Kemal Tahir – Yedek Sevgili

“Beni mahvettin, Cafer, Allah belanızı versin!” İhsan böyle söyleyerek içeri girdi. Elindeki buruşuk gazeteyi masanın üstüne bırakıp beyaz, tombul eliyle bunun üzerine iki kere vurdu: “Resim de ne demek oluyor,” diye oturdu. “Siz lüzumsuz resimleri bu gazetelere neden basıp durursunuz kuzum?” “Hayrola! Çıplak kadın resimlerini mi?” “Tamam… Bir bu eksikti… Ben resim diyorum. Elbiseli resim. Bir de çıplağı mı var… Aman Yarabbi!” “Ne oldu? Ver şunu.” Cafer gazeteyi önüne çekti. Bu, muhaberebe olmadığı zamanlara ait, havadissizlikten canı sıkılan zavallı bir gazete nüshasıydı. Ne resmi tebliğ, ne günlük emir, ne harekât-ı harbiye haritası, ne bombalanan bir şehir, ne batan bir gemi… masum bir gazete… Muhalefeti belediyeye çatmaktan ibaret, en yürek hoplatan haberi herhangi bir sinema yıldızı kadının kocasından boşandığını bildirir sulh gazetesi… Birinci sayfada üç ay sonra kutlanacak Çiçek Bayramı hazırlıkları. Kocaman bir çiçek resmi. İngiliz veliahdının yeni kullandığı jartiyerler. Kocaman bir resim. Altta, yeni alınan üç bin tonluk yolcu gemimizin servise girişi şerefine tertip edilen deniz gezintisine dair bir fotoğraf… Cafer: “Resimlere ne olmuş,” diye hayretle sordu, “jartiyerlerden Beyoğlu’na henüz gelmemiş mi? Gelir nerdeyse… Buluruz.” “Nasıl jartiyer? Sen neler söylüyorsun?” “İngiliz veliahdı…” “Bırak şunu. Sayfaları çevir. Hey Allahım… On iki sayfa… Yedinci sayfayı bul… Hayır, galiba sekizinci sayfa.


Ben mahvoldum…” Cafer, her zamanki ölçülü, ihtiyatkâr, ağır hareketleriyle sayfaları çevirdi. Sekizinci sayfa, baştan başa yeni yolcu vapurunun ilk tenezzüh seferinin fotoğraflarına tahsis edilmişti. Baştan itibaren, rıhtıma bağlı tekne… Davetliler geliyor… Hareket… Ne güzel resim!. Vapur arkasında beyaz bir iz bırakarak… Ve nihayet kaptan köprüsünün parmaklığına dayanmış iki kişi… Biri erkek, biri dişi. Cafer, hafif bir ıslık öttürdü. Erkek, İhsan’a benziyor. Dişiyi… “Kim bu karı?” “İşte bir bu eksikti. Utanmadan bir de soruyor. Tanımadın mı?” “Neden tanıyacakmışım ben elin aşüftesini?.” “Nasıl olur kardeşim?! Kız kardeşin Nazmiye değil mi?” “Bu mu Nazmiye? Sen deli misin? Bu mu Nazmiye? Koluna girmişsin. Benim bildiğim Nazmiye bu kadar samimiyeti hiç sevmez. Sarhoşsun galiba!” “Resim çekildiği zaman mı? Tabii sarhoştum. Lakin şimdi aklım başımda. Bu kız, senin kız kardeşin Nazmiye’den başkası olamaz kardeşim.” “Neden olamazmış?.

Bir kere aralarında zerre kadar müşabehet yok. Saçmalıyorsun…” “Olamaz! Mutlaka benim sevgili Nazmiye bacımdır. Ben yoksa perişan olurum. Benim aile saadetim tehlikede…” “Şimdi anladım…” Cafer gülümsedi. Gazeteyi kapatıp arkadaşının önüne sürdü. “Bir tek çare var. Bu nüshayı eve götürme…” “Olamaz. Cahide romanını takip ediyor. Gazetelere tefrika basmak mutlaka lazım mı? Ve ayrıca resim basmak… Siz burada neler yaptığınızın farkında mısınız? Her sabah bu kepaze gazetenizle kaç yüz ailenin saadetini mahvettiğinizin…” “Kaptan köşkünde bu yabancı kadınla ne işin vardı?” “Teessüf ederim. Bunu bana değil, o mendebur fotoğrafçınıza sormalısın. Haydi kalk, gidiyoruz.” “Nereye?” “Doğru sizin eve. Nazmiye’yi göreceğiz. Resmi kabul etmesini yalvaracağız.” “Böyle hoppalıklardan hazzetmez.

Bilmez misin?” “Yalvaracağım… Ayaklarına kapanacağım.” “Daha kolayı gazeteyi eve götürmemek değil mi?” “Sen neler söylüyorsun… Gazeteyi bana Cahide gösterdi. Bir kusurumu yakaladığı zaman nasıl hareket ettiğini bilirsin… Soğuk, müstehzi… Bir yumruğu kalçasında… –Böyle sıralarda resim çıkaran bir acemi boksöre benzer.– ‘Bu da kim?’ diye sordu. Yüreğime inerse, sebeb-i mevtim sizsiniz gazeteciler. Bir kere yutkunmuşum… ‘Bu da mı kim?.’ diye sordum. ‘Evet!’ diye gülümsedi. ‘Bu mu? Bunu bilmeyecek ne var? Nazmiye…’ ‘Hangi Nazmiye?. Şirketteki yeni daktilonun adı Nazmiye mi?.’, ‘Nasıl şirket?. Yeni daktilo ne demek?. Şekerim, iyi baksanıza… Bu bizim Cafer’in kız kardeşi değil mi?.’ Zekâmı takdir etmelisin. Nasıl da bulur buluştururum… Bizimki resme bir an baktı: ‘Acayip bir yalan,’ diye yüzünü buruşturdu, ‘Nazmiye daha topludur, bu sıskanın biri…’, ‘Kızcağız son günlerde biraz hasta imiş… Bozulmuş… Görsen acırsın…’ dedim.

” “Halt etmişsin… Kız turp gibi…” “Bilir miyim? Artık yalanları peşi peşine sıralamak zaruri… Kızın evvela sıtmaya tutulduğunu, tam kurtulacağı sırada enflüanzaya yakalandığını, ondan halâs olayım derken bir böbrek sancısı ile kıvranmaya başladığını… falan filan saydım. Yine resme dikkatli dikkatli baktı. ‘Hani kadınlar olmayacaktı?’ dedi.” “Kadınlar ne olmayacaklarmış? Hasta mı?” “Yok canım… Sahi… Sen maceranın evvelini bilmiyorsun… Vapurun ilk seferi tenezzüh mahiyetinde olduğundan icap edenlere davetiye gönderilmedi mi? Size de gelmiştir.” “Evet… Ben böyle şeyleri sevmediğimden…” “Malum, gelmedin… Ben de vallaha isteyerek gitmiş değilim birader… Lakin ne halt edeceksin ki vazife…” “Deniz seyranı sana nasıl vazife oluyor bakalım?” “Neden böyle alay ediyorsun kalpsiz adam? Biz kömür üzerine de iş yapmaz mıyız?” “Yaparsınız.” “Vapurlar kömürle işlemez mi?” “Sen neler söylüyorsun?. Yeni gemi mazotla işliyor. Uydurma…” “Tamam… Bir de bu eksikti. Cahide bu faciada mazot bahsini bilmiyor… Haydi azizim, eve koş, bunu da sen müjdele… Ben buraya, dünya üzerindeki en samimi arkadaşımdan yardım istemeye geldim… Aile ocağım yıkılıyor. Durmuş bana mazottan bahsediyorsun. Bir kere taşkömürü istihsal eden bir memlekete mazotla müteharrik gemi almak kadar manasız bir hareket olur mu… Şimdi bu bahsi bırakalım. Vazifeyi anlatıyordum.” “Evet vazifeyi…” “Sırıtma, sinirime dokunuyorsun. Cahide’ye dedim ki: ‘Ruhum,’ dedim, ‘bu davetiye battal olmuş bir davetiye,’ dedim, ‘ben bunu sana yalnız göstermek için getirdim,’ dedim, ‘hani mesele başka bir renk almasaydı seni bu davetiye ile beraber, bu pazar günü deniz seyranına götürecektim…’ dedim.” “Davetiyeyi yazıhaneye bıraksaydın da bütün bu uçsuz bucaksız yalanlara hacet kalmasaydı…” “Cebimi karıştırırken eline geçmiş.

Ben dalgın bir herifim…” “Peki peki… Devam et.” “Devamı kardeşim… Gemi ne de olsa ecnebi malı. Biz henüz kendi havuzlarımızda böyle tekneler yapamıyoruz. Allah saklasın bir arıza olabilir… Bir suikast olabilir. Kazanlar patlar, sürat tecrübesi yapalım derken tekneyi ortasından böleriz. Hasılı bütün bu ihtimalleri göz önüne alan Denizyolları, ilk seferi deniz seyranına tahsis edecek yerde, vatan uğruna kellesini koltuğuna alan bizim gibi mütehassısları bir araya toplayarak bir tecrübe gezintisi yapmaya karar vermiş oluyor. Anlatabildik mi?” “Bütün bu kepazelikler, hep bu sıska kadın uğruna mı?” “Sıska kadın! Hey yarabbim! Nadide’yi bir kere görsen… Uğruna yepyeni bir vapurla mehtap gezintisine çıkmak değil, kış ortası küçücük bir Laz takasıyla devriâlem seyahatine kalkarsın. Benim karım güzellikten ne anlar ki!. Uzatmayalım kardeşim, bin dereden su getirerek, pazar günkü tecrübe seferine hiçbir kadının iştirak etmeyeceğini temin ettim.” “İnandı mı?” “İnandı.” “Hiçbir kadın gitmeyecekmiş de Nazmiye’nin kaptan köprüsünde ne işi varmış?” “İşte meselenin can alacak noktasına parmak basıyoruz. Kız hasta değil mi? Deniz havası umumiyetle böbrek, karaciğer hastalıklarına birebir gelmez mi? Sen böyle düşünerek, bilhassa idarenin davetiyeyi bastırıp her tarafa dağıttıktan sonra tenezzüh fikrinden vazgeçtiğini bilmediğinden kız kardeşini koluna takmış, rıhtıma dayanmış oluyorsun. Uzun münakaşalardan, tereddütlerden sonra, daha doğrusu gemiyi bize satan Frenk şirketi mümessilinin şahsi mesuliyet deruhte etmesi üzerine Nazmiye’yi içeri alıyoruz. Hattâ ben bir akıl düşünmüş oluyorum. ‘Teknenin maskotu olsun!’ diyorum.

1 Sıkışınca zekâmı işletirim. Hem de vızır vızır.” “Dur, hemen kendini methetme. Ben işin sonunu hâlâ karanlık gibi görüyorum.” “Karanlık da ne oluyor? İş, hamdolsun, aydınlığa çıktı.” “Zannetmem… Nazmiye bu hikâyeyi benim gibi gülerek dinlemeyecektir.” “İmkânı var mı? O her zaman benim kılıbıklığımla eğlenir. Fazladan Cahide’yi de sever… Onu üzmemiş olmak için… Şeye razı gelecektir… Şeye…” “Suç ortaklığına desene… Lafı ağzında neden geveliyorsun?” “Sevmiyorum büyük sözleri ben… Dinle de artık bitireyim… Nadide ile beraber seyrana çıktım. Ne kadar eğlendiğimizi sana anlatamam… Dünya üzerinde Nadide’den daha şeker bir kadın yoktur. Akıllı… Namuslu…” “Namusu karıştırma. Midemi bulandıracaksın…” “Vallaha namuslu… Bütün bir gün ve kocaman bir gecenin yarısında ona en yakın olduğum an, işte bu insafsız fotoğrafçımızın resmimizi çektiği andır. Ancak bir kere koluna girebildim.” “Dans!” “Dans sevmiyor.” “Kokteyl filan…” “Ağzına içkinin damlasını koyanlardan değil…” “Eyüpsultan’da mı oturuyor bu Hint kumaşı?.” “Hayır… Bilemedin… Sarıyer’de…” “Neci?” “Hiçbir şeyci değil… Kocasından boşanacak… Mahkemedeler…” “Sakın seninle evlenmek için boşanmasın…” “İyi tahmin ettin…” “Ya Cahide?” “Cahide’yi bu işe neden karıştırdığını anlayamadım!” “Efendim?” “Hemen şaşırırsınız.

Bir de gazeteci olacaksın… Bütün bunlar kadın işlerinde böyle icap eder. Yerine göre laf edeceğiz. Kadın benim yüzümden kocasını terk ediyor değil ki… Biz vaziyeti bu hengâmede bulduk. Zemine, zamane uygun söz söyledik.” “Seni bekâr mı biliyor?” “Çok şükür, evlilerin evlenme cüzdanlarını boyunlarına asarak dolaşmalarına dair henüz bir kanun çıkmadı. Tabii bekâr biliyor. Hem de onu tanımadan evvel evlenmenin dehşetli düşmanı bir bekâr…” “Demek Nadide Hanım’ı görür görmez prensibinizden vazgeçmiş oluyorsunuz.” “Evet… Talâk vukuunda evleneceğiz.” “Bunlar ne kadar kirli işler İhsan! Ben şaşırdım. Cahide’ye mi acıyacağımı sana mı, yoksa bu Nadide denilen kadına mı acıyacağımı vallaha kestiremiyorum. Biz bu macera yaşlarını çoktan geçirdik… Artık uslansana… Bütün bu yalanlar, yalanlardan ileri gelen sıkıntılar… Sonra karına verdiğin azap… Otuz yaşındasın…” “Hayır yirmi dokuz.” “Yirmi dokuz olsun… Altı senedir evlisin…” “Hayır, beş buçuk sene…” “Beş buçuk sene olsun… Karın seni seviyor.” “Lüzumundan fazla…” “Daha ne istiyorsun budala?” “Senin gibi bekâr olmayı. Gazetede tesadüfen resmim çıkınca bunda ölüm tehlikesi varmış gibi korkmamayı… Hasılı bekârlığın, şimdi tarafınızdan asla idrak edilmesine imkân bulunmayan nefis ve cihandeğer hürriyetini istiyorum.” “Cahide ile evlenmeye karar verirken ama, böyle düşünmüyordun?” “Dâhiler bile sür git dâhi değillerdir.

Dehalarını meydana koyan işlerin haricinde bol bol eşeklik ederler. Benim dehamı meydana koyan vaziyet de, meğer bekârlık hayatı imiş. Kendi kendimi perişan etmişim. Boynuma zincir takmışım. Yaa, işte böyle…” “Hiçbir şey anlamıyorum. Hem bekârlık diyorsun, hem de taaddüd-ü zevcata özeniyorsun. Ama ne fayda! Sana söz kâr etmez ki… –Cafer içini çekti.– Şimdi, mutlaka Nazmiye’yi bu kirli işe karıştıracak mısın?” “Başka çare yok ki… Haydi gidelim… Bir düşün, Nazmiye bugün keyifli mi?” “Belli olmaz.” “Öğle yemeğinden sonra seni öptü mü? Doğru söyle…” “Öptü ama beni her zaman öper.” “Çok öfkeli zamanlarda öpmez. Sen nereden bileceksin. Ceketini giyiver. Hakikati meydana çıkarıp aile yuvamı yıkılmaktan kurtarmak için sizi, ah haydutlar, siz iki kardeşi, bir akşam yemeğe davet etmeliyim… Yemekten sonra sinemaya götürmeliyim. Yahu! Bu ‘hakikat’ denilen baş belasının meydana çıkarılması neden bu kadar pahalı?” “Gevezelenme… Sen bir gün bizi de Cahide’ye karşı kendin gibi rezil edeceksin…” “Ceketini giy… Uysal davrandıkça küstahlaşıyorsun. Hakkına bakarsan akşam ziyafetini de, sinemayı da sen üstüne almalısın.

” “Sebep?” “Gazeteye benim resmimi neden basıyorsun? Eğer bunalmış olmasaydım sizi vallaha dava ederdim. Beni teşhir etmeye ne hakkınız var sizin?. Hükümet bütün gazeteleri niçin kapatmaz anlamam ki…” * * * İhsan yolda evvela bir tuhafiye mağazasına girerek bir güzel kadın çantası satın aldı. Sonra şekerciye uğrayıp bir kocaman kutuya çikolatalı nefis bonbonlar doldurttu. Beyoğlu’nda çiçekçiden bir de karanfil demeti yaptırdı. “Bunlar silahtırlar azizim,” diye Cafer’in koluna vurdu, “kolay değil, meydan muharebesine gireceğiz.” “İnşallah Nazmiye bunları kafana çarpar da seni evden kovar…” “Dilin tutulsun…” “İnşallah…” “Allah aşkına sus. Bedduadan korkarım.” “Sen neden korkmazsın? Bu kadar korkularla, bu kadar karışık işlere nasıl giriyorsun hayrettir.” “Evvelce ben de şaşırdım. Sonra bunun sırrını keşfettim. Beni bu işlere korku sevk ediyor kardeşim. Beni her kadın evvela dehşetli korkutuyor. Tabii içlerinde en korkuncu karım Cahide… Ondan evvelkilerden de korkardım. Sonrakilerden de korkuyorum.

Korku beni şaşırtıyor da aklımda fikrimde olmayan badirelere atıyor.” “Bütün kılıbıklar senin gibi midirler acaba?” “Orasını bilmem… Bildiğim bir şey varsa bütün kılıbıkların şaşılacak derecede kadıncı olmalarıdır. Kazak kocalardan karılarına ihanet eden yüzde yirmiyi bulmaz ama, kılıbıkların yüzde doksan dokuzu karılarını kolayca aldatırlar.” “Sen şimdi içinde bulunduğumuz hale ‘kolayca’ mı diyorsun?” “Tabii. Beterin beteri var.” Sahiden “Beterin beteri” vardı. Cafer arkadaşına hemen on dakika sonra mecburen hak verdi. Kapıyı çaldıkları zaman ikisi de sakindi. Bir kadın ne kadar merhametli, akıllı, ciddi olursa olsun bir diğer kadına oyun oynamaya bayılır. Nazmiye gibi üniversiteyi bitirmiş bir genç kız da olsa bu kaide değişmiyordu. Elbette biraz öfkelenmiş görünecek, bir parça nazlanacak… Fakat neticede erkeklerle bir olup bir hemcinsini aldatmaya razı olacak. Anne olsun, sevgili, yahut kız kardeş yahut arkadaş olsun, kadınların mayasında bu hususiyet var. Havva anamızdan beri!. Kapıyı hizmetçi açtı: “Nazmiye evde mi kızım?” “Evde küçük bey.” “İyi öyle ise…” İhsan, portmantonun aynasında kendisine baktı.

Gülümsedi. Paketleri hizmetçiye vermedi. Emniyetli adımlarla Cafer’in arkasından merdivenleri çıktı. Merdivenin nihayeti, bir camlı kapı ile salondan ayrılıyordu. Cafer, aralık duran bu kapıyı itti ve eşikte kalakaldı. İçeriden Nazmiye: “Siz misiniz ağabey? Hayrola! Bir şey mi unuttunuz?” diye sordu. İhsan, kendisini bir sürpriz gibi takdim etmek gayretiyle arkadaşını itti. “Evet bir şey unuttuk ya!.” diyerek salona girdi. Aman yarabbi! Karısı Cahide… “Ooo! Siz de mi berabersiniz İhsan Ağabey?” Nazmiye’nin bu sözlerinden her şey anlaşılıyor. İş fiyasko vermiş… Çoktan… “Beraberim… Evet… Merhaba karıcığım… Merhaba Nazmiyecik… Nasılsın yavrum?” Cafer, arkadaşından beş misli daha şaşırmıştı. Cahide’nin elini, yüreği çarparak öptü. “Safa geldiniz efendim,” diye kekeledi, “şey için uğradım… Şey için, bana lütfen Nazmiye…” “Hele şimdi kitap dursun” –İhsan böyle söyleyerek Cafer’in kolunu tuttu– “Giderken alırız. Bir kitap unutmuş karıcığım. Geçiyorduk.

Hizmetçiye ‘Yukarda kim var?’ diye sordum. Sen varmışsın. İsabet oldu ruhum! İşte istediğin çanta… Rengini beğenmezsen değiştireceğim… Sen de Nazmiye, öyle somurtma, işte senin de sevgili fondanların… Bir de küçük hanıma İhsan Ağabey’i tarafından bir buket karanfil… Hani bir şiir vardı. Aklına geliyor mu Cafer! Karanfilden bahseder. Ahmet Haşim’in galiba… Severim ben o şiiri. Ne var karıcığım. Dişiniz mi yine?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir