Kemal Tahir – Kiran Kirana

Sol kolumu her hareket ettirişte Lüger’imin yokluğunu hissederek o Velda’ya küfürü basıyorum. Aynalara gözüm iliştikçe suratım asılıyor. Son moda smokin giymek benim neyime? Biz maskara olursak bu kız ne kazanacak bilmem ki … Smokini benden habersiz ısmarlamış. Askerlik arkadaşlarımdan genç avukat Dav Spenser, genç avukatlar namına verilen baloya beni ısrarla davet edince fırsatı kaçırmak istemedi. O kadar dayattı ki biz nihayet işte bu kılığa, yani “bir budala penguen” kılığına girdik. “Peki silahsızlığı ne yapalım?” diye can havliyle ümitsiz ümitsiz sordum. “Baloda silaha ne lüzum var? Artık kiliseye de gitsen dövüşeceksin, istemem!” diyerek kaşlarını çattı. Dav, güzel katibesi Mis Belmon’a demindenberi anlatıyor: — Sen bu Mayk’ı gördün mü? diyor, ne köpoğlusudur ben bilirim. Okinava gürültüsünde biz bir küçük adaya çıkıyoruz. Ben gene viskiyi çekmişim. Lakin nasıl çekmişim, imanına çekmişim. Bizi avuç içi kadar bir kaya parçasına değil de Japonya’ya çıkarsalar iki üç el bombasıyla bütün Japon ordusunun hakkından geleceğim … Derken efendim, otların içinden maymun suratlı beş Japon fırlamasın mı? “Bre el bombası!” diyorum da mümkünü yok kancayı çekemiyorum. Herifler beni bitirecekler. Allah göstermesin, heriller beni bir anda … Derken meleğim bir gürleme duymamla kendimi yüzükoyun yere attım. Bu herif.


Bu Mayk denilen köpoğlusu … Dav viskiyi kafasına dikti. Ben biraz geç kalmıştım. Geldiğim zaman zaten sarhoştu. Şimdi fitil! Dili dolaşıyor. Dili peltekleşmiş de sözlerini anlamak imkansızlaşmış … Üç kere bir kenara çekip beni buraya neden acele çağırdığını sormak istedim. Üç keresinde de etrafına korkuyla bakıp sustu. Daha doğrusu susmadı. Meseleyi açıp açmamakta tereddüt etti. Birinci defasında: “Vaziyet berbat,” dedi, “benim hayatım tehlikede oğlum, senin haberin yok!” İkinci defasında, asıl meseleye temas etmek üzere olduğunu gözlerinden anladım. Nedense vazgeçti: “Karı hastalandı apansız,” diye içini çekti, “hastalandığından gelemedi. Halbuki seninle tanışmayı pek istiyordu. Nesini tanıyacaksın, köpoğlusunun biri. Sen ömründe hiç köpoğlusu görmedin mi? dedim. İyi demiş miyim?” Başını kederli kederli sallayıp yürüdü. Üçüncü defasında büsbütün cıvıtmıştı.

“Nedir?” diye sordum, “Benim burada canım sıkıldı. Basıp gideceğim, derdin ne?” Etrafa gene korkulu gözlerle baktı da, “Sen hayatında bir kere olsun İncil okudun mu?” diye sordu. Belli ki herif sarhoş. Eskidenberi sarhoşluğunun cıvık olduğunu bilirim. Üçüncü dublede gözleri işte böyle kanlanır, güzel suratına kederli bir aptallık gelir. Kadınlara karşı kabalaşır, erkeklerle kavga çıkarır. Şimdi Amerikan bara dayanmış, gözlerini kısarak etrafa mütecaviz mütecaviz bakıyor. Bütün japon ordularına tek başına kafa tutmaya hazırlandığı ruh içinde bulunduğu muhakkak. Öteki genç avukatlar da pek başka türlü değiller. Şu halde baro içkiye dayanamıyor. Numaralar çoktan birbirine karıştı. Son olarak seyredeceğimiz “Soyunan Kadın” oyunu ileriye alınmış olmalı ki orta yerde güzel bir kız nazlı nazlı soyunuyor. Dav, manzarayı ilk defa görüyormuş gibi hayrete düşmüştü: — Ne edepsizlik! diye çıkıştı, yakışır mı ama… Katibesi güzel Mis Belmon, patronunu yatıştırmaya çalışıyordu: — Rica ederim Mister Spenser… Herkes bize bakıyor. — Ne demek? Şu kızda zerre kadar akıl var mı Allasen Mayk? Herkes bize bakıyormuş. Ortada bir kadını anadan doğma soyarlarken herkes bize nasıl bakabilirmiş? Hem siz bana baksanıza kuzum! Bu herkes dediğiniz hergele sürüsünün içinde şu herif de var mı? Ben, işe ciddiyetle kanşmak zamanı geldiğini anladım.

Dav, fena dövüşmezdi ama şimdi ayakta duracak takati yoktu. Gözümün önünde yumruklanmasına meydan veremezdim. Durup dururken genç avukatlardan birisiyle çatışmak da aptallık olacaktı. Kolunu tuttum: — İstersen çıkalım, dedim, biraz hava alırsın da açılırsın. Malum ya ciddi şeyler konuşacağız. Ben buraya dansetmek için gelmedim. — Nereye çıkıyoruz? Çıkılır mı iki gözüm? Lafa bak! işte bunu hiç beğenmedim Mayk. Sana birisini takdim edeceğim. Ama sakın şu hergeleyi tanıştıracağım zannetme! Elindeki viski bardağıyla gösterdiği adam da tezgaha dayanmıştı. Küçümseyen bakışlarla dimdik Dav’a bakıyor, kılı kıpırdamıyordu. Dav, bu bakışların altında rahatsızlık duymuş olmalı ki, doğrudan doğruya harekete geçti: — Merhaba it oğlu it! dedi. Adam bardağını kaldırdı, gayet kibar bir gülümsemeyle hafifçe eğildi. Sanki çok sevdiği, çok hürmet ettiği bir dostunu selamlıyordu. Herifin sinir kuvvetine hayran kalmıştım. Dav bana döndü: — Sen bu namussuzu tanır mısın? diye sordu.

— Saçmalıyorsun, diye çıkıştım, sesini kes de defolalım! — Neden? Namussuza namussuz demek Birleşik Amerika topraklarında yasak mı edildi? Bu herif öyle namussuzdur ki. Ben bilmez miyim? Emsalsiz namussuzlardan … Yani bu dünyada namussuzluk tükense, namussuzluğun kıtlığına kıran girse Mülligan denilen bu kerata yeniden icad eder de dünyanın dört bir tarafına ihracata girişir … Bir de ressam bu hergele … Mis Belmon, ümitsiz bir hareketle parmaklarını birbirine geçirdi. Ben, zıvanadan çıkmış olan Dav’ı bir tarafa bırakarak durup dururken hakarete uğramış adama doğru yürüdüm: — Özür dilerim, dedim, fazla içti. Eğer kendisini evveldenberi tanıyorsanız… Adının Mülligan ve zanaatının ressam olduğunu öğrendiğim adam beni tepeden tırnağa süzdü. Güzel erkekti. Soğukkanlılığı hoşuma gitmişti. Üzerinde kadınlar tarafından şımartılmış usta zamparaların güveni vardı. Kalın ve tatlı bir sesle: — Tanırım, dedi, boyundan büyük işlere giren serserenin biri. — Ayıkken şeker gibidir. — Serserinin şeker gibisi olmaz. Etrafımıza birkaç kişi toplanmıştı. “Özür dilerim” diye söze başladığıma pişman olmuştum. Herif aynı mesut ve rahat gülürsemesiyle: — Serserinin dostu olmak güç mesele, dedi, “kiminle görüştüğünü söyle, nasıl adam olduğunu söyleyelim” derler ki doğrudur. Müthiş bir öfkenin yüreğimde patlayıp iki çatal olduğunu, bu çatallardan birinin, ensemdeki damarları şişirerek beynime doğru çıktığını, diğer çatalın gene ikiye bölünerek yumruklarıma doğru indiğini hissettim. Bu pis ağzı dağıtıp dağıtmamayı düşünürken Dav arkamdan bağırdı: — Nasılmış Mayk, haksız mıymışım? İt oğlu it sözü doğru değil mi? Hışımla döndüm.

Tanımadığım bir herifi yumruklamaktansa ortalığı cıvık sarhoşluğuyla karıştıran bu münasebetsizi tartaklamak daha doğru olacaktı. — Sen susar mısın bakalım? diye bir adım attım. Birdenbire beynimin sol tarafında korkunç bir patlama oldu. Sanki tavan başıma yıkıldı. Arkadaşımın ağzı çarpılmış sarhoş suratı birden karardı. Yüzükoyun yere devrildiğimi hatırlıyorum ama burnumun döşemeye çarptığını hatırlamıyorum. Bayılmışım. * * * Gözlerimi açtığım zaman evvela hiçbir şey göremedim. Yavaş yavaş ışıklar açıldı. Aynı yavaşlıkla başımın altındaki gergin bacağın ve alnını ovuşturan yumuşak kadın elinin sakinleştirici mevcudiyetini duydum. Uzaktan uzağa bir keman inliyor,’ arada sırada davul temposu geliyordu. Kızın yüzünü seçmeye çalıştım. Dalgalı sarı saçlarında elmas parıltıları var. Bunu bir yerde gördüm. Bu kız yabancı sayılmaz.

Hele gayret! Hele yavrum biraz gayret! Aklını başına devşir Mayk! Nihayet Davın güzel katibesi Mis Belmon’u tanıdım. tik aklıma gelen şey: “Merhaba, it oğlu it!” sözü oldu. Kendimi tutmasam kahkahayı basacağım. Kız: — Çok şükür aklınız başınıza geldi Mister Hammer! dedi. — Nerede bizim tosunlar? — Tosunlar mı? — Yani Dav’la meşhur ressam efendi? . — Ressam savuştu. Dav şurada yatıyor. — Sızdı mı? — Sızdı. Kapıda duran bir garsona seslendi: Lütfen bir viski … Tavan yeniden fır dönmeye başladığı için gözlerimi yumdum. Getirilecek viskiyi uslu uslu bekledim. Galiba bizi bir küçük salona almışlar. Dav karşıdaki kanepede leş gibi yattığına göre, biz balo halkından uzaklaştırılmışız. — Savuştu öyle mi? diye sordum, saçma bir şey! Cehenneme gitse elimden kurtulamaz. — Rica ederim Mister Hammer, yeniden başlamayın. Yeniden başlamayayım mı? Bu lafın manasını anlayabilmek gayretiyle davranıp oturdum.

Gözlerimi kırpıştırarak: — Neyle vurdu, gördünüz mü? diye sordum. — Yumrukla … — Olamaz. Ne haddine! — Ben iyice gördüm. Elinde başka bir şey yoktu. — Farkedememişsiniz. Mutlaka muştayla vurmuştur. — Değil. Tanıyanlar yumruğunun çok sert olduğunu söylediler. — Ressamın yumruğu mu? Tuhaf doğrusu, çok tuhaf! — Neden? — Tuhaf da ondan … Hem tuhaf, hem de iyi … — Anlayamadım? — lyiligi şurada: Suratını dağıttığım zaman “Ömründe fırçadan başka bir şey kullanmamış herifi tepelemek de marifet mi?” demezler. — Bütün kabahat bizim patronda… Düpedüz kavga çıkardı. Herif de sahiden it oglu itmiş. Kancıkça arkadan hücum etti. Halbuki siz isteseydiniz ağzını kırardınız. “İt oğlu it”, “kancıkça” kelimelerini bu kalın dudaklı güzel ağızdan dinlemek pek hoştu. Ne halt ettiğimi pek bilmeden kızı apansız kucakladım.

Sıkı sıkıya öptüm. Kendisini kurtarmak için biraz çabaladı. Bu suretle gögsüme büsbütün yaslanmış kendisini koyuvermiş oldu. Horlamaya başlayan pis sarhoşun iki adım berisinde öcümü almaya hemen girişmiş olduğum için yüreğim sevinçle kabardı. Garsonun getirdiği viskiyi bir yudumda içtim. Ressam savuşmakla çok iyi etmişti. Burada bulunsaydı kulaktozuma apansız yapıştırdığı yumruğu faiziyle beraber iade ederdim ama bu hareket intikamımı almaya yetmezdi. Yarın ola hayır ola! Güzelce- giderim. Atölyesine şeref veririm. Tatlı tatlı konuşuruz. Fırçasından hoşlanırsam portremi ısmarlamam ihtimali bile yüz gösterir. lnsan pek farkına varmıyor ama, bu dünyada ihtiyarlamak diye bir kepazelik de mevcut. Yakışıklı devrimizde portremizi boyatalım ki haydut kurşunlarından aman bulup ihtiyarlarsak “Hey gibi günler hey!” diye tasvirimize bakarak iç çekerim. Kendi kendime gülmeye başlamışım. Kız buna çok şaştı: — Deli misiniz? diye çıkıştı.

— Neden meleğim? Seni öptüğüm için mi? Asıl öpmeseydim deli sayılırdım. Bana iyilik ettin, şefkat gösterdin. Kadınlara karşı minnet borcumu öperek ödemek âdetimdir. Erkeklere karşı borçlarımı da huyum kurusun, yumruk veya kurşunla kapatırım. Kalktım. Bacaklarımın üzerinde ileri geri sallanarak muvazene-. mi bulmaya çalıştım. Bu güç işi becerdikten sonra: — Haydi yavrum, dedim, balodan boyumuzun ölçüsünü aldık. Şu leşi evine bırakalım da karşılıklı iki kadeh içelim, aklımız başımıza gelsin… — Siz sahiden delirmişsiniz. Bu saatten sonra mı?’ Saate baktım. Tam on iki. — Ancak ölüler on ikide yatarlar, diye sırıttım, siz hele gelin ki… Dav’ı otomobile kadar garsonlar taşıdılar. Evinin önüne geldiğimiz zaman kolunu boynuma atarak sırtladım. 70’inci avönüde, bahçe içinde bir küçük köşkte oturuyordu . Başımı belaya sokan herifi parmaklıkların dibine yatırdım.

Zili çalıp otomobile döndüm. Mis Belmon: — Olmaz, böyle meydanda bırakamayız, imkanı yok! diye itiraz etmek istedi ama kulak asmadım. Gaza bastım. * * * Tablodaki hafif ışık Mis Belmon’un güzel yüzüne kızıl gölgeler halinde vuruyordu. Sürati kestim. Bir sigara yakıp uzattım. Yüzüme baygın baygın baktı. — Beni eve bıraksanız Mister Hammer, dedi, kendimi tehlikede hissediyorum. — Kime karşı? — Size tabii… — Asıl ben kendimi tehlikede hissediyorum. Bir kere yumruk sersemiyim. Sonra da öfkelendim. Öfkeyle sersemlik bir araya gelince erkek kısmı âşık bile olur. — Bir kere gördüğü kıza mı? — Elbette… “Aşkın gözü kör” derler. Yalan. Bilakis aşkın gözü sarı ekin tarlasında yürüyen san karıncayı gece karanlığında olsa görüyor.

Hele böyle tatlı mayıs geceleri… Derin derin nefes aldım. New York’a yaz birdenbire bastırır. Kış bir de bakarsınız sürekli yağmurlarla çamurlaşmış, arkadan dayar nılmaz bir güneş her şeyi kurutmuş. Betonlar bir kere tutuşursa sıcaklık gökten yere mi iniyor, yoksa kızgın betonlan çatlatarak yerden göğe doğru mu yükseliyor anlaşılmaz. — Dav’ın beni niçin aradığını biliyor musunuz. — Hayır. — Gönderdiği mektubu siz yazmadınız mı? — Hayır, Mektup mu yolladı? — Davetiyeyle beraber bir de küçük tezkere yazmış. “İki elin kanda olsa bu baloya gel!” diyordu. Birisiyle tanışacakmışız. Bu birisinin kim olduğunu da bilmiyor musunuz? — Bilmiyorum. — Bizi tepeleyen yakışıklı ressam neyin nesi? Dav’ın bu herifle alıp veremediği ne? Kız bu sefer suali duymamış gibi sustu. Sükut lüzumundan fazla uzayınca: — Alıp veremediği mi? diye vakit kazanmak için tekrarladı, vallahi bilmem… Ressam da askerlik arkadaşıymış. Önceleri pek sevişiyorlardı. Sık sık buluşup beraber içtiklerini gayet iyi biliyorum. — Sonra dostluklarına nazar mı değidi? — Öyle bir şey… Sonra nazara geldiler galiba… Ressam bir iki kere telefonla aradı, Mister Spenser büroda olduğu halde yok dedirtti.

— Dav o zamandanberi mi huysuzlaştı meleğim? — Evet. Boş atmış, dolu tutmuştum. Kız ağzından kaçan “evet” kelimesine pişman olmuş gibi sözü değiştirmek gayretiyle: — Dav sizi çok seviyor Mister Hammer, dedi, sahiden seviyor. Hele sarhoş olunca hep sizden konuşuyor. Harp hatıralarında hep siz varsınız. O kadar ki ben sizi görmeden evvel de tanıyordum. Hem de etraflıca… — Sarhoş lakırdısına pek kulak asmayacaksınız. Methetse de makbul değil. — Dav iki kere hayatını kurtardığınızı söyledi. Siz müthiş dövüşürmüşsünüz. japon cephesindeki kıtalar arasına nam salmışsınız. Ressam da sizi tanıyor. — Atmış namussuz! Ben onu hiç tanımıyorum. — Bir arada bulunmamışsınız ama maceralarınızı duymuş. Galiba arkadan hücum etmesi de cesaretinden değil, sizden korktuğundan… Gözlerimi kısarak yüzüne baktım.

Kötü kötü sırıttım: — Tesellinin hiçbir çeşidini sevmem şekerim, dedim, teselli uğradığı hakareti yalayıp yutanlara verilecek müshil ilacıdır. Ben yediğim yumrukları bugüne kadar suratımda olsun, midemde olsun uzun zaman taşımadım. Meraklanma! — Neden teselli edecek mişim? Doğrusunu söylüyorum. Nasıl düşünüyorsam, nasıl hissediyorsam öyle… — Mersi canım! Şaka ettim. Hepimiz sırasında teselliye muhtacız. Çünkü her insan sırasında aptaldır. Ben de insanların en aptallarından sayılırım. — Yakışıklı bir aptalsınız Mayk… — Sakın üzerimdeki siyah çamura aldanma! Traşım bir parmak olduğu zaman görsen on günlük yola kaçarsın. Kız elini uzattı, dudaklarımı toplayıp sıktı, sonra ağzına götürüp avcunu öptü. 8’inci avönüde olduğumuzu farkedince Gronviç avönüye saptım, sonra 62’nci sokağın köşesini kıvrıldım. Bir küçük meyhanenin önünde durdum. Tahmin ettiğim gibi içerde kimsecikler yoktu. Tezgahta tek gözlü Bil her zamanki gibi bir spor gazetesinde haftaya yapılacak at yarışlarında kazanacak hayvanı tahmine çalışıyordu. — Bu sefer Kontes’e oyna! diye seslendim, Kontes’ten şaşma Bil… Hem körpe, hem istekli… — Vay siz misiniz Mister Hammer? Bu saatte hangi rüzgar attı sizi? — lşte bu rüzgar! Bil tek gözünü İngilizlerin meşhur amirali Mister Neslon’un dürbünü gibi ayarlayarak kızı bir an ölçüp biçti. Damağını şaklatarak: — Atar tabii, dedi, isterse yalnız sizi değil bütün New York’u siler süpürür… — Şuna afet desene… — Evet, sanşın afet … Ne emredersiniz Mis? Belmon’un cevap vermesine meydan bırakmadım: — Ayıp ettin Bil, dedim, bu yavruda soğuk süt içecek avanak hali var mı? Benim kız sabah kahvaltısını bile viski ile yapıyor.

— Ağzının tadını bilene kurban olayım Mister Hammer. Ayakta mı, oturarak mı?. — Bana kalırsa şöyle rabıtalıca uzanarak diyorum ama, kızın henüz aklı yatmadı. Şuraya yerleşelim ki… Ben lazım gelen dilleri dökeyim… Sonrasına Allah kerim… Mis Belmon: — Edepsizlik ediyorsunuz, diye somurttu, düpedüz hayasızlık bu… Bil viski tepsisini getirdi. Beni tepeden tırnağa süzerek: — Hususi hafiyeler için üniforma icat olunmuş diye duymuştum, dedi, mecburi giyecekmişsiniz. Sakın bu sırtınızdaki maskaralık . — Değil iki gözüm… Biz balodan geliyoruz! — lşte Matmazel, kendiniz görüyorsunuz: Kısacık bir lafta iki tane büyük yalan. Bir kere bana “iki gözüm” denmez. Balolar derseniz bu saatten sonra başlarmış. — Bizimki bitti bile… Hem de iyi bitti. — lyi bittiği meydanda… Soda yeter mi? — Yeter! Sen dediğim gibi Kontes’ten şaşma! Tam kan ingiliz. İngiliz kontesleri biraz soğukça görünseler de süvarilerini bulunca açılırlar. Bir kişnemeleri vardır ki tadına doyulmaz. Bil başını sallayarak yerine gitti. Gazeteyi yeniden açtı.

Mis Belmon: — Siz herkesi tanıyor musunuz böyle? diye sordu. — Evet, maalesef herkesi tanıyorum da asıl tanınması lazım gelenlerden haberim yok. — Mesela? — Meselası kalmış mı ruhum, mesela siz…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir