Kolektif – Evrim Süreci

Darwin’in ortaya attığı evrim görüşünü değerlendirmek ve daha iyi anlamak için bu görüşü “dünya” ve “hayat” ile ilgili insan toplumlarında daha önce hakim olan görüşlerle karşılaştırmak gerekir. “Darwinizm” gibi entelektüel devrim yapan bir görüşün etkileri mantığa bağlı olduğu kadar ortaya atıldığı zamana da bağlıdır. Yayınlandığı zaman bakımından Darwin’in ilk eseri olan “Türlerin Orijini” gerçekten radikal bir eserdir. Bu eser hem zamanında hakim olan bilimsel görüşlere hem de Doğu Kültürünün derin köklerine karşı çıkmış ve meydan okumuştur. Darwin’in hayat hakkındaki görüşü,“Yeryüzünün sadece birkaç bin yıl yaşında olduğunu ve yaratıcı tarafından ayrı ayrı olarak sadece bir haftada yaratılmış ve değişmeden kalan hayat formlarıyla iskan edilmiş olduğunu” savunan ve yüzyıllar boyunca bütün dünyaya hakim olan geleneksel inanışa tamamen karşıdır. Aslında çok sayıda eski klasik Yunan Filozofu hayatın kademeli bir şekilde yavaş yavaş geliştiğine ve evrimleştiğine inanmışlardır. Ancak bunlar arasında Doğu Kültürünü en çok etkileyen Eflatun (M.Ö. 427-347) ve öğrencisi Aristo (M.Ö. 384-322) gibi düşünürlerin evrim kavramı ile bağdaşmayan görüşleri olmuştur. Mesela Eflatun iki farklı dünyaya inanıyordu. Bunlardan birisi “ideal ve ölümsüz gerçek dünya” diğeri ise duygularımızın algıladığı “kusurlu ve gerçek olmayan” dünyaydı. Ona göre çevrelerine mükemmel bir şekilde adapte olmuş ideal organizmaların bulunduğu bir dünyada “evrimleşme”, amaca zararı dokunan ve hedefi şaşırtan bir görüş olmalıydı. Aristo bütün canlıların, daha sonra “skala nature” adı verilen, gittikçe artan komplekslikte bir derecelenme veya bir merdiven şeklinde düzenlenebileceğine inanmaktaydı.


Bu düzenlenmede her canlı formunun kendisine ayrılmış özel bir yeri vardı ve bu yer değişmezdi. 2000 yıl boyunca devam eden böyle bir görüşe göre canlı türleri, sabit ve mükemmel olarak yaratılmış ve hiçbir zaman değişmez varlıklar olarak kabul edilmiştir. Hıristiyan kültürde ise, benzer bir düşünceyle, “türlerin birbirinden bağımsız ve ayrı olarak yaratıldıkları ve sabit oldukları” görüşü işlenmekteydi. 1700’lerde Avrupa ve Amerika’da biyolojiye hakim olan “doğal teoloji” fikriydi. Bu fikrin ışığı altında doğa, Yaratıcının planlarının ortaya çıkarılması amacıyla incelenmekteydi. Doğal teolojistler, türlerin içinde bulunduğu ve yaşadığı ortama nasıl adapte olduğunu göstermek suretiyle Yaratıcının bu türleri özel bir maksat için yaratmış olduğunun delillerini göstermiş olmaktaydılar. Doğal teolojinin başlıca amacı Yaratıcının yarattığı hayat formlarının hangi basamakta bulunduklarını belirlemek üzere türlerin sınıflandırmasını yapmaktı. İsveçli bir doktor ve botanikçi olan Carolus Linnaeus (1707-1778) hayat formlarının çeşitliliğini ve düzenini “Yaratıcının izzet ve celali için” araştırmak istemiştir. Linnaeus taksonominin kurucusudur. Bilindiği gibi taksonomi çeşitli hayat formlarının isimlendirme ve sınıflandırması ile ilgilenen bir bilim dalıdır. Linnaeus organizmaları, günümüzde de kullanılan, cins ve tür olarak iki isimle (binominal) isimlendirme sistemini geliştirmiştir. Ayrıca Linnaeus benzer türleri birlikte gruplandırmada kullanılan ve gittikçe yükselen bir hiyerarşik sistem kurmuştur. Bu sistemde benzer türler aynı cins içerisinde, benzer cinsler aynı familya içerisinde vs. gruplandırılmaktadır. Linnaeus’un bu sisteminde benzer türlerin bir araya getirilmesi herhangi bir evrimsel akrabalık 3 ilişkisini göstermez.

Ancak bir asır sonra Linnaeus’un taksonomik sistemi evrim konusundaki Darwin’in tartışmalarında odak noktası olmuştur. Fosillerin araştırılması Darwin’in fikirleri için temel oluşturur. Bilindiği gibi fosiller geçmişte yaşamış organizmaların kayaçlar içerisinde mineralize olmuş halde bulunan kalıntıları veya izleridir. Fosillerin büyük çoğunluğu deniz ve göl tabanlarında ve bataklıklarda biriken kum ve çamurlardan oluşan sediment kayaçların içinde bulunur. Yeni oluşan sediment tabakaları eskilerin üzerini kaplar ve bunları baskılayarak tabakalı sediment kayaçlarının oluşumunu sağlarlar. Daha sonra üst tabakalar erozyonla aşındığında alttaki tabakalar açığa çıkar. Tabakalar içerisinde bulunan fosiller zamanlar boyunca yer yüzünde yaşamış organizmaların birbirini izleyen süksesyonlarını gösterir (Şekil 1). Fosil bilimi olan paleontoloji başlıca Fransız anatomisti Georges Cuvier (1769-1832) tarafından geliştirilmiştir. Bu bilim adamı Yeryüzünde hayatın hikayesinin fosil ihtiva eden kayaç tabakalarında yazılı olduğunu görerek Paris Bazeni’nde bulunan fosil türlerin süksesyonunu ortaya çıkarmıştır. Cuvier’in bulgularına göre bu bölgede bulunan her tabakada diğerlerine hiç benzemeyen fosil türler bulunmaktadır. Ayrıca bu bulgulara göre daha derinde bulunan tabakalardaki flora ve fauna daha yüzeyde bulunan tabakalardaki flora ve faunadan çok daha fazla farklılık göstermektedir. Cuvier’e göre bu farklılık Yeryüzü tarihinde sık sık tekrarlanan “felaketlerin” bir sonucudur. Tabakadan tabakaya yeni türler oluşmakta ve eskiler yok olmaktadır. Katastrofizm denilen bu görüşe göre tabakalar arasındaki sınırların her birisi sel veya kuraklık gibi bir felaketin olduğu zamana rastlamaktadır. Böyle bir felaket sonucu o zamanda yaşayan türlerin birçoğu yok olmuştur.

Cuvier’e göre bu periyodik felaketler genellikle sınırlı coğrafik bölgelerde gerçekleşmiş ve felaket sonucu tahrip olan bölgeler daha sonra etraftaki diğer alanlardan gelen türler tarafından yeniden şenlendirilmiştir. Şekil 1. Sediment kayaçların oluşumu ve çeşitli zamanlarda bu kayaçların içinde fosillerin yerleşmesi. 1795’te İskoçya’lı bir jeolog olan James Hutton (1726-1797) Yeryüzü şekillerinin oluşumunu sağlayan jeolojik süreçlerle ilgili ve Cuvier’in katastrofizm teorisine karşı alternatif bir görüş ileri sürmüştür. Bu görüşe göre Yeryüzü şekillerini, günümüzde de etkili olmaya devam eden mekanizmalarla açıklamak mümkündür. Mesela kanyonlar nehirlerin sürekli olarak kayaları aşındırmasıyla oluşmaktadır. Sediment (tortul) kayaçlar, nehirlerin karalardan 4 aşındırarak denizlere sürükledikleri partiküllerin tabakalar halinde birikimi sonucu oluşmaktadır. Hutton’un Yeryüzünün jeolojik özelliklerini bu şekilde açıklayan teorisine gradualizm teorisi adı verilir. Bu teoriye göre Yeryüzündeki büyük değişimler yavaş fakat sürekli ve kesintisiz olarak çalışan süreçlerin birikiminin bir ürünüdür. Darwin’in çağında yaşamış diğer önemli bir jeolog olan Charles Lyell (1797-1875) Hutton’un gradualizm teorisini uniformitarianizm teorisi olarak yeniden düzenledi. Lyell’in fikrine göre jeolojik süreçler Yeryüzü tarihi boyunca hiçbir zaman değişmez. Mesela dağların oluşumunu ve aşınmasını sağlayan güçler değişmemiştir. Bu güçler geçmişte olduğu gibi günümüzde de aynı hızla çalışmaktadır. Bu özelliğini ifade etmek için teorinin adını da “uniformitarianizm” olarak değiştirmiştir. Darwin, bu iki bilim adamından ve görüşlerinden son derece etkilenerek iki sonuca varmıştır.

Birincisi, Hutton’un dediğine göre jeolojik değişimler ani bir şekilde değil de yavaş ve ağır bir şekilde gerçekleşiyorsa yerküremiz çok yaşlı olmalıdır. Özellikle İncil gibi semavi kitaplara dayandığını söyleyen birçok din adamının iddia ettiği gibi Yeryüzü 6000 yıldan çok daha fazla yaşlı olması gerekir. İkinci sonuç ise, uzun bir zaman periyodu boyunca sürekli olarak gerçekleşen ve yavaş ve belirsiz gibi görünen süreçler, esaslı ve büyük değişikliklere sebep olabilir. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru çok sayıda tabiat bilgini Yeryüzünün evrimi boyunca hayatın da birlikte evrimleştiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak bunlardan sadece Darwin’in öncüsü sayılan Jean Babtiste Lamarck (1744-1849), hayatın nasıl evrimleştiğini açıklamaya çalışan kapsamlı bir model geliştirebilmiştir. Lamarck, evrimle ilgili teorisini 1809’da Darwin’in doğduğu sene yayınlamıştır. Lamarck o yıllarda Paris’te Doğa Tarihi Müzesi’nde omurgasız hayvanlar koleksiyonundan sorumlu bir görevli olarak çalışmaktaydı. Lamarck yaşayan türler ile bunlara benzeyen fosil formlarını karşılaştırmak suretiyle çok sayıda canlı nesillerini oluşturabileceğinin farkına vardı. Nesiller, en eski fosil örneklerinden en yeni örneklere kadar uzanan ve buradan da günümüzde yaşayan benzerlerine varan, kronolojik serilerden oluşmuş birbirini izleyen organizma silsileleridir. Aristo’nun düşündüğü tek bir “yaratıklar merdivenine” bedel Lamarck, oluşturduğu nesillerle çok sayıda “merdivenin” olduğunu görmüştür. Ona göre türler, bu merdivenlerden yükseldikçe daha kompleks ve karmaşık hale gelmektedirler. En aşağı basamaklarda mikroskobik organizmalar bulunmaktadır. Lamarck’ın inancına göre bunlar cansız maddelerden spontan olarak sürekli şekilde yaratılmaktadır. Evrim merdiveninin en üst basamaklarında ise en kompleks yapılı bitki ve hayvanlar bulunmaktadır. Lamarck’a göre organizmaların evrimi, bunların içinde doğuştan var olan bir eğilimin etkisiyle gerçekleşmekte ve organizmalar bu “iç eğilim” sonucu gittikçe daha kompleks ve mükemmel hale gelmektedirler.

Organizmalar mükemmelleştikçe çevrelerindeki şartlara çok daha iyi bir şekilde adapte olmuşlardır. Böylece Lamarck evrimin, organizmaların kendi içlerinden kaynaklanan “arzuların” bir sonucu olduğuna veya diğer bir değimle organizmaların “ihtiyaç duymalarından” kaynaklandığına inanmıştır. Lamarck, organizmaların içinde yaşadıkları çevrenin şartlarına özel olarak adaptasyonları ile ilgili, kendi zamanında da oldukça popüler olan, iki görüş ileri sürmüştür. Bunlardan birincisi “kullanma” ve “kullanmama” görüşüdür. Bu görüşe göre bir organizmanın vücudunun kullanılan kısımları ve organları büyür ve daha güçlü hale gelir. Kullanılmayanlar ise zayıflar ve bozularak kaybolur. Lamarck bu görüşe delil olarak bir demircinin balyozu tutan kolunun kaslarının gittikçe büyüdüğünü ve güçlendiğini ve daha yüksek dallardaki yapraklara uzanabilmek için bir zürafanın boynunun gittikçe uzadığını 5 göstermiştir. Lamarck’ın benimsediği ikinci fikir “kazanılan karakterlerin kalıtsal olduğu ve döllere taşındığı” görüşüdür. Kalıtımla ilgili bu görüşe göre bir organizmanın yaşadığı sürece kazanmış olduğu bazı özellikler döllerine geçebilir. Zürafanın uzun boynu, Lamarck’a göre geçmiş nesillerinin her generasyonda boyunlarını biraz daha fazla uzatmalarının ortaya koyduğu bir birikimden başka bir şey değildir. Ancak kazanılmış özelliklerin yavrulara geçtiğini gösteren hiçbir bilimsel delil yoktur. Demirci hayatı boyunca çekiç sallayarak kendi kol kaslarını daha büyük ve güçlü hale getirebilir. Ancak kazanmış olduğu bu özelliği genlerine ve dolayısıyla yavrularına aktaramaz. Her ne kadar Lamarck’ın “kazanılmış özelliklerin nesillere geçebileceği” temeline dayalı bir evrim görüşü günümüzde bilim çevrelerince alay konusu olsa da kendi zamanında bu görüş herkes tarafından kabul görmekteydi. Hatta Darwin, buna karşılık “makul” bir alternatif ileri sürememişti.

Ancak Lamarck’la çağdaş olan birçok bilim adamına göre evrimin şöyle veya böyle olmuş olması önemsiz bir konuydu. Zira bunlar türlerin sabit olduğuna o kadar güçlü bir şekilde inanmaktaydılar ki evrimle ilgili herhangi bir görüşün onlar tarafından ciddiye alınması mümkün değildi. Lamarck, özellikle Cuvier tarafından, fena şekilde hırpalanmıştır. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru bütün entelektüel çevreye doğal teoloji olarak adlandırılan görüş hakim olmuştur. Bu görüşe göre “her canlı özel olarak yaratıldığı için içinde yaşamış olduğu çevreye mükemmel olarak uyum gösterir”. Lamarck’ın ileri sürdüğü evrim teorisi birçok bakımdan hayal ürünü olsa da bazı yönleriyle değerlidir. İleri sürüldüğü zamana göre fosilleri ve yaşayan organizma çeşitliliğini, Yeryüzünün “binler” ile ifade edilemeyecek kadar çok uzun bir geçmişi olduğunu ve özellikle organizmaların çevrelerine adaptosyonunu en iyi açıklayan görüş Lamarck’ın ileri sürdüğü evrim görüşüdür. Lamarck’tan sonra evrim konusunda ihtilal denilebilecek anlamında fikir ve açıklama Charles Darwin (1809-1882)’den gelmiştir. Darwin 1831’de Beagle adı bir araştırma gemisi ile Güney Amerika’nın sahillerinde beş yıl süren bir seyahate katıldı. Geminin asıl görevi Güney Amerika sahillerinin haritasını çıkarmaktı. Ancak Darwin seyahati boyunca zamanının büyük bir kısmını kıyılarda geçirmiş ve kıta boyunca çok çeşitli ve farklı çevrelerde bulunan eksotik bitki ve hayvan türlerini inceleyerek bunlardan örnekler toplamıştır. Bu incelemeler sırasında Darwin’in dikkatini çeken en önemli nokta bu ortamlarda bulunan bitki ve hayvan türlerinin Avrupa’da bulunanlardan çok farklı olmasıdır. Önemli diğer bir nokta da Güney Amerika’nın ılıman bölgelerinde bulunan bitki ve hayvanların, bu kıtanın tropik bölgelerinde yaşayan bitki ve hayvanlara Avrupa’nın ılıman bölgelerinde yaşayan hayvan ve bitkilerden çok daha fazla benzerlik göstermeleri ve bunlarla ilişkili olmalarıdır. Darwin, buradan topladığı fosillerin yaşayan modern türlerden çok farklı olduklarına fakat Güney Amerika’da yaşayan türlere çok benzerlik gösterdiğine de dikkat etmiştir. Yaptığı bu incelemeler sonunda Darwin türlerin coğrafik dağılımı konusunda tereddüde düşmüştü.

Özellikle Galapagos takım adalarındaki fauna (hayvan topluluğu) çok dikkat çekiciydi. Bu adalar Güney Amerika kıyılarına 900 km uzakta ekvator boyunca uzanan bir grup oldukça genç volkanik takım adalarından oluşmaktadır. Bu adalarda yaşayan hayvan türlerinin büyük çoğunluğu her ne kadar Güney Amerika ana kıtasında yaşayan türlere benzerlik gösterseler de dünyanın diğer hiçbir yerinde bulunmayan türlerdir. Sanki bu türler Güney Amerika kıtasında yaşayan atalarından ayrılarak bu adalara gelmiş ve burada yerleşerek 6 farklılaşmış ve her ada için farklı formlar halini almış türler olarak görülmekteydi. Galapagos adalarında Darwin’in en çok dikkatini çeken ispinozlar olmuştur. Takım adalarda birbirlerine çok benzemekle beraber 13 farklı ispinoz türü yaşamaktadır. Bunlardan bazı türler sadece bir adada bulunurken diğer bazıları birbirine çok yakın iki veya daha fazla sayıda ada üzerinde bulunmaktadır. Darwin araştırma gezisi sırasında Lyell’in Jeolojinin Prensipleri adlı eserini okudu. Galapagos’ta bulunduğu sırada yaptığı incelemeleri de göz önünde alarak kilisenin Yeryüzünün geçmişi ile ilgili inanışına itiraz etti. Bu inanışa göre “Yeryüzü birkaç bin sene önce birden yaratılmıştır ve yaratıldığı şekliyle hiç değişmeden devam etmektedir”. Edindiği bilgiye ve seyahati sırasında gördüklerine göre Darwin, Yeryüzünün çok daha eski bir geçmişe sahip olduğu ve devamlı olarak da değişmekte olduğu kanısına vardı. Böylece Yeryüzündeki hayatın “evrimleşerek” meydana geldiği konusundaki görüşünün ortaya çıkmasında önemli bir adım atmış oldu. 1836’da seyahatten döndükten sonra Darwin, Beagle’de bulunduğu beş sene boyunca elde ettiği bütün verileri tekrar gözden geçirmiş ve özellikle yeni oluşan türlerin orijini üzerinde durmuştur. Ona göre yeni bir tür eski bir türden, farklı bir ortama olan adaptasyonların birikimi sonucu oluşmaktadır. Mesela tek bir türün populasyonu coğrafik bir engelle ikiye bölünürse ayrılan populasyonlar görünüş ve fonksiyon bakımından zaman geçtikçe birbirlerinden farklılaşacaklar ve her biri, içinde yaşadıkları lokal çevre şartlarına adapte olacaklardır.

Birbirlerinden ayrılan bu populasyonlarda nesiller boyu biriken farklılıklar bunların ayrı türler haline dönüşmesini sonuç verecek ve böylece eski bir türden yeni türler meydana gelmiş olacaktır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir