Justin Cronin – On Iki – Hiclikten Gelen Kiz 2

Akşam yemeği ile duasından, banyo gecesiyse banyodan sonra ve günün son pazarlıklarının ardından (Biraz daha otursak olmaz mı rahibe, n’olur? N’olur, bir masal daha?), çocuklar nihayet uyuduğunda ve ortalık sakinleştiğinde, Amy onları seyrediyordu. Bunu yasaklayan bir kural yoktu; Amy’nin geceleri ortalıkta gezinmesine bütün rahibeler alışmıştı. Amy sessiz odaların arasında mekik dokuyor, güvenle uyuyan çocukların yattığı sıra sıra uzanan yataklara sokuluyordu. Çocukların en büyüğü on üç yaşındaydı, yetişkinliğe adım atmak üzereydi; en küçük olanlarsa bebekti daha. Her birinin üzücü bir geçmişi vardı. Birçoğu ebeveynlerinin üçüncü çocuğuydu ve vergiyi ödeyemeyen anne babaları tarafından yetimhaneye bırakılmıştı. Geri kalanlarsa daha da zalim koşulların kurbanıydı: kimilerinin annesi doğum sırasında ölmüştü veya evli olmamanın utancına dayanamamıştı; kimilerininse babası şehrin yeraltı dünyasında sırra kadem basmıştı veya sur dışında saldırıya uğramıştı. Çocuklar farklı farklı kökenlere sahip olsa da aynı kaderi paylaşacaktı. Kızlar tarikata katılıp günlerini dua, tefekkür ve çocuklara bakmakla geçirecekti; oğlanlarsa Seferberlik Ordusu’na katılıp asker olacak, farklı ama bir o kadar bağlayıcı bir yemin edeceklerdi. Ama rüyalarında çocuklar… hâlâ çocuklar, diye düşündü Amy. Kendi çocukluğu çok uzak bir anı, soyut bir tarihti; ama yine de Amy uyuyan çocukları, rüyaların o uyuyan gözlerin kapaklarını oyuncu bir şekilde titreştirmesini seyrederken, kendi çocukluğuna, kendisinin de başına gelecekleri bilmediği, hayat yolculuğunun fazla uzun süreceğinden habersiz olduğu, sadece dünyadaki ufacık bir varlık olduğu zamanlara daha yakın hissediyordu kendini. Zaman, Amy’nin içindeki bir enginlikti; yaşadığı yılları birbirinden ayırt edemiyordu artık. Belki de çocukların arasında bu yüzden geziniyordu: hatırlamak için yapıyordu bunu. Caleb’ın yatağını sona saklamıştı, çünkü onun kendisini beklediğini biliyordu. Bebek Caleb bütün çocuklar gibi gergin ve enerjikti, sürprizlerle doluydu, eğlenceliydi ve irkiltici gerçekleri çekinmeden söyleyebiliyordu; aslında bebek de değildi artık, beş yaşında bir oğlandı.


Annesinin yalnızca çıkık ve biçimli elmacıkkemiklerini değil, onun klanının zeytuni ten rengini de almıştı. Babasınınsa sert bakışlarını, karanlık düşüncelerini ve Koloni’de “Jackson saçı” olarak bilinen, kısa kesilmiş, kalın telli, siyah saçını almıştı. Fiziki bir karışımdı; kabilesinin parçalarından oluşma bir yapboz gibiydi. Amy onun gözlerinde görüyordu bunu. Caleb hem Mausami’ydi, hem Theo’ydu, hem de yalnızca kendisiydi. “Onları anlat.” Her gece aynı ritüel. Çocuk hatırlamadığı geçmişine dönmeden uyuyamıyordu sanki. Amy her zamanki gibi onun karyolasının kenarına oturdu. Çocuğun sırım gibi, minik bedeni battaniyelerin altında pek belli olmuyordu; etraflarında uyuyan yirmi çocuk, sessiz bir koroydu. “Şey” diye söze başladı Amy. “Şimdiii. Annen çok güzeldi.” “Savaşçıydı.” “Evet” diye karşılık verdi Amy gülümseyerek, “güzel bir savaşçıydı.

Uzun, siyah saçını savaşçı gibi toplayıp örerdi.” “Ok atabilmek için.” “Doğru. Ama en önemlisi, dikbaşlıydı. Dikbaşlı ne demek, biliyor musun? Daha önce söylemiştim.” “İnatçı mı?” “Evet. Ama iyi anlamda. Akşam yemeğinden önce ellerini yıkamanı söylesem ve sen yıkamayı reddetsen, bu iyi değildir. Kötü bir inatçılık türüdür bu. Söylediğim şu ki, annen doğru olduğuna inandığı şeyi yapardı hep.” “Beni o yüzden doğurdu.” Çocuk pür dikkat dinlemişti. “Çünkü… dünyaya ışık getirmek doğru şeydi.” “Güzel. Hatırlıyorsun.

Sen parlak bir ışıksın Caleb; bunu asla unutma.” Çocuğun yüzüne mutluluk yayılmıştı. “Şimdi Theo’yu anlat. Babamı.” “Babanı mı?” “N’oooolur.” Amy güldü. “Tamam öyleyse. Baban. Birincisi, çok cesurdu. Cesur bir adamdı. Anneni çok seviyordu.” “Ama üzgündü.” “Doğru, üzgündü. Ancak biliyor musun, cesur olmasının sebebi de buydu. Çünkü hayattaki en cesur şeyi yaptı.

Bu nedir, biliyor musun?” “Umudunu korumak.” “Evet. Durum umutsuz görünürken bile umudunu korumak. Bunu da asla unutmamalısın.” Amy eğilip çocuğun sıcak alnını öptü. “Hadi artık, geç oldu. Uyku vakti geldi. Yarın yeni bir gün.” “Beni… seviyorlar mıydı?” Amy afalladı. Soruya değil –içinin rahatlatılmasını isteyen Caleb bu soruyu defalarca sormuştu– çocuğun sesindeki kararsızlığa. “Elbette Caleb. Kaç kez söyledim ya. Seni çok seviyorlardı. Hâlâ seviyorlar.” “Çünkü cennetteler.

” “Evet.” “Orası hepimizin sonsuza kadar bir arada olacağı yer. Ruhun gittiği yer.” Çocuk bakışlarını kaçırdı. Sonra “Senin çok yaşlı olduğunu söylüyorlar” dedi. “Kim söylüyor Caleb?” “Bilmem.” Battaniyelere koza gibi sarınmış olan çocuk hafifçe omuz silkti. “Herkes. Diğer rahibeler. Aralarında konuşurlarken duydum.” İlk kez açılan bir konuydu bu. Amy’nin bildiği kadarıyla, gerçekten yalnızca Rahibe Peg haberdardı. “Eh” dedi Amy kendini toplayarak, “en azından senden büyük olduğumu biliyorum. Sana uyku vaktinin geldiğini söyleyecek kadar büyüğüm.” “Bazen onları görüyorum.

” Amy şaşırdı. “Caleb? Onları nasıl görüyorsun?” Ama çocuk ona bakmıyordu; bakışları düşünceli bir hal almıştı. “Geceleri. Uyurken.” “Yani rüyanda.” Çocuğun buna verecek cevabı yoktu. Amy onun koluna battaniyelerin üstünden dokundu. “Sorun değil Caleb. Hazır olduğunda söyleyebilirsin bana.” “Aynı şey değil. Rüya gibi değil.” Çocuk tekrar Amy’nin gözlerine baktı. “Seni de görüyorum Amy.” “Beni mi?” “Ama farklısın. Şimdiki gibi değilsin.

” Amy onun daha fazlasını söylemesini beklediyse de çocuk devam etmedi. Amy nasıl farklıydı ki? “Onları özlüyorum” dedi çocuk. Amy başıyla onayladı; bu konunun şimdilik kapanmasına memnundu. “Özlediğini biliyorum. Ve onları tekrar göreceksin. Ama şimdilik hayatında ben varım. Peter Amcan var. Yakında eve dönecek, biliyorsun.” “Şeyle… Sef-herberlik Ordusu’yla.” Çocuğun yüzü kararlı bir ifadeyle aydınlandı. “Büyüyünce ben de Peter Amcam gibi asker olmak istiyorum.” Amy onu tekrar alnından öptü ve gitmek için doğruldu. “İstiyorsan olursun. Şimdi uyu.” “Amy?” “Evet Caleb?” “Seni öyle seven oldu mu hiç?” Amy çocuğun yatağının yanında ayakta dururken anılara daldı.

Bir ilkbahar gecesini, dönen atlıkarıncayı ve tozşeker tadını hatırladı; bir gölü, ormandaki kulübeyi ve elini tutan iri bir eli. Gözleri yaşardı. “Olduğunu sanıyorum. Umarım olmuştur.” “Peter Amca seni seviyor mu?” Şaşıran Amy kaşlarını çattı. “Bunu neden sordun Caleb?” “Bilmem.” Biraz utanan çocuk yine omuz silkti. “Sana bakarken… hep gülümsüyor.” “Eh.” Amy duygularını saklamak için elinden geleni yaptı. Hissettiği bir şey yok muydu? “Seni gördüğüne sevindiği için gülümsüyordur bence. Şimdi uyu. Söz mü?” Çocuk gözleriyle sızlandı. “Söz.” Tepedeki ışıklar dışarıyı aydınlatıyordu.

Ortalık Koloni’deki kadar aydınlık değildi – Kerrville fazla büyüktü–; kenarları gökyüzündeki yıldızlarla aydınlanan bir çeşit alacakaranlık vardı daha çok. Amy gölgelerden çıkmadan avludan usulca geçti. Surun dibinde merdiveni gördü. Tırmanırken gizlenmeye çalışmadı; tepeye çıkınca onu geniş göğsüne tüfek yaslamış, orta yaşlı bir adam olan nöbetçi karşıladı. “Sen ne yaptığını sanıyorsun?” Ama tek söylediği bu oldu. Uykuya dalınca Amy onu iskeleye yatırdı yavaşça; sırtını sura yaslayıp tüfeğini kucağına koydu. Adam uyanınca Amy’yi halüsinasyon görmüşçesine bölük pörçük, hayal meyal hatırlayacaktı. Bir kız? Tarikatın sert kumaşlı, gri tuniğini giymiş bir rahibe? Belki de kendiliğinden uyanmayacaktı, arkadaşları onu bulacak ve nöbette uyuduğu için yaka paça götüreceklerdi. Askeri cezaevinde birkaç gün yatardı en fazla; her halükârda, ona kimse inanmazdı. Amy iskeleden geçip boş gözetleme platformuna gitti. Devriyeler on dakikada bir geçerdi; sadece bu kadar zamanı vardı. Aşağıdaki toprağa vuran ışık huzmeleri parlak bir sıvı gibiydi. Amy gözlerini kapayıp zihnini boşalttı ve düşüncelerini dışarıya, arazinin ötesine gönderdi. – Gelin bana. – Gelin bana gelin bana gelin bana.

Karanlığın içinden süzülerek çıkıp geldiler. Önce biri, sonra bir başkası, sonra bir başkası; gölgelerin kenarında çömelip parlak bir topluluk oluşturdular. Ve Amy zihninde sesleri duyuyordu, hep o sesleri, sesleri ve soruyu: Ben kimim? Bekledi. Ben kimim ben kimim ben kimim? Amy onu öyle çok özlüyordu ki. Wolgast’ı, kendisini seven kişiyi. Neredesin? diye düşündü, yüreği yalnızlıktan sızlarken; çünkü içindeki bu yeni şey başladığından beri, Wolgast’ın eksikliğini geceler boyu hissetmişti. Beni neden yalnız bıraktın? Ama Wolgast hiçbir yerde yoktu; rüzgârda da yoktu, gökyüzünde de, dünyanın yavaşça dönerken çıkardığı seste de. Gitmişti o. Ben kimim ben kimim ben kimim ben kimim ben kimim ben kimim? Amy cesaret edebildiği kadar uzun süre bekledi. Dakikalar geçti. Sonra iskeleden yaklaşan ayak sesleri geldi: nöbetçi. – Siz bensiniz, dedi Amy onlara. Siz bensiniz. Şimdi gidin. Dağılıp karanlıkta gözden kayboldular.

2 Roswell, New Mexico’nun yüz kırk kilometre güneyi Sıcak bir eylül akşamı, evinden kilometrelerce ve haftalarca uzakta olan Teğmen Alicia Donadio –Bıçaklı Alicia, Yeni Şey, büyük Niles Coffee’nin evlatlık kızı ve Texas Cumhuriyeti İkinci Seferberlik Ordusu’nun vaftiz edilmiş yeminli keşifçisi ve keskin nişancısı– rüzgârda kan tadı alarak uyandı. Yirmi yedi yaşındaydı, boyu bir yetmişti, omuzları ve kalçaları genişti, kızıl saçı üç numaraya vurulmuştu. Bir zamanlar masmavi olan gözleri şimdi turuncu bir ışıkla, bir çift kor gibi parlıyordu. Fazla yük taşımadan, hiçbir şeyi ziyan etmeden yolculuk yapıyordu. Sandaletleri branda bezinden ve kükürtle işlenmiş kauçuktan yapılmaydı; kot pantolonunun dizleri ve kalça kısmı aşınıp incelmişti; yün kazağının kollarını hızlı koşabilmek için kesmişti. Gövdesine çaprazlama takılmış bir çift palaskada, alametifarikası olan altı çelik bıçak takılıydı; sırtına da Tatar yayı, sağlam kenevir ipiyle asılmıştı. Son çare olarak başvurduğu, şarjörü dokuz mermi alan, yarı otomatik 45’lik Browning’i ise belindeydi. Sekiz artı bir, derlerdi. Sekizi virallere, biri kendine. Sekiz artı bir, işi bitir. Kasabanın adı Carlsbad’di. Gelip geçen yıllar izlerini bırakmış, kasabayı dev bir süpürge gibi silip süpürmüştü. Ama bazı binalar hâlâ ayaktaydı: boş harabeler, paslanmış barakalar, zamanın akışının dingin ve harap kanıtları. Alicia günü metal tentesi her nasılsa yerinde duran bir benzin istasyonunun gölgesinde geçirmiş, günbatımında da uyanıp ava çıkmıştı. Tatar yayıyla tek atışta, boğazından vurduğu erkek tavşanı derisini yüzdükten sonra mesquite 1 ateşinde pişirdi; ateş aşağıda çıtırdarken, hayvanın sinirli but etini yedi.

Acelesi yoktu. Kuralları, ritüelleri olan bir kadındı o. Uyuyan viralleri öldürmezdi. Mecbur kalmadıkça tabanca kullanmazdı; tabancalar gürültülü ve kabaydı, bu işe uygun değildi. Viralleri bıçakla çabucak veya tatar yayıyla temiz temiz ve pişmanlık duymadan öldürür, her seferinde de merhamet hissederdi. “Sizi evinize gönderiyorum kardeşlerim, varlığınıza hapsolmaktan kurtarıyorum” derdi. Öldürdükten sonra da, ölümcül yuvasından çıkardığı bıçağının kabzasını önce alnına, sonra da göğsüne, başına ve kalbine dokundurup, o yaratıkları kutsardı; zamanı gelince cesaretini yitirmeyeceğini ve kendisinin de böylece kurtulacağını umuyordu. Gece olmasını bekledikten sonra ateşi söndürüp yola çıktı. Çalılarla kaplı geniş bir ovada ilerliyordu günlerdir. Güneyde ve batıda yükselen gölgeli dağlar, vadiye omuz silker gibiydi. Alicia deniz görmüş olsa, şöyle düşünebilirdi: Burası deniz. Büyük bir iç okyanusun zemini; mağaralarla dolu, ebediyen hareketsiz şu dağlar da yeryüzünde ve dalgalarda hayal edilemez canavarların gezindiği zamanlardaki dev bir kayalığın kalıntıları. Bu gece neredesiniz? diye düşündü. Nerelerde saklanıyorsunuz kan kardeşlerim? Üç hayatı, iki öncesi ile bir sonrası olan bir kadındı. Önceki ilk hayatında küçük bir kızdı sadece.

Dünya sallana sallana yürüyen insanlardan ve parlak ışıklardan ibaretti; o dünya, Alicia’nın saçını dalgalandıran bir esinti gibi, ona hiçbir şey söylemeden geçip gitmişti. Albay onu Koloni’nin surlarının dışına çıkardığında ve bıçak bile vermeden bırakıp gittiğinde, Alicia sekiz yaşındaydı. Bir ağacın dibine oturup bütün gece ağlamıştı ve sabahleyin güneş doğduğunda değişmişti, farklıydı artık; daha önceki kızdan eser kalmamıştı. Görüyor musun? diye sormuştu Albay, tozlu toprakta oturan kızın karşısında diz çökerek. Alicia’ya sarılmamıştı, onu rahatlatmamıştı, karşısında asker gibi durmuştu. Şimdi anlıyor musun? Alicia anlıyordu. Hayatının, vasat bir rastlantının eseri olan varlığının anlamı yoktu; Alicia pes etmişti. O gün yemin etti. Ama bu çok eskidendi. Alicia başta çocuktu, sonra kadın olmuştu, sonra da: ne? Üçüncü Alicia, Yeni Şey ne viral ne de insandı, her ikisi birdendi her nasılsa. Karışımdı, bileşimdi, bambaşka bir varlıktı. Virallerin arasında görünmez bir ruh gibi hareket ediyordu; onların hem parçasıydı hem değildi, o hayaletlerin hayaletiydi. Damarlarındaki virüs Amy’den, Hiçlikten Gelen Kız’dan alınan virüsle dengelenmişti; Colorado’daki bir laboratuvarda bulunan, bu virüsü içeren on iki şişenin geri kalanını Amy ateşe atarak yok etmişti. Amy’nin kanı Alicia’nın hayatını kurtarmıştı, ama kurtarmamıştı da bir bakıma. Onu tüm canlılar arasında eşsiz olan bir varlığa, Seferberlik Ordusu’nun keşifçisi ve keskin nişancısı Teğmen Alicia Donadio’ya dönüştürmüştü.

Alicia bazen, genellikle, hiçbir zaman tam olarak ne olduğunu bilmiyordu. Bir barakaya rastgeldi. O döküntü, delik deşik olmuş, metal çatısı eğimli yapının yarısı kuma gömülüydü. Alicia… bir şey hissetti. Bu tuhaftı, çünkü bunu ilk kez yaşıyordu. Virüs ona bu gücü, sadece Amy’nin sahip olduğu gücü vermemişti. Amy yin ise Alicia yang’di; viraller kadar güçlü ve hızlıydı, ama onların düşüncelerini birbirine bağlayan görünmez ağın dışındaydı. Yine de hissetmemiş miydi? Bir şey hissetmemiş miydi? Onları hissetmemiş miydi? Kafatasının altı karıncalanıyordu ve zihninde hayal meyal duyduğu hafif bir fısıltı vardı: Ben kimim? Ben kimim ben kimim ben kimim ben kimim?. Üç taneydiler. Hepsi de bir zamanlar kadındı. Dahası da vardı: Alicia her birinde birer bellek nüvesinin yattığını sezdi – bu nasıl mümkündü? Bir pencereyi kapatan bir el ve yağmur sesi. Bir kafeste şakıyan parlak renkli bir kuş. Karanlık bir odanın kapı eşiğinden bakan birinin gözünden iki küçük çocuk; yataklarında yatan bir oğlan ve bir kız. Alicia bu imgeleri kendi anılarıymış gibi görüyordu; o görüntüler ve sesler, kokular ve duygular, o saf varlık karışımı, Alicia’nın içinde yanan üç minik ateş gibiydi. Onların esiri oldu bir an; kayıp bir dünyaya ilişkin bu anıların karşısında sessiz bir huşuya kapıldı.

Önceki Zaman’ın dünyası karşısında. Ama başka bir şey vardı. Bu anıların her biri engin, acımasız ve karanlık bir kefen tarafından sarmalanmıştı. Alicia iliklerine kadar ürperdi. Hissettiği şeyin ne olduğunu merak etti, ama sonra anladı: Martínez’in rüyasıydı. El Paso, Texaslı Julio Martínez, On İki’nin Onuncusu, bir polis memurunu öldürmekten idama mahkûm edilmişti. Alicia onu bulmaya gelmişti. Martínez sürekli gördüğü rüyasında, Louise adlı bir kadına –bu ad, kadının bluz cebindeki kıvrık bir isim kartında yazılıydı– tecavüz ederken bir yandan da onu elektrik kablosuyla boğuyordu. Paslı menteşelerden sarkan baraka kapısı eğikti. İçerisi küçüktü: Alicia daha geniş bir mekânı yeğlerdi, hele üç viral varken. Yayını kaldırıp usulca yürüyerek kapıdan geçti. Virallerden ikisi tavan kirişlerinden baş aşağı sarkıyordu; üçüncüsüyse bir köşede çömelmişti, bir parça eti şapur şupur kemiriyordu. Az önce bir antilobu yemişlerdi; parçalanmış hayvanın kalıntıları, topak topak kılları, kemikleri ve derisi yere saçılmıştı. Karınlarını doyurduktan sonra üzerlerine ağırlık çökmüş olan viraller, Alicia’nın içeri girdiğini fark etmediler. “İyi akşamlar hanımlar.

” Yayını kullanan Alicia, önce kirişlerden sarkan virallerden birini vurdu. Ok boğuk bir sesle saplanınca, yaratık birden tiz bir çığlık atıp yere düştü. Diğer ikisi hareketlenmeye başlamıştı; ikincisi kirişi bıraktı ve dizlerini göğsüne çekip havada perende atarak pençeli ayaklarının üstüne, sırtı dönük halde düştü. Alicia yayı elinden attı ve bir bıçak çekip akıcı bir hareketle fırlattı; döne döne uçan bıçak, doğrulup Alicia’ya dönen üçüncü virale saplandı. İkisi gitti, biri kaldı. Bu işin kolay olması gerekirdi. Ama kolay olmaktan çıktı birden. Alicia ikinci bir bıçak çekerken, son kalan viral dönüp onun eline öyle sert vurdu ki, bıçak döne döne karanlığın içine doğru fırladı. Yaratığın tekrar vurmasına fırsat kalmadan Alicia yerde yuvarlanarak uzaklaştı; bir bıçak daha çekip ayağa kalktığında, viral gitmişti. Lanet olsun. Alicia yerden aldığı yayına yeni bir ok takıp dışarı fırladı. O viral hangi cehenneme gitmişti? Alicia iki tez adımla barakanın çatısına sıçradı ve ayaklarının üstüne gürültüyle indi. Etrafa çabucak göz attı. Hiçbir şey yoktu, viralden eser yoktu. Sonra viral arkadan saldırdı.

Alicia tuzağa düştüğünü fark etti; viral çatının diğer tarafında saklanmıştı herhalde. Aynı anda iki şey gerçekleşti; topuklarının üstünde dönen Alicia yayıyla içgüdüsel olarak nişan aldı ve altındaki çatı, tahta ve metal çatırtıları eşliğinde çöküverdi. Barakanın zeminine yüzüstü düşen Alicia’nın üstüne viral düştü gürültüyle. Alicia yayını kaybetmişti. Elleriyle virali kol mesafesinde tutmaya uğraştığından bıçak çekemiyordu. Yaratık Alicia’nın boğazını soldan, sağdan ve tekrar soldan ısırmaya çalıştı. Durdurulamaz bir güç, yerinden oynamaz bir nesneyle çarpışıyordu: bu daha ne kadar sürebilirdi? Yatan çocuklar, diye düşündü Alicia. Bu viral oydu. Uyuyan çocuklarına kapı eşiğinden bakan kadındı. Alicia önce aklından geçirdi, sonra da yüksek sesle söyledi: “Çocukları düşün.” Viral donakaldı. Yüzünde özlem belirdi. Karanlıkta kısacık bir an –en fazla yarım saniye– bakıştılar. Mary, diye düşündü Alicia. Adın Mary idi.

Eli bıçağına uzanıyordu. Seni evine gönderiyorum Mary kardeş, diye düşündü Alicia. Varlığında hapsolmaktan kurtarıyorum. Bıçağını yukarı savurup, viralin zayıf noktasına kabzasına dek sapladı. Alicia cesedi üstünden itti. Diğerleri düştükleri yerde yatıyorlardı. Onlara saplı duran bıçağıyla okunu alıp sildi, sonra da sonuncu cesedin yanında diz çöktü. Alicia işini hallettikten sonra genellikle boşluk duygusundan başka bir şey hissetmezdi; şimdiyse ellerinin titrediğini fark edince şaşırdı. Nereden bilmişti? Gerçekten bilmişti, çünkü o kadının adının Mary olduğundan emindi. Bıçağı çekip çıkardı, başına ve kalbine dokundurdu. İşim bitmeden önce beni öldürmediğin için sağ ol Mary. Umarım şimdi çocuklarınla birliktesindir. Mary’nin gözleri açık ve ifadesizdi; Alicia onları parmak uçlarıyla kapadı. Kadını burada bırakmak olmazdı. Alicia cesedi kucağına alıp dışarı taşıdı.

Meyve kabuğuna benzeyen ay yükselmişti, manzarayı aydınlatıyordu; görünür bir karanlıktı. Ama Mary’nin ihtiyacı olan şey ay ışığı değildi. Gece göğünü yüz yıl gördü zaten, artık yeter, diye düşünen Alicia, kadını açık araziye bıraktı; orada sabahleyin güneş onu bulacak ve rüzgâr küllerini saçacaktı. Alicia tırmanmaya başlamıştı. Bir buçuk gün geçmişti. Şimdi dağlardaydı, dar bir geçitten geçerek kuru bir nehir yatağından yukarı çıkıyordu. Virallerin varlığını daha yoğun hissediyordu burada: bir şeye yaklaşıyordu. Mary, diye düşündü, bana ne anlatmaya çalışıyordun? Doruğa ulaştığında şafak sökmek üzereydi; ufuk çok uzaklardaydı. Aşağıdaki rüzgârlı karanlıkta uzanan vadinin yıldızlardan başka arkadaşı yoktu. Alicia rastgele saçılmış gibi görünen yıldızların arasında bağlantı kurmanın, onları insanlara ve hayvanlara benzetmenin mümkün olduğunu bilse de bunu yapmayı asla öğrenememişti. Rastlantısal bir şekilde gökyüzüne saçılmışlar gibi geliyordu ona; sanki yıldızlar her gece gökyüzüne yeniden fırlatılıyordu. Sonra kâseye benzer bir çukurdaki, açık bir ağzı andıran karanlığı gördü. Girişin boyu en az otuz metreydi. Mağaranın ağzında, dağın kaya zemininden oyulmuş, amfiteatrı çağrıştıran kıvrık sıralar vardı. Gökyüzünde yarasalar uçuşuyordu.

Cehennemin kapısıydı bu. Aşağıdasın, değil mi? diye düşünen Alicia gülümsedi. Buldum seni orospu çocuğu. 1 Kuzey Amerika’da yetişen, baklagillerden, dikenli ağaç veya çalılar. (ç.n.)

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir