Kobo Abe – Kanguru Defteri

Her zamanki gibi bir sabah olması gerekiyordu. Gövdemin sadece belden üstte kalan kısmını sağa doğru çevirip, açık duran gazetenin bir köşesine dirseğimi yasladım ve üzerine ciğer ve kereviz ezmesini bolca sürdüğüm tostumu ısırmaya başladım. Haber başlıklarını birdirbir oynarmış gibi atlarken, acımsı lezzetinden ödün vermeyen kahvemle boğazım nemleniyordu. Sağlığımı da düşünerek üç küçük çeri domatesini aynı anda çiğniyordum. Dizimin altından üstüne doğru bir karıncalanma hissi başlamıştı. Pijamamın paçasını sıyırıp kaşıdım. Nasıl desem? Soyulmaya yüz tutan ince bir deri tabakasının parçaları gibi mi desem, yoksa kese kiri gibi mi desem? Işığa doğru çevirip baktım. Hayır, kese kiri değildi, derim de soyulmamıştı. Sanki lime lime ezilmiş kuru lif parçaları gibilerdi. Dizimdeki kıllar mı desem? Onları da çakmakla tütsüleyip elinizle toplasanız ancak böyle gözükürdü herhalde. Fakat yanmış kıllar daha bir tuhaf kokmaz mıydı? Bu sefer her iki paçamı da sıyırıp sandalyenin üzerine getirdim ve dizlerimi havaya kaldırıp kendime doğru çektim. Tek bir tüy parçasından dahi eser kalmamıştı. Kıl gözeneklerim de kaybolmuş olsaydı, daha tüyü bitmemiş bir oğlanın pürüzsüz derisi gibi gözükürdü herhalde. Zaten eskiden beri öyle kıllı birisi olmadığımdan, sandığınızın aksine bu durumu öyle çok da ciddiye almadım. Ayrıca pantolon giydiğim zaman kimseciklerin görebileceği bir yer olmadığından pek de sorun etmedim.


Aşırı sinir ya da stresten mi döküldüler acaba? Büyük ihtimalle öyledir. Sonuçta ruhsal yorgunlukların tek kurbanları başımızdaki kıllar değildir. Yaklaşık üç ay önce, çalıştığım şirkete fikir kutusu diye bir şey koymuşlardı. Tüm şirket çalışanları ayda iki defa yeni bir ürün projesi için akıllarına gelen her şeyi sunma mecburiyetindeydi. Eğer fikir kabul edilirse hatırı sayılır miktarda bir para ödülü alınacaktı. Ödül alacağımı aklımdan bile geçirmiyordum ama zorunlu olduğu için elden bir şey de gelmiyordu. Ben de durumu daha çok tiye alırcasına bir parça kâğıdı kutuya atıverdim. Tek bir satır yazdım: Kanguru Defteri. Sadece bu kadardı. Fakat beklenmedik bir şey oldu. Benim üzerini karaladığım kâğıt parçası seçilmişti işte. Akabinde, üstünde acilen ürün geliştirme bölümüne gelmemin yazılı olduğu kâğıt elime ulaştı. Bölüm şefi benimle kişisel olarak görüşmek istemişti. “Böyle bir şeyi kabul edemezsiniz! Bu sadece öylesine aklıma gelmişti. Ciddiye alınacak hiçbiryanı yok.

” “Olsun, kabataslak denen bir kavram var değil mi?” “Ben… Ben sadece kanguruları sevdiğim için…” “Ne olacak yahu, kanguruları ben de severim. Hem güzel bir izlenim veriyorlar hem de kulağa hoş geliyor. Bence yaratıcı fikirlerin kendine özgü bir çekiciliği vardır.” “Ben yalnızca kanguruların ekolojik yaşam içindeki özelliklerini merak ediyorum, hepsi o kadar.” “Tamam, tamam, şimdi senin önerinin ana fikrini özetleyecek olursan kanguru kısmı nerede?” “Siz şimdi öyle bir soru sordunuz ki… Ne nerede? Nasıl?” “Bir yerlerinde kese olacak herhâlde?” “Daha geçen hafta okuduğum haftalık bir dergide Keseli Hayvanların Gözyaşı diye bir makale vardı…” “Şimdi sen öyle deyince aklıma geldi, koalalar da keseliydi değil mi? Dur dur, hatta benim oğlanın ayakkabılarının adı da vafabi kangurusu muydu neydi? Valabiler de bir çeşit kanguru sayılmaz mı? Bak işte sen de fark ettin. Keseli hayvanların izahtan vareste bir sevimliliği var.” “İşte o Keseli Hayvanların Gözyaşı adlı makalede…” “Neyse uzatmayalım, kabataslak da olsa hafta sonuna kadar süren var… Elbette şirket sırrı olacak… Ha eğer oldu da kabul edilirse para ödülünü bırak, maaş artışı bile yapılması söz konusu. Hadi bakalım yüzümü kara çıkarma sakın.” “Ama keseli hayvanlar, onları ne kadar gözlemlerseniz o kadar zavallı olduklarının farkına varabiliyorsunuz. Eminim siz zaten biliyorsunuzdur, diğer memeli hayvanlarla keseli hayvanlar sanki birbirlerinin aynadaki yansımaları gibiler, evrim sürecinde birbirinin karşılığı bulunan türlerdir. Mesela kedilerle keseli sansarlar, sırtlanlarla Tazmanya canavarları, ayılarla koalalar, tavşanlarla keseli fareler… Konuyu epey saptırdım herhalde, kusura bakmayın.” “Madem konudan saptığının farkındasın o zaman hemen konuya geri dön sen de!” Belli ki adrenalin salgılamaya başlamış, gülümsemesi kaşlarının arasındaki kırışıklığa kadar ulaşmıştı. “Söyle bakalım, neden böyle bir öneri getirdin?” “Demiştim ya, mesela hayvanat bahçesinde neden koalalar hep ilgi odağı olur?” “Devam et dinliyorum.” “Örneğin, sincapların sırtındaki çizgili desenlerin epey belirgin olmasının yanı sıra bir sincabı diğerinden bu desenler sayesinde ayırabiliriz. Ama keseli sincapların çizgili desenleri belli belirsizdir.

Dolayısıyla birini diğerinden ayırmak da neredeyse imkânsızdır. Sonra, keseli fareler var. Oldukça çevik olmalarına rağmen gerçek farelerin yanına bile yaklaşamazlar. Sonuç olarak keseli hayvan türü gerçek memelilerin tüm beceriksizliklerini toplamış kötü bir taklitten öteye gitmemektedir. İşte bu beceriksiz zavallı hâlleri sevimli bir çekicilik hâline dönüşüp bizleri etkiliyor diye…” “Sadede gel artık. Ne demeye getiriyorsun?” “Aslında hiçbir şey…” Kendimi ürün geliştirme bölümünden dışarıya nasıl attım neredeyse hiç hatırlamıyordum. Tuvalete gidip bir bardak dolusu safra suyu kustum. Mesai sonrası civarda bir birahaneye uğrayıp orta boy bira, sosis ve bir tabak domuz etli Çin mantısı ısmarlamışım ama keskin mayalı bir koku yüzünden midem bulanınca sadece biramı içebildim. İçki etkisini gösterdikçe baldırlarım yeniden ufak ufak yanmaya başladı. Yanan yerlere avcumun içini sürdüğümde bacağımın taze bir salatalığın yüzeyi gibi pürüzlü olduğunun farkına vardım. Bu sabah bacağımdan dökülen kılların gözeneklerinde bir acayiplik mi vardı acaba? Odama döner dönmez ilk işim pantolonumu çıkarıp bacaklarımı kontrol etmek oldu. Yalnızca pürüzlü olsa iyiydi. Gözeneklerin her birinden tek tek hardal tohumu büyüklüğünde noktalar belirmişti. Sıktığımda hiçbir ağrı sızı vermiyordu. İltihap ya da içten kanama ibaresi de yoktu.

Kir mi birikmişti acaba? Yine duştan akan suyla var gücümle elimle silmeye çalıştım. Hiçbir değişiklik yoktu. Yeni kıllar çıkacağı için kıl köklerinin şişmeye başladığını düşünüyordum. Başka bir açıklaması olduğunu sanmıyordum. Sayısız kese cebinin üstü üste bindiği, belli belirsiz, hiçbir şekli olmayan defter eskizleri rüyama girmişti. “Genelde defterler cebe konulan şeylerdir, o deftere ayrıca bir cep açıp, o cebe de ayrıca bir defter koyup gidersek…” Ertesi sabah, şafak henüz sökmemiş, hava daha karanlıkken dizlerimdeki dayanılmaz, iç gıcıklayıcı kaşıntıyla gözlerimi 3açtım. Dizimin her tarafına kremi bol bol sürerken başıma gelen bu olayın basit bir şişkinlikten ibaret olmadığını anladım. Deri gözeneklerinin içinden, dün geceye nispeten daha iri, sanki bitki saplarına benzeyen şeyler şişip çıkmaya başlamıştı. Küçücük soya filizlerini andırıyorlardı. Bir bitkiye benzeyen bu görüntü ve verdiği hissiyat o kadar rahatsız ediciydi ki denemek amacıyla bir tane koparıp ne olacağına bakmaya karar verdim. Koparılmasına kopuyordu yerinden kolayca ama hemen ardından da dip kısmından bir irin akıyordu. Mektup açacağının sapındaki büyüteçle yakından baktım. Tahmin ettiğim gibi, bir bitkiydi bu. Küçük bir sapı, ucunda da ufacık yaprak tomurcuklarına benzer yumrular vardı. Gerçek bir kıl olsaydı diklemesine ve giderek incelerek uzaması gerekirdi.

Bitki olması olasılığı beni dehşete düşürmüştü. Kahvaltıyı ballı yoğurt yiyerek geçiştirip aceleyle evden çıktım. Daha önceleri belediyenin arka taraflarında bir dermatoloji-üroloji kliniğinin tabelasını gördüğümü hatırlıyorum. Sabahın oldukça erken bir saati olduğunun farkındaydım ama yerimde duramıyordum ve canım inanılmaz derecede sıkkındı. Doktorun diyeceklerini dinledikten sonra şirketi arayıp geç kalacağımı söyleyebilirdim, sorun olmaz herhalde diye düşünüyordum. Kliniği hemen bulmuştum. Kliniğin binası da konumu da gözlerden ıraktı, döküntü durumdaydı. Konumu, zührevi hastalığı olan ama utançlarından doktora gidemeyen kişiler için âdeta biçilmiş kaftandı. Bu tür tedavilerin ihtiyatla ve gizlice yapılması için gereken tüm şartları sağlıyordu. Kapı girişinde bir uyarı levhası asılıydı. “Yeni gelen hastaların başvuruları saat 7.30’dan sonra alınmaktadır. Başvuru formunda belirtilen saatte tekrar hastanemize geliniz. Acil durumu olan hastalar durumlarını lütfen izah etsinler.” Belli ki burada sadece kapıyı gizlice açıp içeri giren hastalarla değil, farklı türden diğer hastalarla da ilgileniliyordu.

Emlak fiyatları fırlayınca işinin ehli doktorlar bile ahlakıyla işlerini yürütebilmek için böyle arka sokaklardan medet ummaya başlamışlardı. Kliniğin sağ tarafında restore edilmiş bir apartmandan bozma çocuk yuvası, solundaysa alüminyum malzemeleri sakladıkları bir depo vardı. Oldukça sessiz bir mahalleydi. Çocuk yuvasının merdivenlerine oturup pantolonun paçasını sıvadığımda irkildim. Son bakmamın üzerinden sadece bir saat geçmiş olmasına rağmen baldırlarımdaki pürüzler gözle görülür bir biçimde büyümüştü. Vücut ısısı ve nemden de etkilenmiş olacaklar ki, diz kapağına doğru yaklaştıkça daha bir serpilmiş, küçük yaprak-çıkların altındaki sap kısımlarına da hafiften renk gelmeye başlamıştı. Bir yerlerden hatırlıyordum bu bitkiyi. Evet! Kesinlikle bunlar turp filizi olmalı. Üç günde bir üzerine mayonez döküp yediğim, sevdiğim bir sebzeydi. Tam olarak ne olduğunun farkına vardığımda içimdeki huzursuzluk hissi artık korkuya dönüşmüştü. Oradan oraya koşturarak bağıra çağıra haykırmak istiyordum. Saat henüz 6.30’tu. Ne yazık ki, kliniğin açılmasına daha yarım saat vardı. Fakat benimkisi hem nadir görülen bir hastalıktı hem de durumum acildi.

Böyle bir durumdayken özel bir muayene isteğinde bulu-nabilmeliydim. Camın arkasındaki gölgelerden, içeride birilerinin hareket ettiği anlaşılıyordu. Daha fazla utanıp çekinerek açılış saatini bekleyecek hâlim yoktu. Cesaretimi toplayıp girişteki kapı zilini çalmıştım. Ses seda yoktu. Yine zili tekrar çalmak için uğraşsam da ya zil bozuktu ya da zili tümden kapatmışlardı. Ama zil çalışmıyordu orası kesindi. Bu sefer yumruğumla kapıya vurdum. Yine kimseden hiçbir cevap yoktu. Daha sonra “Sessiz olun lütfen!” diye tiz bir kadın sesini işitmemle birlikte giriş kapısının kilidi normalde açılması gereken saatten daha geç bir saatte açıldı. “Durumum çok acil.” “Durumunuzu başvurunuz sırasında anlatın lütfen. Yüksek ateşiniz ya da ağır sancınız varsa ancak sizi öne alabiliriz.” Kırmızı cüppesiyle yuvarlak çerçeveli bir gözlük takmış küçük bir kadın soğukkanlılığını koruyarak başvuruların alındığı tezgâhın ardına doğru kaçarcasına gitti. “Ne ateşim ne de herhangi bir sancım var.

Ama tuhaf bir hastalığa yakalandığımı düşünüyorum.” Cevap veren yoktu. Benden alçakta duran tezgâhın penceresine doğru eğilip baktım. Yuvarlak çerçeveli gözlüklü hemşire kepini iğne ile saçına tutturmuş, dudağının kenarlarına taşan rujunu peçete ile silerek düzeltmeye çalışıyordu. İşimi bir an önce halletmek isteyen benim önüme taş koyarcasına üzerinde “1 numaralı hasta” yazılı plastik kartı önüme doğru itiverdi. “Randevusu olan hastaların muayeneleri biter bitmez sıra size gelecek. Yani ilk sırada siz olacaksınız. Saat ll’e doğru gelirseniz bir sorun olmaz.” “Nasıl yani? Acil durumu olan hastalar durumlarını lütfen izah etsinler yazmıyor mu orada?” “Ateşiniz yokmuş. Ayrıca sancısı da olmayan birisi pek de acil bir hasta sayılmaz.” “Bacaklarımın kıl gözeneklerinden turp filizi çıkıyor, daha ne olsun!” “Pardon? Ne çıkıyor dediniz?” “Turp filizi” “Hadi canım oradan…” “Niye yalan söyleyeyim, gelin kendiniz bakın o zaman. İşte buradalar.” Paçamı sıvayıp tezgâhın üzerine topuğumu koydum. Acayip göründüğümün farkındaydım ama şaka yapmadığımın da bilinmesini istiyordum. En son çocuk yuvasının merdivenlerinde kontrol ettiğimden beri daha da göze çarpacak bir biçimde büyümüşlerdi.

Artık şüphesiz herkesin dikkatini çekecek durumdaydılar. “Bir tane koparabilir miyim? Doktora gösterip geleceğim. Yalnız kendisi şu an yemek yiyor…” “İştahı mı kaçar?” “Eh yani, biraz öyle olur.” Fakat hemşire işin erbabı gibi duruyordu. Bacağımın bir kısmını alkolle, özenle temizledikten sonra, ustalıkla cımbızı tutup, oldukça kibar bir tonda “Kusura bakmayın…” diyerek bir tanesini çekti. Ne var ki turp filizi ortasından koptu. “Özür dilerim, canınızı mı yaktım?” “Pek sayılmaz.” “Cımbızı çevirmemeliydim. Bir tane daha koparmamda sakınca var mı?” Bu sefer daha dikkatli olduğu nazik parmak hareketlerinden belliydi. Yuvarlak çerçeveli gözlüğünün altından gözleri ne kadar da ciddi gözüküyordu. Göz kapaklarının kavisleri şaşırtıcı derece güzeldi. Böyle bir bakışa maruz kalınca bende ki turp filizi hastalığı gözüme daha bir çirkin gözükmeye başlamıştı. Cımbızın hareketiyle bir parça daha, kayarmışçasına yerinden çıkıverdi. Bırakın acıyı, en ufak bir şey hissetmedim. Aksine, içi dolu bir sivilcenin iğne ile patlatılmasındaki gibi bir rahatlama hissiyle dolmuştum.

“Turp filizi değil mi?” “Epey andırıyor, ama önce bir manava gösterip danışmamız lazım.” “Kökünün ucundaki o kırmızı noktacık kan damlası olabilir” “Ben bir doktora gösterip geleceğim.” “Ne olur beni bir an önce muayene etmesini rica eder misiniz?” “Ateşiniz yoktu değil mi?” “Ateşim olmasa ne olacak ki!” “Şuraya oturup bekleyin.” Hemşire hasta kayıtlarının olduğu dolabın arkasına geçip de göz önünden kaybolduğu sırada bende hızlı hızlı paçamı indirip ayaklarımı yere doğru uzattım. Uzun süre alışık olmadığım bir pozisyonda durduğumdan olsa gerek, kalça kaslarım ağrıyordu. Giriş kapısı açıldı. İlk hasta içeriye girdi. Kulağında kabuk bağlamış yarası olan bir ilkokul öğrencisiydi. İkinci hasta, dudaklarının çevresi gözleri kamaştıran bir kırmızılıkla iltihaplanmış, ortaokula giden bir kız öğrenciydi. Kapının kapanmasına fırsat kalmadan, hastalar ardı ardına içeriye giriyorlardı. Nedense gelen hastaların hepsi ya ilk ya da ortaokul öğrencileriydi. Ama buna rağmen gürültü patırtı çıkaran kimse olmadığı gibi, hepsi sırayla raflardaki çizgi romanları seçip koltuğa geçiyor ve sayfaları çevirmeye başlıyordu. Sonra, genç kadınlar teker teker içeride toplanmaya başladı. Makyaj alerjisinden, kızartma yağı yanığına türlü türlü dertten şikâyeti olan hastalardı. Kliniğin giriş kapısı arka sokağa baktığı için burasını daha ziyade zührevi hastalığı olanlara yönelik bir yer diye düşünmem meğerse tamamen benim ön yargımmış.

Yine de kadın hastaların dışlayıcı, şüphe dolu bakışlarının üzerimde olduğunun da farkındaydım. Bir yandan bel soğukluğuna yakalandığımı düşünmeleri işime gelmişti. Eğer bacağımda kıl yerine turp filizi yetiştiğini bilseler kim bilir ne tepki verirlerdi? Muayene odasındaki döner sandalyenin gıcırtısı duyuldu. Sanki saatler geçmiş gibiydi ama saatin iğnelerine bakınca henüz altı dakika yirmi saniye bile geçmemişti. İlk sıradaki hastamız, buyurun.” Hemşirenin tiz ve tatlı sesiydi duyulan. Çevik bir hareketle ayağa fırlayıp muayene odasının kapısının önünde kulak memesinde egzama çıkmış bir çocukla çarpıştım. Çocuk “Ne oluyor ya!” diyerek feryat figan dizime tekmeyi bastı. Aslında canım yanmasa da istemsizce çığlık attım. Hemşire kapıyı açıp çocuğu kolundan yakalayıp odaya soktu. “Sıranıza riayet edin lütfen!” “Ama ben ilk sıradayım.” “Randevu sırasına göre içeri alıyoruz dememiş miydim ben size?” “Acil durumdaki hastayım ben. Doktor size ne söyledi? Ona gösterdiniz ya! Daha demin aldığınız örneği göstermediniz mi?” Hemşire çocuğun sırtına elini koyarak onu kapıdan içeri doğru sürükledi. “Bana bakın, hastanede hemşirelerle tartışıp onların sinirini bozmanın size pek faydası dokunmaz.” “Özür dilerim, öyle bir niyetim yoktu gerçekten.

Doktor size ne söyledi? Bunun nadir rastlanan bir hastalık olduğunu kabul etmedi mi? Böyle bir durumla, pek sık karşılaşmıyorsunuzdur herhalde.” Boğazında gıcık olan birisinin öksürük sesi duyuldu. Kapının hemen ötesinde, iki metre kadar uzağımda… Doktor olmalıydı. “Az önceki turp filizli adam mı?” “Hiç laftan sözden anlamıyor…” Kim ne derse desin, nefesimi tutmuş ve omurlarıma kadar gerilmiştim. Turp filizi denen derdimi diğer hastalar fark ederse işler çığırından çıkabilirdi. Neyse ki doktorun sesi o kadar tok ve kısıktı ki bekleme odasından duyulmuyordu. Kapı aralığından derdimi anlatmaya çalıştım. “Buna benzer vakaları daha önce de gördünüz değil mi? Ortalığı ayağa kaldıracak bir durum yok değil mi?” “Şimdi karımı, sorması için manava yolladım. Yani, birçok cilt hastalığı mantar yüzünden oluyor. Siz de bilirsiniz mantarlar da bir çeşit bitki sonuçta…” “Evet, onun ben de farkındayım. Peki, yüksek bitki türlerinde de parazitler oluşabiliyor mu?” “Sonra iyice bir inceleyelim…”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir