Kemal Tahir – Kelleci Memet

— Canın sıkkın senin bugün Kelleci… «— Sıkkın Hatip Emmi, sıkkın biraz… «— Sevin köpoğlusu!’. Mahpus damında canın sıkkını gevşeğinden iyidir, hoplayıp çıkmaz!» I Kelleci Memet, iri elleriyle pencere demirlerini tutmuş, kırmızı dilini, ağzının sağ yanından dışarı çıkarmıştı. Bu duruşuyla kendini asmış bir adama benziyor, biraz kısık gözleri, biraz bükük boynu, bu benzerliği büsbütün artırıyordu. Çingene milletinden Şeker Emin, gazeteci Murat’ın kolunu dürtüp fısıl fısıl konuştu: — Bak bakalım beyim, bu oğlanın gözü kaçmakta değil mi? Dinime imanıma, kaçmakta… Köylü kısmı, dağa, bayıra alışık olduğundan, mahpus damında bunalır, yazının, yabanın yeşertisini davar gibi özler… – Dalgın dalgın dudaklarını yalayan Kelleci’ye gerçekten kızdı- : Yalanmayı gördün mü, yalanmayı!. Nah şuraya yazdım! Bu oğlan, yakında savuşmaya kalkacak da sırtına kurşunları güzelce yiyecek… Geberdi-ğinde değilim! Dirliğimiz bozulur ki, gör nasıl bozulur!. Biraz bekledi, Murat Bey, lafa koşulmayınca dargın dargın içini çekerek, sessiz adımlarla merdivene doğru yürüdü. Birini suçüstü yakalamaya gidiyor gibiydi. İstanbullu gazeteci Murat, Şeker Emin’in, «davar gibi yeşilliği özler» sözüne daldı. Nisanın 15’i olduğu halde Çankırı Cezaevi revir 9 sofrasının penceresindeki geniş manzaradan, ilkbahar geçip gitmiş, görünürde el kadar yeşillik kalmamıştı. Karşı yamaçtaki ağaçsız Kavra köyü, sarı bir denizin ölü dalgaları üzerinde yüzen, dağılmış bir gemi leşini andırıyordu. Kelleci Memet, tepenin arkasını görmek istiyormuş gibi, ayaklarının ucunda yükseldi, dişlerinin arasından homurdandı. Tüysüz çocuk suratına apansız çetin bir erkeğin öfkeli can sıkıntısı gelmişti.


— Şu karşıki yol mu, sizin köyün yolu, Kelleci? Kelleci Memet ellerini demirlerden çekip göbeğine bağladı: — Bizim köyün mü beyim?. -Gözlerini kuşku ile kırpıştırıyordu-. İyi bildin, karşı yol!. Yol dedimse, bildiğin susa değil… Teker izi… Yılanlı Kuyu’ya kadar sürer bu böylece… Yılanlı Kuyu bizim yarı yolumuz… — Neden «Yılanlı Kuyu» demişler? İçinde yılan mı var? — «Var» derler. Ben görmedim. Aslına bakarsan, kimse görebilemez! Çünkü Yılanlı Kuyu derindir domuzuna… Attığın taş gider bir zaman uğuldayarak… Suyu bulduğu, top gibi gümlemesinden bilinir. Yılanlı Kuyu Ceneviz’den kalma… — Nereden belli? — Bozkıra öyle kuyu salıp şu kadar urgan boyu yerden su çıkarmayı Ceneviz’den başkası hak edemez. Bozkır, vaktin birinde, otlakmış öyle mi beyim? — Bilmem! — Otlakmış… Otunu değme a A tlı sökemezmiş… Günlerden bir gün, sürü sahiplerine öfkelenmiş nedense, iyice domuzlamış da, sularını yerin dibine çekmiş… İmansızlığına bakmalı ki, davar sahiplerini bunaltmak için, kendi gövdesinin yeşertisinden vazgeçi10 yor… – Düşündü bir zaman -: Yılanlı Kuyu’dan gün-doğuya yöneldin mi, gökle yerin kavuştuğu çizinin üstünde, bizim Eğriboğaz’m dağları, mor bulut gibi seçilir. Bizim Eğriboğaz olmasa, Deli Çay Kızılırmağa kavuşamaz… Trenin toneli gibi dağları delerse o başka… Bizim köy, Eğriboğaz’m beri ağzmdadır. Cenevizli, Eğriboğaz’m ağzına bir kale kondurmuş vaktin birinde… Aklı sıra, geçidi tutacak da, kuş uçurmaya-cak… Ceneviz’den sonra Osmanlı, onarmamış da, kalenin şurası burası göçmüş… Göçmeseydi, bizim köye «Kaleköy» derlerdi öyle ya beyim, «Virankale» diyeceklerine ! Kelleci uzaklara bakarak daldı. — Köyü özledin mi Kelleci? — Köyü mü?. Özlemek de neymiş?. Hiç özleme-dik. — Doğru söyle… Köyü özlemek ayıp değil… Bak, ben İstanbul’u özledim, daha on beş, yirmi gün olmadan… — Özlemedik, dedimse… Eh özledik az biraz… -Gülmeye çalıştı-. Köydeyken, köyü hiç özlemezdim oysa… — Köydeyken neyini özleyeceksin? — Köylü kısmı köydeyken de köyü özler beyim!. Köylü olsan, şurada otururken hoplar kalkarsın da, «Gidiı> dam başına çıkayım da köye bir bakayım,» dersin! Osman Ağamın oğlu Yusuf, bostan beklerken duramazdı. Saat başı, «Ben köyü özledim arkadaş,» derdi. «Sen de özledinse… Dolan gel, sonra da ben giderim,» derdi.

Biizim içimiz istemezdi. Neden istemezdi? Özle-mediğimizden besbelli… — Senin kâğıtlar Yargıtaya ne zaman gitti? — Mahkeme kâğıtları mı? İki ay var? Töbe, iki 11 aydan beş gün eksik… Neden sordun beyim? Yakında gelir mi bizim kâğıtlarımız? — Gelir ya… Gelir sanırım! — Bozarlar mı bizim kâğıtları Ankara’da? Hatip Hoca dedi ki: Bozarlarmış yüzde yüz… Altı yılımızı on iki yıla çıkarırlarmış… Tüfeğin kendi başına patladığını göz önüne almazmış Ankara’nın Yargıtayı… — Yok canım! Hatip Hoca seninle şakalaşıyor. Buranın Ağırcezası tüfeğin kendiliğinden patladığına inanmamış ki… Aslında sana tam ceza vermişler, on sekiz yıl… On altı yaşında olduğundan üçte ikisini çel-mişler de altı yıla indirmişler… — Çeldiler evet… — Yaşının küçüklüğünden çeldikleri için cezan artmaz, meraklanma! — Tüfeğin kendi basma patladığını buranın koca reisi göz önüne alaydı, bizim cezamız ne kadardı beyim? — Altı, yedi ay, bilemedin on ay… — Ankara’nın Yargıtayı göz önüne almaz mı, tüfeğin kendi başına patladığını? — Karakolda sıkı dursaydın, «Baltayla üstüme geldi de, korkudan çektim vurdum,» demeseydin, belki alırdı. — Karakolda dedik ama, sopa yediğimizden dedik!. — Hatip Hoca’ya bakarsan Savcıya da böyle demişsin… Savcı da sopa atmadı ya!… — Sopa atmadı ama, okunmuş su içirdi bize Savcı Bey… «Uykunda söyledin! İnkârdan gelmek boş…» dedi. -Gözlerini kısarak bir şeyler hesapladı-. On iki yıla çıkarmasınlar da, varsın indirmesinler. Çalışma cezaevine gideriz… Cezasının altıda birini yatan çalışma 12 cezaevine gider. Bizim altıda birimiz bir yıl… Surda ne kaldı? Altı ay kaldı. Bizi Zonguldak’taki cezaevine mi salarlar beyim? — Bilmem! Herhalde… — Hatip Hoca’ya bakarsan, yağma yokmuş… An-kara’daki çocuk cezaevine salarlarmış bizi… Cinci Nezir Emmime geldin mi, Zonguldağa gitmenin yolu; zanaat öğrenmek bir, bir de okumayı bellemek… Biz burada zanaat öğrensek, bizi Zonguldağa salarlar mı? — Neden ille Zonguldağa gitmek istiyorsun? — Zonguldak bizim gurbetimizdir beyim! Zonguldak kuyularında bizim Virankale’den çok adam bulunur. – Gözlerini gazeteci Murat’ın araştırıcı bakışlarından kaçırdı -. Biz köylü olduğumuzdan Ankara’da barınanlayız… Cinci Nezir Emmim haklı… İşin başı zanaat bellemek… Yanı sıra okumayı da bellersen… -İçini çekti. Bu laftan usandığı belliydi. Birden elini kaldırdı — : Hele şuna hele… Gördün mü beyim? Ufak oğlanı, gene şamarladı, şu kara domuz!. — Hangi kara domuz? — Nah, Güneş okulunun avlusundaki kara domuz… Küçük oğlanı gidip gelip şamarlamakta… «Ulan alçak!» desem, el kadar bebeyi neden şamarlamaktasın, suçsuz günahsız?.

— Belki vardır onun da bir suçu… Ne biliyorsun? — Suçu güçsüzlük… Bu dünyada gücün yetmedi mi, şamarı yersin!. Arkanda yiğit baban, yetişmiş dayın, emmin yoksa, her geçen seni döver!. -Elini yanağından geçirerek ağzının ucundaki kurnaz gülümsemeyi sakladı -. pebeler bu Güneş okulunda, beş yıl mı okurlar beyim? — Beş yıl!. — Beş yıl okuyunca adam, okumayı iyice beller mi? 13 — Eh, beller. — Hiç unutmaz mı gerisin geri?. — Eline kitap, gazete geçer de okumanın arkasını kesmezse, unutmaz. — Adam okumayı belleyince, ardını hiç kesme-meli… Eline geçeni okumalı… Eline geçmezse kötü, değil mi beyim? — Kötü… Uzaktan uzağa kağnı gıcırtıları duyulmaya başlamıştı. — Sizin Virankale’de okul var mı Kelleci? — Yok… Bizim bebeler, Camili’ye gider. — Sen de gittin mi? — Biz mi?. Aaahh… Biz gidemedik! Biz fıkara olduğumuzdan gidemedik… -Gözlerini kaçırdı-. Beş yıllık okulların tümüne «Güneş okulu» mu derler? — Hayır! — Ya buna neden demişler? — Vali Bey’in keyfi öyle istemiş . — Vali Bey’in keyfi öyle istemişse, evet bunun adı Güneş okulu olmuştur. Varsın olsun. Benim anladığım kasaba yerinin bebeleri iyi okumakta beyim.

Köylere kulak verme! Köy okulları üç yıl… Köyde üç kitaptan sonrası yok… Bana sorarsan, kasabalı beş yıl okursa, köylüler en azından yedi yıl okumalı… — Neden? — Köylü kısmını reçperlik ezer. Toprakla boğuşan adamın okumaya aklı kolay yatmaz… – Utanılacak bir şey söylüyor gibi kuşağının üstüne bağlı ellerine bakıyordu-: Vaktiyken… Köyü möyü boşlayıp şu Güneş okuluna geleydik beyim… Bizi de Güneş okuluna sokarlar mıydı vaktiyle geleydik? — Sokarlardı. — Para mara istemezler miydi? Rüşvet müşvet?. 14 —Okulda istemezlerdi ama, giyim kuşam parası, yatacak yer parası, yeme içme, kitap defter parası senden… — Vara bizden olsaydı… Tarlaları ucuz pahalı sat- ‘ malıymış da gelmeliymiş… — Çok mu sizin tarlanız? — Sayısına bakarsan çok ama, kıraç olduklarından para etmez. Yağmur yağmadı mı, bizde kıraç topraklardan tohumu geri alamazsın! Para eden topraklara «arpalık» deriz. Su boyundaki tarlalar… — Sizin arpalığınız yok mu? — Var biraz… Rahmetli Osman ağamla ortak ekerdik. Tarla bizden, öküz, tohum Osman ağamdan… Babam, askerlikten bu yana, toprakla boğuşamaz olmuş… Geçen yıla kadar koruculuk ederdi. Geçen yılın sıtması, fukarayı kötületti. Biz buraya girince, koruculuğu başkasına vermiş domuz muhtar… -Biraz şaşkın, biraz kederli güldü -: «Tarlaları satmalıymış» dediğimize bakma beyim, acından geberse, babam toprak satmaz. Bizim oralarda, su altından toprak satmak hiç yoktur. Çoraktaki tarlalara geldi mi, satsan da alıcı bulamazsın! Otuz kayma, kırk kayma verirlerse verirler. O da bolluk yılma denk gelip ağa takımı inatla-sırsa… — Dönümüne mi otuz kayma? — Dönümüne olur mu? Tümüne… -Biraz düşündü -: Beş yıllık okulu başa çıkarmaya, kırk lira yetmez öyle ya, beyim? – Biraz bekledi, sorusunu gene kendisi karşıladı -: Hiç yetmez! -Altdudağmı birine şıma-rır gibi sarkıttı -: Sen eski yazıyı okulda mı belledin beyim, eskinin Kuran yazısını? — Okulda… — îyi imiş… Şimdilerin köy okullarında eski yazı 15 yok… Eski yazıyı Kemal Paşa, köylü kısmına yasak etmiş. Neden yasak etmiş beyim? — Yalnız köylülere yasak etmedi. İstanbullulara da yasak… — Neden peki? — Zor olduğundan… — Domuzuna mı zor eski yazı? — Domuzuna… — Eski yazı yazdığından mı seni mahpus damına tıktılar? — Yok… — Ya neden? — Birinin rezilliğini yazdım. — Evet birinin rezilliğini yazmışsın! Başgardiyan Etem Efendi Ağam, dediydi de Hatip Hoca inanma-dıydı.

— Ne dediydi Etem Efendi?. — Etem Efendi Ağam, milleti başına topladı da, öğütledi: «Aman haa,» dedi, «Aşağı odaya bir herif gelecek. Beri benzer mahpuslardan bellemeyin! Kendisi gazeteci,» dedi, «Her duyduğunu gazeteye yazar ki pire zıplasa yazar, hem de pireyi deve yapar da yazar,» dedi. «Aman arkadaşlar göreyim sizi, ek yerimizi belli etmeyelim! Birbirimizin hep iyi yanını söyleyelim ki Çankırı’mızın adı İstanbul’un gazetesine iyi geçsin…» dedi. Rezilliğimizi görsen, ossaat yazar mısın İstanbul’un gazetesine beyim? Murat gülümsedi: — Hiç bakmam! — Öyle ya, kendi adamının rezilliğini yazmışsın. Bizim rezilliğimizi de yazarsın yüzde yüz… -Dilini ağzının sağ yanından çıkarmasıyla içeri çekmesi bir oldu -: Bizim Çankırı’mızın adamı iyidir beyim… Bizim adamımızda kötülük yoktur. Güneş okulundaki kara domuzun küçük oğlanı şamarlamasına bakma!. Aklı ermediğinden şamarlıyor… -Biraz düşündü-: İstanbul’da birinin rezilliğini yazmanın cezası altı ay mı beyim? — Herif dava ederse, altı ay… — Seni dava mı etti o herif her kimse? — Etti. — Rezil miydi gerçekten? — Evet! — Vay başıma!. Gerçekten bir rezile «rezil» demenin cezası altı aysa köylü milleti İstanbul’da hiç barınamaz. Çünkü bizim ağzımız sövmeye alışıktır… -Başını salladı-: Çok imansızmış İstanbul’un yargıcı… Bir lafa altı ay ceza verdiğine bakarsan. Bizim cezamızı hiç çelmezdi, çifte tüfeğinin kendi başına patladığını göz önüne almazdı da… — Ulan Kelleci, «Tüfeğin kendi başına patladığım göz önüne almadılar!» demedim mi? — Töbe beyim. Öyle ya bizim cezamızı yaşımızın ufaklığından çeldiler. Olsun! İstanbul’un yargıcı, yaşımızın ufaklığını da göz önüne almazdı… -Avucuna gülerek sözü değiştirdi -: Allahtan şu Kemal Paşa eski yazıyı yasak etmemeliydi de… Bellemeliydik değil mi beyim? — Çok mu lazımdı köpoğlusu?. — Lazımdı ya… Eski yazı iyidir.

Eski yazının anı şanı başka… Bizim Camili’nin imamı, namaz dualarını yeni yazıyla neden belletmez? Çünkü, Kuran işlerinde eski yazı ister. Hele muskaya yeni yazı hiç gitmez. — Gitmezse gitmesin. Muska da neymiş? — Aman, töbe de beyim! Muskasız hiç olmaz! — Neden olmuyor? — Bizim oralarda, ecinni takımından sankedi ka-ra-oğlak vardır. Muskasız haklarından gelemezsin! Bun16 17 lar gecenin karanlığında, kara taşlara otururlar da gözlerini çıra gibi ışıldatırlar. Neden mi? Adamoğlunun doğru yolunu eğriye bükecekler de, başını belaya sokacaklar. — Her köyde bulunur mu? — Bulunur beyim, belasız köy olmaz! -Bir zaman altdudağını dişleyerek daldı, sonra çenesiyle okulun avlusunu gösterdi -: Bu Güneş okulunda alfabeden sonra hep okuma kitabı mı gider? — Evet! — İyiymiş… Okuma kitabı kaç yaprak? Elli yaprak var mı? — Daha çok… — Alfabeden sonra demek okuma kitabı? Okuma kitabından sonra hep okuma kitabı… – Dudaklarını yaladı -: Şu Güneş okulunda okumak da iyi ya, ille İstanbul’un okulları… — Sen İstanbul’un okullarını nereden biliyorsun? — Babam anlatır beyim… Benim babam, seferberlikte askerliğinin birazını İstanbul’da yapmış… Seferberlikte çok para toplamış ama, esir gidince imansız İngilizler kemerini sıyırıp almışlar… Babam kemerini İngiliz’e aldırmasaydı, köy yerinde korucu durur muydu? Aslına bakarsan kemeri kaptırdığına yanmaz benim babam… Savaşta kazandığı nişanı yitirdiğine yanar. Babam der ki, «Nişanı kaptırmasaydık. Hükümet bize aylık bağlardı yüzde yüz,» der. Doğru mu beyim? — Savaş sakatıysa aylık bağlarlardı herhalde… — Kaç kayma aylığı olurdu babamın, nişanı yi-tirmeseydi? — On kayma, on beş kayma… Kelleci uzun bir ıslık öttürdü: — Vay başıma…. On, on beş kayma, köy yerinde yemekle tükenmez. Babam sizin İstanbul’u yaman an18 latır: İstanbul’un camileri varmış ki bizim Virankale’-nin harman yeri, kaç paraymış… Tavanına bakanın şapkası düşermiş… Camisi böyle olan yerin okulu da zorluymuştur. Cinci Emmime bakarsan, sizin oranın mahpus damları da zorluymuş… Sen neden kendi mahpus damınızda yatmadın beyim? — Biliyorsun şimdi savaş var. «İstanbul cezaevleri başka yere taşınacak!)) dediler. Eskiden gezinti treniyle gelmiştim de burasını beğenmiştim! -Murat ayakyolu kokusunu birden duyarak suratını buruşturdu -: Geldik de iyi halt ettik Kelleci… — Neden beyim? Gelmese miydin? — Gelmeseydim ya… Baksana şu kenef kokusuna… Kelleci Memet, biriyle eğleniyor gibi, kafasını dikip havayı derin derin kokladı: — Kenef kokusu evet… Ayağını iyi terazileyeme-mişler bunun… Pisliğini su alıp gidemez olmuş… Biz umursamayız ama sen İstanbullu olduğundan alışamaz-sın… Senin yattığın oda, Başgardiyan Etem Efendi Ağaımndı.

Savcı Bey, «Boşalt,» deyince Etem Efendi Ağam önce kızdıydı da sonradan hıkır hıkır güldüydü. — Niçin? — «İstanbul’un gazetecisi bizim odanın kenef kokusuna bakalım dayanabilir mi?» diye güldü. İstanbul’un kenef kokusu hiç mi yoktur beyim? — Büsbütün yok denemez ama, bu kadarına da hiç rastlanmaz Kelleci… — Gördün mü? İstanbul başka… Adam okumaya gitti mi İstanbul’a gitmeli! Burada adamın aklı bir ererse İstanbul’un okulunda beş erer. Akim bir kat açılırsa, orada beş kat açılır. – Suratım astı -: Geçenlerde Hatip Hoca bizi tersledi. «Beş kat açılmış akıl, köylü kısmına iyilik getirmez,» dedi. Neden? Biz akıl açıklı19 ğını, bakalım, kötülüğe mi istemekteyiz? Adamın okumuşu reçperlikten kurtulur. Okudun mu canın çekerse köy yerinde eğitmen olursun! — Neden muhtar değil de eğitmen?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir