Kazuo İshiguro – Değişen Dünyada Bir Sanatçı

Yörede hâlâ “Tereddüt Köprüsü” diye anılan küçük ahşap köprüden buraya uzanan dik patikayı güneşli bir günde tırmanırsanız, birkaç adım sonra karşınıza çıkacak iki ginkgo ağacının tepesi arasından evimin çatısını görebilirsiniz. Aslında ev tepeye bu kadar hâkim bir konumda olmasaydı bile yakındaki öbür evlerden ayırt edilebilirdi; dolayısıyla patikayı çıkarken sahibinin hangi varlıklılar sınıfına girdiğini merak edebilirsiniz. Oysa ben varlıklı bir adam değilim, hiçbir zaman da olmadım. Evin benden önceki sahibi tarafından inşa edildiğini ve o kişinin Akira Sugimura olduğunu söylersem, yapının etkileyiciliğine bir açıklama getirebilmiş olurum belki. Bu şehirde yeni olabilirsiniz elbette; bu yüzden Akira Sugimura adı size tanıdık gelmeyebilir. Fakat savaştan önce burada yaşamış kime sorsanız, size Sugimura’nın aşağı yukarı otuz yıl boyunca şehrin en saygın ve en nüfuzlu sakinlerinden biri olduğunu söyleyecektir. Ben bunu söyledikten sonra siz tepenin doruğuna ulaşıp sedir ağacından yapılmış zevkli giriş kapısını, avlu duvarının çevrelediği geniş alanı, zarif kiremitli çatıyı ve manzarayı daha da vurgulayan incelikle oyulmuş mahya kirişini şöyle bir süzdüğünüzde, iddia ettiğim gibi mütevazı imkânları olan bir adamsam eğer, böyle bir mülke nasıl sahip olduğumu merak edeceksiniz. Aslına bakarsanız evi yok pahasına satın aldım, belki o zamanki gerçek değerinin yarısından bile ucuza. Bu da Sugimura ailesinin benimsediği –bazılarının belki de aptalca bulabileceği– son derece ilginç bir satış yöntemi sayesinde mümkün oldu. Neredeyse on beş yıllık bir hadise bu. Durumumun her ay daha da iyiye gittiği o günlerde, karım yeni bir ev bulmam için ısrar etmeye başlamıştı. Her zamanki öngörüsüyle mevkimize uygun bir ev sahibi olmamızın öneminden dem vuruyordu –bencillikten değil, çocuklarımızın hayırlı kısmeti için. Ona hak veriyordum, ama çocuklarımızın en büyüğü Setsuko henüz on dört on beşinde olduğundan, çok da üstünde durmuyordum. Yine de bir yıl boyunca, ne zaman uygun bir evin satılık olduğunu duyduysam fiyatını sordum, öğrendim. Akira Sugimura öldükten bir yıl sonra evinin satılığa çıkacağını haber veren, öğrencilerimden biri olmuştu.


Öyle bir evi almam söz konusu olamayacağı için bunu öğrencilerimin bana her zaman besledikleri abartılı saygıya vererek öneriyi kulak arkası ettim. Fakat yine de konuyu soruşturdum ve hiç beklemediğim bir cevap aldım. Bir öğleden sonra, Akira Sugimura’nın kızları olduklarını söyleyen iki mağrur, kır saçlı hanım ziyaretime geldi. Öyle seçkin bir ailenin şahsi ilgisine mazhar olmaktan doğan şaşkınlığımı dile getirince, kardeşlerin büyüğü soğuk bir edayla, sırf nezaketten ötürü gelmediklerini söyledi. Son aylarda müteveffa babalarının evini epey soran çıkmış fakat aile nihayetinde, dördü hariç, başvuruların hepsini reddetmeyi kararlaştırmış. Taliplerin dördü de karakterlerinin iyiliğine ve başarı ölçülerine göre aile üyelerince özenle seçilmişler. Kadın, “Bizim en büyük önceliğimiz,” diye sürdürdü sözünü, “babamızın yaptığı evin onun da onaylayacağı ve hak ettiğini düşüneceği birine geçmesi. Elbette şartlar bizi işin mali boyutunu hesaba katmaya zorluyor, fakat bu kesinlikle ikinci planda. Sabit bir fiyat belirlememiz bu yüzden.” Bu sırada, hiç konuşmamış olan küçük kardeş bana bir zarf takdim etti ve açarken ikisi de beni ciddiyetle süzdüler. Zarftan mürekkep fırçasıyla zarifçe yazılmış bir rakam dışında bomboş tek bir sayfa çıktı. Hayretle fiyatı düşük bulduğumu söyleyecektim ki, hanımların yüz ifadelerinden para konusunu açmamın hoş karşılanmayacağını anladım. Büyük olanı, “Fiyatı artırmaya çalışmanızın hiçbirinize yararı olmayacaktır. Biz yalnızca orada belirtilen tutarı talep ediyoruz. İsteğimiz, bu aşamadan sonra prestij için bir açık artırma yapmak,” demekle yetindi.

Açıkladığına göre, geçmişim ve referanslarım konusunda ayrıntılı bir soruşturmaya –elbette diğer üç başvuru sahibinin yanı sıra benim de– razı gelmemi Sugimura ailesi adına istemek için gelmişlerdi. En münasip alıcıyı buna göre belirleyeceklerdi. Alışılmadık bir prosedürdü, ama bana göre bir sakıncası yoktu; evlilik görüşmeleri de sonuçta benzer şekilde yürüyordu. Hatta bu köklü ve kapalı aile tarafından uygun bir aday olarak görülmem koltuklarımı kabartmıştı. Soruşturmaya rıza verip onlara minnetimi ifade edince küçük kız kardeş ilk kez bana doğru dönerek, “Babamız kültürlü bir adamdı, Bay Ono. Sanatçılara büyük saygısı vardı. Hatta sizin çalışmalarınızı da bilirdi,” dedi. Bunu izleyen günlerde ben de kendi soruşturmamı yürüttüm ve küçük kız kardeşin sözlerinin arkasındaki gerçeği öğrendim. Akira Sugimura sahiden sanatsever biriymiş ve birçok sergiye maddi destekte bulunmuş. Bu arada kimi ilginç söylentilerle karşılaştım: Anlaşılan Sugimura ailesinin önemli bir bölümü evin satılmasına toptan karşıydı ve bu yüzden şiddetli tartışmalar yaşanmıştı. Sonuçta mali baskılar nedeniyle satış kaçınılmaz hale gelmişti ve bu süreç için şart koşulan garip prosedür, evin elden çıkarılmasına karşı koyanlarla varılan uzlaşmanın bir parçasıydı. Bazı keyfi şartların öne sürüldüğü su götürmezdi, ama kendi adıma geçmişi böylesine seçkin bir ailenin duygularını anlamaya hazırdım. Fakat karım soruşturma fikrini beğenmedi. “Kim olduklarını sanıyorlar?” diyerek itiraz etti. “Onlarla bir daha hiçbir alışverişimizin olmasını istemediğimizi söyleyelim.

” “İyi de, bunun bize ne zararı var?” diye sordum. “Öğrenmelerini istemeyeceğimiz bir şeyimiz yok. Doğru, varlıklı bir aileden gelmiyorum, ama Sugimuraların bunu zaten bildiklerine eminim ve buna rağmen beni hâlâ makbul bir aday olarak görüyorlar. Bırakalım soruşturmalarını yapsınlar, bulacakları şeylerin bize ancak yararı olabilir.” Şunu eklemeyi de ihmal etmedim: “Zaten bir evlilik görüşmesinde bakacaklarından fazlasına bakmazlar. Böyle şeylere alışmamız gerekecek.” Kız kardeşlerden büyüğünün “prestij için açık artırma” dediği yöntem de hoştu kuşkusuz. İnsan işlerin niçin böyle yollardan halledilmediğine şaşıyor doğrusu. Oysa kesenin şişkinliğinden çok ahlakın ve başarının tanıklığına başvurulan bu tür durumlar ne kadar gurur verici. Sugimuraların –son derece kapsamlı bir soruşturmanın ardından– o çok değer verdikleri eve beni layık gördüklerini öğrendiğimde duyduğum derin memnuniyeti hâlâ hatırlarım. Ev de biraz sıkıntıya girmeye değerdi doğrusu; dış cephesinin etkileyici ve heybetli görünümüne karşılık, içerisi damarlarının güzelliğine göre seçilmiş doğal ve yumuşak renkli ahşaptandı ve orada yaşamaya başlayınca hepimiz bunun bizi basbayağı rahatlatıp sakinleştirdiğini fark edecektik. Öte yandan, Sugimura ailesi satış süreci boyunca tepeden bakan tavrını sürdürdü, hatta ailenin kimi fertleri düşmanlıklarını saklamaya gerek bile görmüyordu; bizim gibi anlayışlı olmayan bir alıcının bu tavrı hakaret sayıp her şeyi yüzüstü bırakması işten bile değildi. Sonraki yıllarda da arada sırada rastlaştığım aile üyelerinin, nezaket icabı hal hatır soracağına, karşımda dikilip evin durumu ve bir değişiklik yapıp yapmadığım konusunda beni sorguya çektiği olmuştur. Bugünlerde Sugimuraların pek sesi çıkmıyor. Fakat satış zamanı beni ziyarete gelen kız kardeşlerden küçüğü, ateşkesten kısa bir süre sonra bir kez uğramıştı.

Savaş yılları onu zayıf, hasta bir kadına çevirmişti. Ailesine has o tutumla, asıl derdinin evde yaşayanların değil, evin savaşı atlatıp atlatmadığını görmek olduğunu saklama gereği duymadı; karımla Kenji’ye olanları öğrenince kısa bir başsağlığıyla yetinip bombaların verdiği hasar hakkında sorular sormaya başladı. Başta bu yüzden ona bilendim ama sonra gözlerinin odada nasıl gezdiğini, ölçülü ve resmi bir cümlenin ortasında bazen nasıl ansızın kalakaldığını fark etmeye başladım ve bu evde bulunmaktan ötürü duygusal bir çalkantı yaşadığını anladım. Satış zamanında hayatta olan aile üyelerinin çoğunun ölmüş olması gerektiğini düşünerek ona acıdım ve evi gezdirmeyi teklif ettim. Ev de savaştan nasibini almıştı. Akira Sugimura’nın yaptırdığı üç büyük salondan oluşan doğu kanadı, bahçenin kenarı boyunca uzanan bir koridorla ana yapıya bağlanıyordu. Bu koridorun uzunluğu o kadar abartılıydı ki, kimileri Sugimura’nın onu ve doğu kanadını, uzakta tutmak istediği annesiyle babası için yaptırdığını ileri sürmüştü. Fakat ne olursa olsun, burası evin en çekici yanlarından biriydi; ikindi vakitlerinde dışarıdaki yeşilliğin ışığı ve gölgesi boylu boyunca vurur, insanda bir bahçe tünelinden geçtiği hissini uyandırırdı. Bombalar en çok evin bu bölümüne zarar vermişti; bahçeden bakınca Bayan Sugimura’nın ağlamaklı olduğunu fark ettim. Yaşlı kadına başta duyduğum kızgınlık artık tamamen geçmişti. Hasarı ilk fırsatta onaracağım, evi yine babasının yaptığı zamanki haline çevireceğim konusunda güvence vererek onu olabildiğince avutmaya çalıştım. Bu sözü verdiğim sıralar malzeme kıtlığının ne kadar süreceği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ateşkesten uzun süre sonra bile bir parça kereste veya biraz çivi için haftalarca beklemem gerekti. Bu şartlar altında ancak daha az hasar görmüş ana yapı üstünde çalışabildim ve bahçe koridoruyla doğu kanadının işleri ağır yürüdü. Herhangi bir ciddi tahribatı önlemek için elimden geleni yaptım, ama evin o bölümünü açmamıza hâlâ imkân yok.

Ayrıca artık Noriko’yla baş başa kaldığımızdan, yaşadığımız alanı genişletmek için bir acelemiz de yok. Bugün sizi evin arka tarafına götürüp ağır sürme kapıyı çeksem ve Sugimura’nın bahçe koridorundan geriye kalanlara bakmanıza izin versem, orasının bir zamanlar bir tablo kadar güzel olduğunu siz de görürsünüz. Fakat kuşkusuz bir türlü kökünü kazıyamadığım örümcek ağlarıyla küfü de fark edersiniz –ayrıca, tavandaki koca boşluklar brandalarla kapatıldığından, evin gökyüzünün etkilerinden pek de iyi korunabildiği söylenemez. Bazı sabahlar erken saatlerde kapıyı açtığımda güneş ışığının alacalı huzmelerle brandalardan aşağı süzülüp, tavan sanki biraz evvel çökmüş gibi, havada asılı toz bulutlarını gözler önüne serdiğine tanık olurum. Koridor ve doğu kanadından başka en büyük hasarı veranda gördü. Aile üyeleri, özellikle de iki kızım, orada vakit geçirmeye, gevezelik edip bahçeyi seyretmeye bayılırlardı; o yüzden ateşkesten sonraki ilk ziyaretinde verandanın halini gören Setsuko’nun (evli kızım) üzülmesine pek şaşırmadım. Gerçi o zamana kadar hasarın en kötü kısmını onarmıştım, ama patlamanın etkisiyle tahtaları yukarı doğru kalkan uç taraftaki döşeme hâlâ çatlak ve bir dalga gibi kabarıktı. Verandanın çatısı da zarar görmüştü ve yağmurlu günlerde hâlâ yere kaplar koymak zorunda kalıyorduk ki damlayan suyu tutsun. Fakat şu geçtiğimiz yıl epey ilerleme kaydettim. Setsuko geçen ay uğradığında veranda neredeyse tamamıyla onarılmıştı. Noriko ablasının ziyareti dolayısıyla işten izin almıştı; havalar güzel gidince iki kızım eski günlerdeki gibi orada uzun uzun vakit geçirdiler. Ben de onlara sıkça katıldım; hatta bazen, güneşli bir günde bütün ailenin hep birlikte oturup keyifli, çoğu zaman da boş sohbetlere daldığı yıllar önceki günlere döner gibi oluyorduk. İşte geçen ay o ara –herhalde Setsuko’nun gelişinden sonraki ilk sabahtı– bir kahvaltının ardından verandada otururken Noriko, “Sonunda iyi ki gelebildin, Setsuko,” dedi. “Beni babamızdan biraz kurtarırsın.” “Noriko, bence…” Ablası minderde huzursuzca kıpırdandı.

Noriko yaramaz bir sırıtışla sözünü sürdürerek, “Babamız emekli olduğundan beri çok ilgi istiyor,” dedi. “Oyalamazsan hemen sızlanmaya başlıyor.” “Bence…” Setsuko kaygıyla gülümsedikten sonra içini çekerek bahçeye döndü. “Akçaağaçlar basbayağı toparlamış gibi. Harika görünüyorlar.” “Şu aralar düştüğün durumdan Setsuko’nun herhalde haberi yok, baba. Belli ki sadece despotluk yaptığın ve herkese emirler yağdırdığın zamanları hatırlıyor. Oysa artık çok daha yumuşadın, öyle değil mi?” Setsuko’ya bütün bunların bir şaka olduğunu göstermek için bir kahkaha koyuverdim, ama büyük kızım hâlâ huzursuzdu. Noriko ablasına dönüp, “Ama sahiden çok ilgi istiyor, evde bütün gün ağlayıp sızlanarak dolaşıyor,” diye ekledi. “Her zamanki gibi saçmalıyor,” diye araya girdim. “Bütün gün ağlayıp sızlanıyorsam bu kadar şey nasıl onarıldı?” Setsuko bana dönüp gülümseyerek, “Sahi,” dedi, “ev şu haliyle muhteşem görünüyor. Babamız çok çalışmış olmalı.” Noriko, “Bütün zor işler için yardıma adam çağırdı,” dedi. “Bana inanmıyor gibisin, Setsuko. Babamız çok değişti.

Artık ondan korkmamıza gerek yok. Hem yumuşadı hem de ehlileşti.” “Noriko, bence…” “Arada bir yemek bile yapıyor. İnanmıyorsun, değil mi? Ama babamız gittikçe daha iyi bir aşçı oluyor.” Setsuko sakince, “Noriko, bence bunu yeterince konuştuk,” dedi. “Öyle değil mi, baba? Epey ilerleme gösterdin.” Yine gülümseyip bıkkın bir edayla başımı salladım. Hatırladığım kadarıyla Noriko tam o anda yüzünü bahçeye dönüp gözlerini güneşe kapayarak, “En azından evlendikten sonra sürekli buraya gelip yemek pişirmemi beklemez. Babamız yokken de yapacak bir sürü işim olacak,” dedi. Bu sözler Noriko’nun ağzından çıkar çıkmaz, o ana kadar çekingence gözlerini başka yana çevirmiş olan ablası soru dolu gözlerle bana baktı. Ve aynı hızla gözlerini üstümden çekti, çünkü Noriko’nun gülümsemesine karşılık vermesi gerekiyordu. Fakat bu sefer tavırlarına yeni, daha büyük bir huzursuzluk sindi ve küçük oğlu verandada koşarak önümüzden geçince konuyu değiştirme fırsatını adeta minnetle yakaladı. “İçiro, lütfen uslu dur!” diye bağırdı arkasından. İçiro hiç şüphesiz ailesinin modern apartman dairesinden sonra evimizin genişliğine hayran kalmıştı. Zaten verandada oturma merakımızı pek anlamıyor, onun yerine bir uçtan öbürüne büyük bir hızla koşmayı, bazen de cilalı döşemede kaymayı yeğliyordu.

Kaç kez çay tepsimizi devirmesine ramak kaldığından, annesi oturması için onu uyarmış ama şimdiye kadar sözünü dinletememişti. Ve Setsuko bir kez daha minderde bizimle oturmasını söyleyince suratını asarak verandanın öbür ucunda kaldı. “Hadi gel, İçiro,” diye seslendim. “Bütün gün kadınlarla konuşmaktan sıkıldım. Gel de yanıma otur, seninle erkek erkeğe sohbet edelim.” Böyle deyince hemen yanaşıverdi. Minderini yanıma koydu ve elleri belinde, omuzlarını da adamakıllı geriye çekmiş olarak gayet soylu bir duruşla oturdu. “Oji,” [1] dedi bana ciddiyetle, “bir sorum var.” “Evet, İçiro, nedir?” “Canavarı öğrenmek istiyorum.” “Canavar mı?” “Tarihöncesine mi ait?” “Tarihöncesi mi? Böyle kelimeleri şimdiden öğrendiğine göre zeki bir çocuk olmalısın.” Bu kadar asalet fazla gelmiş olacak ki, İçiro duruşunu bozup sırtüstü yuvarlandı ve ayaklarını havada sallamaya başladı. Setsuko telaşlı bir fısıltıyla, “İçiro!” diye söylendi. “Dedenin karşısında terbiyesizlik yapma. Doğru otur!” Fakat İçiro ayaklarını cansızca döşemeye bırakmakla yetindi. Sonra kollarını göğsünde kavuşturup gözlerini kapadı.

Uykulu bir sesle. “Oji,” dedi, “canavar tarihöncesine mi ait?” “Hangi canavar bu İçiro?” Setsuko rahatsız bir gülümsemeyle, “Lütfen kusuruna bakma,” dedi. “Dün trenle geldiğimizde garın dışında bir film afişi vardı. Sorularıyla taksiciyi canından bezdirdi. Keşke şu afişi ben de görebilseydim.” “Oji! Canavar tarihöncesinden mi, değil mi? Cevap istiyorum!” Annesi, “İçiro!” diyerek ona dehşetli bir bakış attı. “Bilemiyorum, İçiro. Öğrenmek için galiba filme gitmemiz gerekiyor.” “Öyleyse ne zaman gidiyoruz?” “Hımm. Sen en iyisi bunu annenle konuş. Kim bilir, belki de küçük çocuklara göre fazla korkunçtur.” Niyetim onu kızdırmak değildi, ama bu sözlerin torunum üstünde şaşırtıcı bir etkisi oldu. İçiro öne doğru yuvarlanarak yine oturdu ve bana ters ters bakıp, “Bu ne cüret! Sen ne diyorsun!” diye bağırdı. Setsuko yılgın bir sesle, “İçiro!” diye çıkıştı. İçiro beni ürkütücü bakışıyla süzmeyi sürdürünce, sonunda minderinden kalkıp bize doğru gelmek zorunda kaldı.

“İçiro!” diye fısıldayarak çocuğun kolunu sıktı. “Dedene öyle dik dik bakma.” İçiro’ysa karşılık olarak gerisingeri yuvarlandı ve ayaklarını havada salladı. Annesi bana doğru yine huzursuzca gülümsedi. “Çok terbiyesiz,” dedi. Sonra söyleyecek söz bulamamış gibi tekrar gülümsedi. Noriko ayağa kalkarak, “İçiro-san,” dedi, “neden gelip kahvaltılıkları kaldırmama yardım etmiyorsun?” Hâlâ ayaklarını sallayan İçiro, “Kadın işi,” diyerek dudak büktü. “Demek İçiro bana yardım etmeyecek. Öyleyse bir sorunumuz var. Masa o kadar ağır ki, onu tek başıma kaldırmaya gücüm yetmiyor. Bana kim yardım edecek peki?” İçiro bunu duyunca ayağa fırlayıverdi ve arkasına bile bakmadan hızla içeri girdi. Noriko gülerek peşinden gitti. Setsuko arkalarından bakarak çaydanlığı aldı ve fincanımı doldurmaya koyuldu. Sesini alçaltarak, “İşlerin bu kerteye vardığından haberim yoktu,” dedi. “Yani Noriko’nun evlilik görüşmelerinin demek istiyorum.

” Başımı salladım ve, “İşler o kerteye varmadı zaten,” dedim. “Hatta hiçbir şey hallolmuş değil. Daha yolun çok başındayız.” “Beni bağışla ama Noriko’nun biraz önce söylediklerinden ister istemez epey…” Sesi giderek zayıfladı ve yine, “Beni bağışla,” dedi. Fakat öyle bir deyişi vardı ki, sanki havada bir soru işareti asılı kaldı. “Maalesef Noriko daha önce de benzer şeyler söyledi,” dedim. “Doğrusunu istersen şimdiki görüşmeler başladığından beri garip davranıyor. Geçen hafta Bay Mori ziyarete geldi, onu hatırlıyor musun?” “Tabii. İyi miymiş?” “Fena değil. Geçerken uğramış, hal hatır sormak istemiş. Konu şu ki, Noriko onun önünde evlilik görüşmelerinden söz etmeye başladı. Aynen şimdi yaptığı gibi, her şey olup bitmiş gibi bir tutum takındı. En utanç verici olan da buydu. Bay Mori çıkarken beni tebrik bile etti ve damadın ne iş yaptığım sordu.” Setsuko düşünceli bir ifadeyle, “Gerçekten,” dedi, “utanç verici olmalı.

” “Bay Mori’nin hatası değil ki. Noriko’yu sen de duydun. Bir yabancının ne düşünmesini beklersin?” Kızım karşılık vermedi ve bir süre sessizce oturduk. Bir ara ona doğru göz attığımda, ne tuttuğunun farkında değilmiş gibi iki eliyle çay fincanını kavramış, bahçeye bakıyordu. Geçen ayki gelişinde onun görüntüsüne daldığım pek çok andan biri de –belki ışığın onu yakaladığı açı veya benzeri bir şey yüzünden– buydu. Çünkü hiç kuşku yok ki, Setsuko yaşlandıkça güzelleşiyor. Gençliğinde annesi de ben de iyi bir evlilik yapamayacak kadar gösterişsiz olduğundan kaygılanırdık. Setsuko’nun çocukken bile erkeksi bir ifadesi vardı ve ergenlik çağında bu daha da belirginleşti; o kadar ki, kızlarım kavga ettiklerinde Noriko ona, “Oğlan Oğlan!” diye sataşarak her zaman baskın çıkardı. Kim bilir böyle şeyler insanın kişiliğini nasıl etkiliyor? Noriko’nun bu kadar dikbaşlı, Setsuko’nun da utangaç ve çekingen yetişmesi kesinlikle tesadüf olmasa gerek. Oysa artık otuzuna yaklaşan Setsuko görünüş olarak yeni ve hiç de azımsanmayacak bir asalet kazandı. Annesinin bunu öngördüğünü hatırlıyorum: “Setsukomuz yazın çiçeklenecek,” derdi sık sık. O zamanlar onun kendini böyle avuttuğunu sanırdım, ama geçen ay ne kadar haklı çıktığını görüp şaşırdım. Setsuko hayal âleminden uyanınca evin içine doğru yine bir bakış atıp, “Geçen yıl olanlar Noriko’yu çok üzmüş olmalı. Belki tahmin ettiğimizden de çok,” dedi. İç çekip onayladım.

“Herhalde ona o zaman yeterli ilgiyi göstermedim.” “Bir baba olarak elinden geleni yaptığından eminim. Ama böyle şeyler kadınları çok sarsıyor tabii.” “İtiraf edeyim ki, biraz da numara yaptığını düşünüyordum, hani kardeşin bazen öyledir ya. Bunun bir ‘aşk evliliği’ olacağında ısrarlıydı, hayalleri suya düşünce de ona göre davranmak zorunda kaldı. Ama belki hepsi numara değildi.” Setsuko, “O zamanlar gülmüştük,” dedi, “oysa belki de gerçekten ortada bir aşk vardı.” Tekrar sessizliğe gömüldük. Evin içinden İçiro’nun durmadan aynı şeyleri tekrarlayarak bağıran sesini duyabiliyorduk. Setsuko değişik bir ses tonuyla, “Beni bağışla,” dedi, “ama geçen yılki görüşmenin niçin suya düştüğü hakkında başka şeyler geldi mi kulağına? O kadar ani oldu ki.” “Hiç fikrim yok. Zaten artık bir önemi var mı?” “Yok, elbette, bağışla beni.” Setsuko bir an bir şeyi zihninde tartar gibi oldu, sonra yine söze başladı. “Suiçi geçen yıl Miyakelerin niçin öyle vazgeçtiklerini bazen ısrarla soruyor da.” Neredeyse kendi kendine güler gibi küçük bir kahkaha attı.

“Gizli bir şeyler bildiğimi, hepimizin bunu ondan sakladığını sanıyor. Ben de her seferinde bir şey bilmediğime onu ikna etmek zorunda kalıyorum.” “Seni temin ederim,” dedim biraz soğukça, “benim için de bir muamma. Bir şey bilseydim ne senden ne de Suiçi’den saklardım.” “Elbette. Lütfen beni mazur gör, ben öyle demek…” Çekingen sesi yine giderek zayıfladı. O sabah kızıma karşı biraz kırıcı davranmış olabilirim ama geçen yıl Miyakelerin evlilikten vazgeçmeleriyle ilgili olarak beni ilk sorgulayışı değildi bu. Benim ondan bir şey sakladığım fikrine nereden kapıldı, bilmiyorum. Miyakelerin vazgeçmek için özel bir sebepleri vardıysa bile, bunu bana açmamaları doğaldı. Bana göre, olanlar çok da şaşırtıcı değildi. Doğru, son dakikada vazgeçmeleri çok beklenmedikti, ama niçin bunda illa bir bit yeniği arayalım? Duygularım bana bunun tek sebebinin aileler arasındaki mevki farkı olduğunu söylüyor. Gördüğüm kadarıyla Miyakeler oğullarının daha yüksek tabakadan biriyle evlenmesi düşüncesinden rahatsız olan gururlu, dürüst insanlardı. Zaten birkaç yıl önce olsaydı herhalde daha erken vazgeçerlerdi, ama Miyakeler öyle insanlar ki, bunun bir “aşk evliliği” olacağını ileri süren çiftin bastırması ve bugünlerde herkesin sözünü ettiği yeni âdetler yüzünden neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda kafaları karışmış olmalı. Hiç şüphesiz ki, açıklaması bundan daha karmaşık değil. Benim evliliğe onay vermem de kafalarını karıştırmış olabilir.

Böyle şeyleri dert etmek gibi bir huyum olmadığından statü meselesinde çok gevşek davranmıştım. Gerçekten de hayatım boyunca hiçbir zaman toplumsal itibarımın pek farkında olmamışımdır, hatta şimdi bile bir olay veya birinin söylediği söz bana ne kadar saygı gördüğümü hatırlattıkça şaşırıyorum. Mesela geçen akşam şu bizim eski zevkler mahallesine uğramıştım; Şintaro’yla –son günlerde sık sık olduğu gibi– Bayan Kavakami’nin yerinde yegâne müşteriler olarak kalmış, içiyorduk. Yine her zamanki gibi bar tezgâhında yüksek taburelere kurulmuş, Bayan Kavakami’yle laflarken saatler geçti ve gelen giden olmayınca daha da özel konulara girdik. Bayan Kavakami tam akrabası olan bir gencin aldığı eğitime uygun bir iş bulamadığından yakınırken Şintaro araya girdi. “Onu buraya, Sensei’ye yollamalısın, Oba-san! Sensei’nin ağzından çıkacak iki övgü dolu sözle akraban kısa sürede iyi bir memuriyet bulur.” “Sen ne diyorsun, Şintaro?” diye itiraz ettim. “Ben artık emekliyim. Hiç bağlantım kalmadı.” Fakat Şintaro, “Sensei gibi itibarlı birinin tavsiyesine herkes saygı gösterir,” diye üsteledi. “O genci Sensei’ye yolla, Oba-san.” Şintaro’nun kendinden bu kadar emin konuşmasına başta şaşırdım. Fakat sonra, yıllar evvel erkek kardeşi için yaptığım küçük iyiliği hatırladığını anladım. 1935 veya 1936 yılıydı ve aklımda kaldığı kadarıyla çok sıradan bir işti –bakanlıktaki bir tanıdığa tavsiye mektubu yazmak gibi bir şeyler. Meseleyi unutmuştum bile, derken bir öğleden sonra evde dinlenirken karım kapıda misafirlerin olduğunu söyledi.

“Lütfen içeri gelsinler,” dedim. “Ama içeri girip zahmet vermek istemediklerini söylüyorlar.” Kapıya çıktım ve Şintaro’yla o sıralar henüz genç bir delikanlı olan kardeşinin orada dikildiklerini gördüm. Beni görür görmez başlarını eğerek selam vermeye ve kıkırdamaya başladılar. “Lütfen içeri gelin,” dedim ama onlar hâlâ başlarını eğip kıkırdıyorlardı. “Şintaro, lütfen. Tatamiye [2] gelin.” Şintaro gülümseyip eğilmeyi sürdürerek, “Olmaz, Sensei,” dedi. “Evinize böyle gelmemiz zaten büyük bir münasebetsizlik. Münasebetsizliğin daniskası. Ama size teşekkür etmeden de evde duramazdık.” “Hadi artık içeri gelin. Setsuko çay yapacaktı nasıl olsa.” “Olmaz, Sensei, çok büyük münasebetsizlik olur. Gerçekten.

” Ve Şintaro kardeşine dönerek alelacele fısıldadı. “Yoşio! Yoşio!” Delikanlı ilk kez doğrulup heyecanla bana baktı. Sonra şöyle dedi: “Ömrüm boyunca size minnettar kalacağım. Tavsiyenize layık olabilmek için varlığımın her zerresiyle çaba göstereceğim. Sizi temin ederim, yüzünüzü kara çıkartmayacağım. Çok çalışacağım, amirlerimi memnun etmek için elimden geleni yapacağım. Ve ileride ne kadar terfi alırsam alayım, mesleğe başlamamı sağlayan insanı asla unutmayacağım.” “Önemli değil, gerçekten. Hak ettiğinden fazlası değil bu.” Bu sözlerime ikisi de çıldırmış gibi karşı çıktılar ve ardından Şintaro, kardeşine, “Yoşio, Sensei’nin başını yeterince ağrıttık. Ama gitmeden önce sana yardım eden insana yine iyice bir bak. Böyle nüfuzlu ve cömert bir hamimizin olması büyük bir ayrıcalık,” dedi. Delikanlı, “Kesinlikle,” diye mırıldandı ve gözlerini bana dikti. “Lütfen, Şintaro, bu utanç verici. Lütfen içeri gelin de şunu sakeyle [3] kutlayalım.

” “Olmaz Sensei, artık gitmeliyiz. Böyle gelip bu öğle saatinde sizi rahatsız etmekle çok büyük münasebetsizlik yaptık. Ama teşekkür etmekte bir dakika bile gecikemezdik.” Bu ziyaret –itiraf etmeliyim ki– bende belirgin bir zafer duygusu uyandırdı. Ara verip de durum değerlendirmesi yapmaya fırsat bulamadığınız yoğun bir iş hayatının ortasındayken ne kadar yol aldığınızı birdenbire gözler önüne seren o nadir anlardan birini yaşıyordum. Birkaç yıl önce böyle şeyleri hayal bile edemezken farkına varmadan bu noktaya gelmiştim. Geçen akşam Bayan Kavakami’nin yerinde, “Köprünün altından çok sular geçti, Şintaro,” diye açıklamaya giriştim. “Artık emekli oldum, o kadar bağlantım kalmadı.” Yine de Şintaro tahmininde pek yanılmamış olabilir. Sanki kendimi sınamayı denesem nüfuzumun boyutları beni yine şaşırtabilirmiş gibi. Dedim ya, kendi itibarımın hiçbir zaman pek farkında olmamışımdır. Fakat ne olursa olsun, Şintaro bazı konularda ne kadar saf davransa da, günümüzdeki kuşkuculuğun ve çekememezliğin etkisinden bu kadar uzak kalmış birine rastlamak kolay olmadığından, onu böyle bir şey için ayıplayacak değilim. Bayan Kavakami’nin barına gidip Şintaro’yu yaklaşık on yedi yıldır her akşam olduğu gibi, barda oturup tezgâhın üstündeki kasketini o bildik hareketlerle dalgın dalgın çevirirken bulmanın güven veren bir yanı var. Sahiden de Şintaro için hiçbir şey değişmemiş gibi. Beni yine, hâlâ öğrencimmişçesine, büyük bir nezaketle selamlayacak ve ne kadar sarhoş olursa olsun, bütün akşam bana “Sensei” diye hitap etmeyi sürdürerek en saygılı halini koruyacaktır.

Hatta bazen genç bir çırağın olanca hevesiyle tekniğe veya üsluba ilişkin sorular soracaktır; oysa işin doğrusu şu ki, Şintaro gerçek sanatla bağını koparalı çok oldu. Yıllardan beri kitapları resimlerle süslemeye harcıyor vaktini, hatta anladığım kadarıyla şimdiki uzmanlığı itfaiye arabaları. Tavan arasındaki odasında günlerce itfaiye arabası taslakları çiziyor peş peşe. Fakat sanırım akşamları, birkaç kadehten sonra, hâlâ gözetimime aldığım o ilk baştaki genç ve idealist sanatçı olduğuna inanmaktan hoşlanıyor. Şintaro’nun çocuksuluğu, biraz fettan olan Bayan Kavakami için sık sık eğlence kaynağı olmuştur. Söz gelimi, geçenlerde yağmurlu ve fırtınalı bir akşam Şintaro koşarak bara girmiş ve kepini kapıdaki paspasın üstünde sıkmaya koyulmuştu. Bayan Kavakami, “Şu yaptığına bak, Şintaro-san!” diye bağırdı. “Bu ne terbiyesizlik!” Bu söz karşısında Şintaro sahiden feci bir kabahat işlemiş gibi büyük bir endişeyle başını kaldırdı. Özür üstüne özür dilemeye başlayınca bundan cesaret alan Bayan Kavakami daha da üstüne gitti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir