dan gelen bu annesiz kızın, günün birinde kitabından uyarlanarak PBS’e1 çekilen diziyi sunacağı, veya vali adaylarına, şirketlerin üst düzey yöneticilerine ve film yıldızlarına San Remo’daki dairesinde partiler vereceği kimin aklına gelirdi? Kendisinin bile gelmezdi. Hayatı, bütün sahip oldukları Kate’i şaşırtıyor ve bazen de utandırıyordu; ve o, iyi şansla birlikte gelen bu 1) Public Broadcasting Service: Ağırlıklı olarak bilgilendirici programlar yayınlayan bir televizyon kanalı. 20 Jonathan Santlofer Ölüm Ressamı 21 suçluluk hissinden kurtulmak için, ihtiyacı olanlara elinden geldiğince bir şeyler vermeye çalışıyordu. Bantlıları çıkartıp topuklu bir ayakkabı giydi, omuzlarına hafif bir ceket aldı, işte tamam; hazırdı. Kate, Four Seasons Oteli’nin barına girince, kafalar Şeytan filmindeki gibi ona döndü; Kate, Liz’i barın diğer ucunda, kapağında soyut bir tablonun önünde kendisinin resmi olan ve “Sanat ve İnsaniyet Leydimiz” yazan Town and Country dergisinin bu ayki sayısının arkasında, yarı gizlenmiş halde buldu. “Bırak o aptal şeyi. Lütfen” dedi Kate, derinden gelen sesiyle. “Eğer zahmet edip de üzücü ve zavallı gençliğim hakkında tek bir şey söylemiş olsalardı, ağzında gümüş kaşıkla doğmuş, kibirli bir sosyetik olarak görünmezdim!” “Ah, mütevazı kapak kızı.” Liz, başını resimden kaldırıp mavi gözleriyle resimdeki kadının kendisine baktı. Kate eğildi, arkadaşını yanaklarından öptü ve sonra her zamanki zarafetiyle kendisini yüksek arkalıklı hasır sandalyeye bıraktı. Arkadaşının çilli yanaklarına, makyajsız yüzüne, son derece sade haline baktı, içtenlikle gülümsedi ve Liz’e zencefilli gazoz getiren smokinli garsona martini ısmarladı. “Gördüğüm kadarıyla hâlâ içmiyorsun.” Kate, bir paket Marlboro çıkarttı. “Gördüğüm kadarıyla hâlâ içiyorsun.” “Hâlâ bırakmaya çalışıyorum demek daha doğru olur. Keşke senin iradene sahip olsaydım.” Kate, bir sigara yakıp paketi çantasına attı ve uzun maun bara, katedral tavana, fısıldayarak konuşan, gülen, güzel hayatlarından zevk alan zarif çiftlere baktı. Sigarasından uzun bir nefes verdi ve dumanın dağılıp yok oluşunu izledi. Bazen bütün hayatı bu duman gibi aldatıcı görünüyordu; bir gece Charlie Rose’la1 Ressamların Hayatlarını tartışıyor, bir diğer gece klinikte AIDS’li bir gencin elini tutuyordu. “Yemin ederim, Liz. Beni bu hayata neyin hazırladığını bilmiyorum.” “Saint Anne’in -neydi? Wayward Kızları Okulu mu?” “Evet.” Kate güldü ve kadehini kaldırdı. “En sevdiğim, en eski dostuma.” Kadehleri tokuşturdular. “Evet, işkolik arkadaşımı Quantico’daki masasından kaldıran şey nedir?” “Tam burada, New York’ta, bir ay sürecek ileri bilgisayar becerileri eğitim programı.” “Olamaz.” Kate, ellerini maun masaya vurdu. “Benimle dalga geçme, Liz Jacobs. Quantico’nun seni New York’a, benim yanıma tam bir aylığına göndermiş olması mümkün değil.” ” D a l g a geçmiyorum. A m a tatlım, üzülerek söylüyorum, F B I beni buraya seninle takılayım diye göndermedi, ama sen de bu işin hediyesisin. Buraya, daha popomu koltuğa koymadan işlerimi değiştirebilen şeyleri nasıl kullanacağımı öğrenmem için bilgisayar kursuna gönderildim. Eğer nasıl yapacağını bilirsen bütün bilgilere ulaşabilirsin; profiller, dava dosyaları, her türlü suçluyu izleyebilirsin.” Parmağıyla çenesine vurdu. “Bütün o kayıp çocuklarını -bugün sahip olduğumuz veritabanma o zamanlar erişebilseydik o son çocuğu asla kaybetmezdin. Adı neydi, hatırlıyor musun?” Ah, evet, Kate hatırlıyordu. Ruby Pringle, diğer adıyla Judy Pringle. On ihyasında. En son, Queens Plaza Jeans Store’un çocuk bölümündeki soyunma odasına üç tane Calvin Klein pantolonla -üç kot, biri siyah, hepsi küçük beden- girerken canlı görülmüş. Üzerinde, Forest Hills’in ponpon kız üniforması varmış… Kate anıyı hafızasından uzaklaştırmaya cali P B S televizyonunun hafta içi yayınlanan bir saatlik sohbet programlarıyla öne çıkan ünlü televizyon gazetecisi.
Jonathan Santlofer – Olum Ressami
PDF Kitap İndir |