Jose Mauro De Vasconcelos – Şeker Portakalı 3 – Delifişek

Jose Mauro de Vasconcelos, bir dizi kitap boyunca hep aynı kişinin yaşamını anlatıyor: Ze… Zeze… Zeca… Gum… Kahramanın adı değişse de kitapların hepsinde aynı kişiyi görüyor, ‘Şeker Portakalı’nda onun çocukluğundan başlayarak, ‘Güneşi Uyandıralım’da delikanlılığını, ‘Delifişek’te (Doiddo’da) ilkgençlik yıllarını, daha sonra olgunluk çağını, gerileme dönemini ve yaşlılığını izliyoruz. Böylece bu unutulmaz kişinin yaşamına girerek, onun kendi kişiliğini keşfetmesine, günlük yaşantısında başından geçen ufak tefek serüvenlere, kendi kendisiyle hesaplaşmalarına ve kaderini aramasına tanık oluyoruz. Öte yandan, kahramanımızın kişiliğinde yazarın kendisinden pek çok şey var, çünkü Zeze’nin yaşamını anlatan bu kitaplar yazarın özgeçmişinden pek çok şey almış. Zeze de, onun yaratıcısı da yoksul ailelerden geliyorlar, her ikisinde de yerli kanı var; ikisi de ana babalarından alınıp yabancı bir ortamda ve sevgiden yoksun koşullarda yaşamak zorunda bırakılmışlar. Her iki Tıp Fakültesi’nin ikinci sınıfından ayrılarak eğitimlerini yarım bırakmışlar ve içlerinde uzaklara gitme arzusu filizlenmiş. Jose Mauro de Vasconcelos’un oradan oraya dolaşmakla geçen yaşamında, uzaklara yolculuklar, türlü uğraşlar ve olaylar, biraz da rasgele, birbirini izler ve ‘dövüş başına 100 cruzeiro’nun, zor bir yaşamla açlık arasındaki sınırı çizdiği zamanlarda ‘tüy sıklet antrenörlüğü’ yaptığı o ilk işinden başlamak üzere yıllar geçip gider. Vasconcelos, söyleşilerde sorulduğunda bu yaşam-öyküsünü kendisi de anlatırken, türlü işler yaptığı onca dolaşma sırasında, bir yazar için şart olan ‘hayatı bir çırak gibi öğrenme’ dönemini yaşadığını söyler. Daha sonra, burslu olarak gittiği İspanya deneyimi gelir; ‘kendini akademik yaşama vermeye fazlasıyla gönülsüz ve Avrupa’yı dolaşmaya fazlasıyla hevesli’ hisseden Vasconcelos’un bu bursu, buna dayanacak gücü bulduğu o bir haftadan sonra uzatılmış olsa gerek. Daha sonra da Villas-Boas kardeşlerle birlikte yaşadığı o unutulmaz deneyim süresince Araguaia bölgesinin göbeğinde nehirleri dolaşarak çevrenin düşmanca koşullarını tanıması ve hep yerliler uğruna savaşım vermesi. Ancak, yazarın oluşumu tamamlanırken, insan olarak kişiliği de ‘oluşmaktadır’, çünkü Vasconcelos’ da bu ikisi birleşir ve yazar bireyden ayrılamaz. Bu da onun Gracüiano Ramos ile Jose Lins do Rego’yu yeğlemesinin nedenini oluşturur. Vasconcelos, yazı yazma yöntemini bize şöyle anlatır: “Kitaplarımı birkaç gün içinde yazıverdiğim doğrudur. Ama buna karşılık fikirlerimi olgunlaştırana kadar yıllarca üstünde düşünür taşınırım. Hep daktiloyla yazar, her bir bölümü hiç durmaksızın yazıp bitiririm; yazdığımı ancak bitirdiğim zaman okurum. Gündüz ya da gece, saat kaç olursa olsun yazarım.


Yazı yazarken sanki trans halindeyimdir. Ancak parmaklarım acımaya başladığında bırakırım tuşlara vurmayı, o zaman anlarım ne kadar çok çalıştığımı. Çalışmak mı dedim? Ne düşüncemi, ne de duygularımı iyi anlatabildim: Yazı yazmak, öyküler anlatmak, yaşanmış olayları nakletmek, tanıdığım çocukların anılarına dalmak benim için çalışmak demek değildir. Kendi kendime verdiğim bir armağandır bu.” Delifişek, Jose” Mauro de Vasconcelos’un delikanlılıkilkgençlik dönemini anlatıyor; bunu roman türünde anlatıyor olsa da, yaşamının Natal kentinde geçen yıllarıyla ilgili bir itirafname olduğu anlaşılıyor bu kitabın. Ze Mauro’nun bu yapıt için duyduğu sevginin nedenini buna mı bağlamak gerek bilemiyorum. Kitabını İspanyolca’ya çevirmem için bana yolladığında şöyle demişti: “Bütün kitaplarımın içinde bana en yakın olanlardan biridir bu; ve gönül rahatlığıyla itiraf edeyim ki İspanyolca olarak basılmasını en çok istediğim de yine bu kitabımdır.” Kitabın, önemli olaylar içermeyen yalın anlatımı içinde bütün ağırlık psikolojik yönüne verilmiş. Yazar, büyük bir ustalıkla, ya da yarattığı kişilerin derinine inerek, karakterlerinin karmaşıklığı içinde onları yakından izliyor, onları ve yazar kendisini, insan olarak bütün çıplaklıklarıyla ve zaaflarıyla ortaya koyuyor; hayattaki başarılarını gösterip başarısızlıklarını kabulleniyor. Vasconcelos’un öteki kitaplarındaki gibi bunda da ana tema, sevecenlik arayışı ve insanoğlunun hayal kurma hakkından vazgeçmemek için yaptığı kaçamakların idealleştirilmesi. Bu kez, öteki kitaplarında kişilik verecek kadar önemsediği doğaya, aynı derecede yer vermiyor. Ve kitaplarının hepsinde yaptığı gibi, insan olarak bütün öteki insanlarla dayanışma içinde olduğunu gösteriyor. Romancı, yarattığı kişiliği ele alıp onun öyküsünü anlattığı zaman, okuyucusuyla arasında derin bir iletişim kuruluyor. Şeker Portakalı’ndaki şiirselliğin bulunmadığı bu kitapta yazar, daha gerçekçi; insanın hayat mücadelesinin katı gerçeğini daha özümsemiş; ama yine de okuyucusunun aklından çok, duygularına yöneliyor. Ona göre, ruhsal bir davranışı ve ahlâkî bir amacı ortaya koyan bir kitabın dokunulmazlığı vardır; her iki öğe de var olduğu zaman, bütün geri kalanlar, bazen edebî bir bahaneyle yazılmış bir konu, bir öykü, bir olay olmaktan öteye gidemez.

Vasconcelos’un öyküsünde de bu davranış ve bu amaç ortaya çıkar, bazen alaylı bir tümceyle, bazen bir sıfatın kırıcı sertliğiyle ki bu, kimi zaman Tanrı’ya bir hakaret, kimi zaman da ona karşı açık bir başkaldırı olabilir, bazen de önemli bir paragraf boyunca süren ya da melankolik bir ayrıntıda kendini gösteren tanımlanamaz bir gülümsemeyle. Ama her defasında, kahramanlarını yaratıp yönlendirdiği o sımsıcak insancıllık belli eder kendini; toplumdaki huzursuzlukları, yapıtlarına belirli bir toplumsal eleştiri getirip, başkalarını sömüren grupları yargılayacak biçimde gözlemler. Somut bir örnek vermek gerekirse, yerli sorunu, onu sürekli kaygılandıran konulardan biridir. Ama bu demek değildir ki yazar, kendini yargıç yerine koyup bir yargıya varsın: O, gerçekçi bir konumdadır, bu yüzden de inandırıcıdır; insanı düşünmeye iter, toplumsal oyunun belirli uyumsuzluklarına dikkati çeker, heyecanlandırıcı bir tutkuya kapılmadan yerli haklarını savunur. İşte o zaman somut bir ahlâkî amaca vararak, eskiden anlamı olmayan ya da var oldukları halde değer verilmeyen şeyler için yeni bir duyarlılık ister. ‘Eski oyuna yeni kurallar’: ülkenin yerli halkının hakkını araması, herkese eşit hak. Delifişek’teki doku, toplumsal değil, ruhsaldır; burada söz konusu olan, bireyin hakkını araması, birinci ve en önemli hakkı olan özgürlüğünün tanınmasıdır. Sevme özgürlüğü, seçme özgürlüğü, kabul etmeme özgürlüğü, hayatını yaşama özgürlüğü, başkalarının istediği değil kendi istediği geleceği seçme özgürlüğü. Burada esas olan, amacını belirlemek ya da elde etmek için Vasconcelos,un okuyucu önünde uysal bir davranış içine girmemesidir; o sadece gerçeği ve çözüm yollarını ortaya koymaktadır. Kendine göre bir devrimcidir, çünkü düşünce biçimine, önyargılara ve ahlâk kurallarına değişiklikler getirmek ister. Devrimci olmanın iki yolu vardır; Vasconcelos gibi ‘barışçı bir devrimci’ için tek yol, insanları sevmektir. İşte Delifişek’te işlenen ana tema da bu; bunun insan- Vasconcelos’u en fazla kaygılandıran konu olduğunu düşünürsek, onun en sevdiği kitabının bu olmasına da şaşmamak gerek. Bu kitabın sayfalarında onun insan olarak ‘militanlığı’, kardeşleri olarak gördüğü insanların hakları için her zaman ve her alanda savaşması yer alıyor. Böylelikle bu roman, insanlıkla dayanışma halindeki bir ‘insan’ ile bunun gerektirdiği görevlerin bilincinde olan bir ‘yazar’m, vicdanları yönlendiren ve biçimlendiren sesi haline geliyor. HEYDEE M.

JOFRE BARROS1 1 Heydee M. Jofre Barros, Vasconcelos’un yapıtlarını Portekizce asıllarından İspanyolca’ya çevirmiştir. Bölüm 1 OKUL Annemin buyurgan bir sesle bağırması ta içerden duyuluyordu: — Ömrünün sonuna kadar banyoda mı kalacaksın?. Bak ama, okula gitmen gerek!. Okula gitmek için çoktan hazırlanmış olmalıydın!. Saat neredeyse sekiz oldu! Okula gideceğini unutma!. Okul!. OKUL!. OKULL Aman Allahım, tek bir sözcük, öylesine güzel bir sabahı nasıl da mahvedebiliyordu! Okulun canı cehenneme! Tahta bir sırada oturup bütün ömrünü matematik, din, coğrafya dersi dinlemekle geçirmek budalalıktı… Yo, hayır, coğrafya öyle değil. Her şeyin adını, ırmakların, ülkelerin adlarını bilmek güzel şeydi. Karnemi verdiklerinde içindeki yorum hep aynı oluyordu: “Coğrafya, tembellere ve serserilere özgü bir ders…” Okul!. Ne zaman sona erecekti bu dert? Yakında on dört yaşımı bitirecektim, bademcik ameliyatı olduğumdan beri de daha büyük gösteriyordum. Yaşımdan büyük görünmek için, yüzümü hayran hayran seyrettiğim aynanın karşısından ayrılamıyordum. Sivilcelerin önemi yoktu, çünkü zamanla kayboluyorlardı. Asıl kötü olan burnumdu.

Mosmor küçük bir patatesi andıran burnum iğrençti. Evet, iğrençti, çünkü küçük gözlerimle, kıvırcık saçlarımla, güçlü boynumla ve Potengi ormağı’nda gizli gizli yaptığım yüzme antrenmanları nedeniyle göğsümün aldığı görünümle hiç ilgisi yoktu. Ama ne burun… İnsanların neden burnu vardı ki? Amcamın burnu tam bir papağan gagasını andırıyordu, ama hiç değilse gerçek bir burundu onunki. Dört Kadın adında bir kitapta dansla ilgili bir şey okurken kızlardan birinin inceltmek için burnuna mandal taktığını öğrenince daha da beter olmuştum. Ben de aynı şeyi yapmış ve patates yerine bu kez dolmalık biber gibi bir burunla kalmıştım. Utancımdan yemeklerde ev halkının yüzüne bakamıyordum. Okul!. Hazırdım. Formamı giyip kitapları kaptım. “Tramvaya bin!’ diye tembih ediyorlardı. Ne tramvay, ne başka bir şey. İki yüz reis’i1 (‘ Reis: Brezilya’da para birimi. (Çev.)) saklıyor, yokuşu yürüyerek çıkıyordum. Parayı teneffüste hindistancevizli dondurma almak için kullanacaktım.

Junqueira Aires Sokağı’nm yokuşunu uçar gibi çıkıyordum, çünkü Saray Meydanı’na vardığımda Tarcisio Medeiros’la buluşacaktım ve birlikte Ieda’nm evinin önünden geçecektik. Ne güzel kızdı Ieda. Yaşı bizden büyüktü ve benim kuzenlerimden ikisiyle flört ediyordu. Hatırlıyorum da onu ilk kez bir köşeye sıkıştırdığımda -sanıyorum ilk ve son oldu- ne söyleyeceğimi bile bilmiyordum, ama sonradan kendimi tam bir erkek gibi hissetmiştim. Ieda uzaktan bakıp el sallıyor, akşam kahvaltısı için götürdüğüm sapoti’yi1 yiyordu. Ieda’nm bir anda pencereden kaybolduğu çok oluyordu: Annesi içeri çekiyordu onu. O zaman ben de bir koşu tutturuyordum. Heyecan içinde, Tarcisio’yu meydanda bekliyordum. İşte geliyordu. Sıska, esmer, sessiz, iyi huylu. Deli gibi kıskanıyordum onu. Formasının geniş paçalı pantolonu öyle şıktı ki. Oysa benimkiler daracıktı, biraz da kısaydı. Tahtaya kalktığımda hasımlarımın yorumları gelirdi kulağıma: — ‘Düdük’ pantolonlu! Çorap gibi bacaklarına yapışmış! Şıklığına diyecek yok! Ama onlar ne derlerse desinler, Marist2 rahipler tarafından kayırıldığım da bir gerçekti. Durmadan benden söz edip zekâmı öve öve bitiremiyorlardı: “Bu çocuk adam olacak…” “Her şeyi ne de kolay öğreniyor…” Tarcisio, karşıdan ağır ağır geliyordu.

— Matematik sınavı ne olacak, Ze? Hay Allah, matematik! En zayıf noktamdı bu; bütün aldığım cezaların nedeniydi, sinemayı kaçırmamın, futbol maçına sokulmayışımm nedeniydi. Gerçi futbolu pek kötü oynuyordum, ama oynamaya da bayılıyordum. Yüzmede ise üstüme yoktu. — UYANSANA Ze! Matematik dedim. — Son sınavdaki gibi yaparsak sorun yok… — İstediğin soruyu çıkartabilecek misin? — Biraz zor olacak. Peder Feliciano çok kızgın. — Bir şey yapamaz mısın? — Yüzmeye gitmek için dersten kaçtığımı, ailemin de bunu istemediğini biliyor ya, bir daha kaçmayacağıma söz veririm, o da kutudaki soruyu değiştirir. — Peki sözünde duracak mısın? — Deli misin? Sınavı verene kadar dururum; sonra yine giderim yüzmeye. — Ama öbür sınav gelince o da sana inanmaz. — Öbürünü nasıl yapsak olur. Çünkü bu seferki üçüncü yoklama. Üçünden iyi not alınca dördüncüsü kötü bile olsa geçeriz. — Kutudaki sayılar değiştirildiği halde nasıl oluyor da istediğimiz gibi çıkıyor, Ze? — Ben gördüm nasıl olduğunu. Diyelim ki on iki soru var, hepsinin numarası çalıştığımmkiyle aynı. Kuradan sonra Peder Feliciano kutuyu alıp asıl soruları koyuyor.

— Ya günün birinde ortaya çıkarsa? — Yok canım. Onun olduğunu kimse anlamaz. Sayılar değişik bir yazıyla yazılmış. Sen onu aptal mı sanıyorsun? — Neden seni bu kadar seviyor? — Çünkü beni küçüklüğümden beri tanıyor. — Beni de küçüklüğümden beri tanıyor. — Öyleyse sen benim kadar güzel değilsin de ondan. O bana kendi oğluymuşum gibi davranıyor. Hiç kimse çirkin bir oğlu olsun istemez. — Vay canına, amma da kendini beğenmişsin! — Kadınların gözünde ne kadar sükseli olduğumu görmedin mi yoksa? — Aman ne müthiş kadınlar! — Değiller ama olacaklar, görürsün bak! Bahçedeki banka oturalım mı? — Oturalım. Ama saat gelmedi mi? — Daha on dakikamız var. Sonra koşarız. Peder Amadeo’nun dersi var; geç kalana kızıyor. Yabani incir ağacının minik toplarını potinlerimizin altında eze eze yürüdük: pafpaf-paf-paf. Gidip oturduk. Katedralin kulesindeki bayraklara baktık.

Bayrakları gördüm mü hayal kurmadan edemiyordum. Günün birinde Yabancılar Lejyonu’na gidecektim. Bayraklar özgürlük ve hayat demekti. Limanın dışında kalan gemilere yardımcı olmak için kulede nöbet tutan izcilerle arkadaş olmuştum. Yeniden Yabancılar Lejyonu’nu düşünüyordum. ‘Beau Geste’ filmini görüyordum, bölüm bölüm. — Kolayı var, Tarcisio. İnsan bir suç işler ve oraya kaçar. Yabancılar Lejyonu’nda kimse kimsenin geçmişinden rahatsız olmaz. — Oraya yazılabilmek için şu anda tanıdıklardan hangisini öldürürdün? Söyle bakalım… — Müdür olan rahibi. Şu Peder Jose’yi hiç sevmiyorum. O iblis herif, matematikten hiçbir şey öğrenmiyorum diye bana söylemediğini bırakmıyor. — Peki onu nasıl öldürürdün? — Kimya sınıfındaki o mavi zehirle. Birasının içinde eritirdim. — Evet ama kimya sınıfındaki dolapların hepsi kilitli.

— Öyleyse onu kilisenin kulesinden aşağı iterdim. Çanların bulunduğu büyük pencerenin üzerindeki küçük pencerenin oradan. — Peki koca göbekli şişko bir ihtiyar kulenin merdivenlerini nasıl çıkacak? Bütün basamakların kırık olduğunu görmedin mi? Öyle yerler var ki insanın kenardan çıkması gerekiyor; altı basamaklık boşluk bile var. — Sen de her şeyi berbat edersin. — Allah Allah, öldürmekten söz eden sendin… — Ne yazık. Peder Jose ölseydi üç gün tatil yapardık. Ama nerede bizde o şans. İki yıl içinde okulu bitireceğiz. O moruk öyle sağlıklı ve neşeli ki, öleceği falan yok. Sustuk. Bayraklar öyle çekiciydi ki gözümü ayıramıyordum. ‘Coğrafya, tembellere ve serserilere özgü bir ders.’ — Ze, sana anlatacağım bir şey var, ama pazar gününe kadar anlatacağımı sanmıyorum. — Neden pazar? Yürürken bir yandan anlat. Kalkıp yürümeye başladık.

— Pazar günü annen eve gitmene izin verir de mango ağacına tırmanırsak konuşuruz. Kimsenin öğrenmesine gerek yok. — Pazara daha çok var. Üç gün geçmesi gerek. Seninkini anlatırsan ben de sana şaşılacak bir şey söylerim. — Pekâlâ. Okul bittiğinde ne olacağını düşündün mü? İster istemez ters bir hareket yaptım. Daha birkaç gün önce babam beni muayenehaneye çağırmış, ben de gitmiştim, kafam iyice karışmış olarak. “Eminim erkeklerle ilgili şeyler soracaktır bana, erkek erkeğe konuşmak isteyecektir, oysa babamla bu konuda konuşmaktan çok utanırım.” “Günün birinde sen de baba olduğunda…” Keyfim kaçıyordu, çünkü insan büyüyordu ve ne yazık ki ben de herkes gibi baba olacaktım, çocuklarımla aynı can sıkıcı tarzda konuşacaktım. Oysa babam bana Tarcisio’nun sorduğunu sormuştu: Liseyi bitirdikten sonra ne yapacaktım? Aman Allahım, bunu hiç düşünmemiştim bile. Sadece üç gün olmasına ragmen pazara daha çok vardı… Babam, sorunu kısa zamanda çözümleyebilmem için olanaklarımı ve eğilimlerimi tartarak bu konuyu artık düşünmeye başlamamı istiyordu. Aslında benim yüzmekten başka düşündüğüm bir şey yoktu, yüzmek, güneşlenmek ve özgür olmak. Kuşkusuz o, benim doktor olup muayenehaneyi devam ettireceğimi düşünüyordu. Ben, doktor ha? Başkalarından hastalık kapmak, yaraları ellemek, pis kokular duymak… Marist pederler de benim dinsel eğilimlerim olduğunu sanıyorlardı.

Hiç ilgisi yoktu. Ayinler benim için gittikçe daha sıkıcı, tekdüze, birbirinin eşi, anlamsız olup çıkıyordu, tıpkı emilmekten hiç tadı kalmamış bir şekerkamışı parçası gibi… Ben hiç, ama hiçbir şey olmak istemiyordum. ‘Coğrafya, tembellere ve serserilere özgü bir ders.’ İşte o zaman içime hüzün gibi bir şey çöküyordu, çünkü ufukta benim için başarısızlığa benzer bir şey görünüyordu. Herkes artık geleceğini düşünerek planlar yapmaya çalışıyordu; bense hiçbir şey düşünmüyordum… — Bu konuda ne düşündün? — Hangi konuda? — Geleceğin konusunda. — Düşünmeye başlamak üzere gibiyim. Ya sen? — Ben seni bilirim. Hiçbir şey düşünmedin, düşünmek istediğin de yok. Biz ikimiz kardeş gibi olduğumuza göre sen de benimle gelebilirsin… — Şimdiye kadar nereye gideceğini söylemiş değilsin, şimdi de beni yanında götürmeye kalkıyorsun. — Denizaltıya ne dersin? Gerçekten şaşırmıştım. Her zaman öyle sakin, öyle iyi huylu olan Tarcisio’ya baktım. — Doğru söylüyorum. Denizaltılarda çalışacağım. En büyük hayalim bu. — Korkmuyor musun? Ne zamandan beri bunu düşünmeye başladın da bana anlatmadın, haa?

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Çok teşekkürler, beni bu siteyler ne kdar mutlu ettiğinizi bilemezsiniz. Yumuşacık kalbimle zalimce oynayan çakma pdf sitelerinden çokça çektikten sonra şurası adeta bir gül bahçesi. <3 <3 <3