Kolektif – Evrim ve Yaratılış

Evrim Teorisi’ne teori denmesi, doğruluğunun hala tartışmalı olmasından değildir. İzafiyet teorisi veya yerçekimi teorisine neden teori deniyorsa, Evrim Teorisine de o sebeple teori denmektedir. Yani bilimin tümevarım yoluyla işleyen bir süreç olması ve prensip gereği algı ve gözlem yoluyla doğrulanan tüm pozitif bilimlerde doğrulama sürecinin teorinin ömrü boyunca devam etmesindendir. Henüz delili çok az olan bir teori de teoridir, doğruluğundan neredeyse emin olunan bir teori de teoridir. Evrim Teorisi günümüzde, doğruluğundan aşağı yukarı emin olunan teorilerden birisidir. Bilim adamlarının evrim konusunda tartıştığı, evrimin gerçekleşip gerçekleşmediği değil, evrimin mekanizmalarının teknik ayrıntılarıdır. Evrim Teorisi’ne teori denmesi, doğruluğunun hala tartışmalı olmasından değildir. İzafiyet teorisi veya yerçekimi teorisine neden teori deniyorsa, Evrim Teorisine de o sebeple teori denmektedir. Yani bilimin tümevarım yoluyla işleyen bir süreç olması ve prensip gereği algı ve gözlem yoluyla doğrulanan tüm pozitif bilimlerde doğrulama sürecinin teorinin ömrü boyunca devam etmesindendir. Henüz delili çok az olan bir teori de teoridir, doğruluğundan neredeyse emin olunan bir teori de teoridir. Evrim Teorisi günümüzde, doğruluğundan aşağı yukarı emin olunan teorilerden birisidir. Bilim adamlarının evrim konusunda tartıştığı, evrimin gerçekleşip gerçekleşmediği değil, evrimin mekanizmalarının teknik ayrıntılarıdır. Bilimin halktan kopup aşırı özelleştiği günümüzde ortalama birey Evrim Teorisinin bu durumuna genellikle yabancıdır ve bu konuda gerekli teknik bilgi ve donanımlara sahip değildir. Bu yüzden bu yazıda, Evrim Teorisinin temel bazı noktalarını çok kısa şekilde özetleyen bazı temel bilgiler vereceğiz. Evrim’in anlamı: – Organizmalar yüksek üreme kapasitesine sahiptirler, fakat popülasyonlar genellikle yaklaşık olarak aynı kalır.


(Dolayısıyla, doğada yüksek bir ölüm oranı vardır). – Hayatta kalma mücadelesi canlılar arasında rekabete sebep olur. – Hayatta kalıp üreyebilenler, yaşadıkları ortamda kendilerini daha avantajlı kılan özelliklere sahip olanlardır. – Bu durum doğal seçilime sebep olur. Doğal seçilimin mekanizmaları: – Mutasyonlar – Göç sebebiyle popülasyona yeni genlerin girmesi veya popülasyondan bazı genlerin ayrılması – Popülasyonda rastlantısal faktörlerle genetik kayma oluşması (örneğin sel, volkanik patlama, yangın, vs. gibi faktörlerin popülasyonun belli bir bölümünü ortadan kaldırması) – Çiftleşmede eş seçimi (hayatta kalma konusunda avantaj sağlayacak genetik özelliklere sahip eşlerin seçimi) Evrim ve Yaratılış 2 Çeşitliliğe sebep olan mekanizmalar: – Eşeyli üreme (crossing over ve genetik rekombinasyon genlerin rastlantısal karışımını sağlar ve her döllenmede iki farklı genom birleşir) – Çekinik genler de genotipte saklanır – Heterozigot avantajı (daha fazla üreme) Adaptasyon: – İklim veya diğer coğrafi faktörlerin canlının karakteristiklerinde zaman içinde değişikliklere sebep olması – Değişik koşullar altında yaşayan aynı tür canlıların, değişik karakterlere sahip olması Türler: – Kendi içinde çoğalabilen, fakat diğer grupların bireyleriyle çiftleşemeyen canlı grubu Türleşme: – Bir tür içindeki küçük bir grubun, üreme açısında ana gruptan izole hale gelmesi ve ana grup bireyleriyle artık çiftleşemeyecek kadar değişikliğe uğraması Türleşmenin sebepleri: – Coğrafi izolasyon yoluyla türleşme – Adaptif yayılma: organizma grubunun ani (jeolojik zaman ölçeğinde binlerce yıl) çeşitlenmesi – Simpatrik türleşme: coğrafi izolasyon olmadan gerçekleşen türleşme: Poliploidlik, yani birden fazla kromozom setinin oluşması en önemli sebep. Mitoz ya da mayoz bölünmede gerçekleşebilir. İki turu bulunmakta. – Autopolyploid: Canlı içinde kromozom sayısının iki katına çıkması – Allopolyploid: İki farklı türün türler arası hibrid ortaya çıkarması. Özellikle bitkiler arasında yaygındır. Hibridler genellikle steril olup, üreyemez. Fakat, eğer mitoz/cytokinesis mayozdan önce olursa, mayoz normal olarak meydana gelebilir. Bitkiler arasında çok yaygındır. Çiçekli bitkilerin %50-70 kadari polyploiddir. Polyploid olmayan simpatrik türleşme de mümkün.

Ayçiçeğinden örnek: Helianthus annuus & H. petiolaris—–> H. anomalus – Türleşmede eşeyli üremenin de önemli rolü vardır. Büyük tür gruplarının oluşumu (makroevrim): – Uzun zaman içindeki aşamalı değişimler – Jeolojik zaman açısından kısa sayılabilecek bir sürede oluşan hızlı değişimler veya ani ortaya çıkışlar (buradaki kısa dönem binlerce veya milyonlarca yılı kapsar) Evrimde insanların anlamakta zorlandıkları ve en çok şüphe ettikleri konu türleşme oluyor. Zaten pek çok kişi evrimin diğer açıklamalarına karşı çıkamıyor bile. Hele de artık günümüzde, adaptasyon ve diğer pek çok evrimsel süreç hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde anlaşılmış ve gösterilmiştir. Konuya yabancı olanların bazen hala kavrayamadıkları konu sadece “türleşme”dir. Türleşme süreci laboratuar koşullarında meyve sineği üzerinde yapılan çalışmalarla da deneysel olarak gösterilmiştir. (Dobzhansky, Th., and O. Pavlovsky, 1971. “An experimentally created incipient species of Drosophila”, Nature 23:289-292). Hatta laboratuar koşullarında gözlenen evrim kanıtlarından şüphe duyanlar için, doğada gözlenmiş türleşme örnekleri de vardır: – Avrupa’dan Amerika’ya 20. yüzyılın başlarında getirilen “goatsbeards” adı verilen üç çeşit vahşi çiçeğin 20-30 yıl gibi bir süre içinde, Amerika kıtasına yayılması ve 1940’lı yıllardan sonra iki farklı türünün ortaya çıkışı gözlenmiştir. (“Tür” kavramının tanımı gereği, bu türler, mevcut diğer “goatsbeards” türleriyle üreyememekte, yalnızca kendi Evrim ve Yaratılış 3 aralarında üreyebilmektedirler).

– Faroe adası ev faresinin insanlar tarafından adaya getirildikten sonra, 250 yıl gibi kısa bir zamanda gözlenen türleşmesi (Stanley, S., 1979. Macroevolution: Pattern and Process, San Francisco, W.H. Freeman and Company. p. 41) – Nagubago gölünde, izolasyon sebebiyle cichlid balıklarının 4000 yil gibi bir süre içinde 5 ayrı türünün oluşması. (Mayr, E., 1970. Populations, Species, and Evolution, Massachusetts, Harvard University Press. p. 348) Merak edenler için bu tür daha yüzlerce örnek vardır. Saygın biyoloji dergilerinde yayınlanan çok sayıda makalede bu tür konuların derinlemesine incelemeleri görülebilir. Evrim günümüzde artık bir bilimsel gerçek olarak kabul edilmektedir. Bilim adamları evrim olup olmadığını değil, evrimin mekanizmalarını tartışırlar.

10.05.2004 İnsan Gözünün Evrim Bilmecesi Çözüldü Darwin’in evrim kuramının karşıtları, genellikle gözün karmaşık yapısının, kuramın temel dayanakları olan kendiliğinden değişim (mutasyon) ve doğal seçilim süreçleriyle açıklanamayacağı görüşünü öne sürerler… (Bu yazı, “Nonconfirmist” isimli katılımcımız tarafından derlenmiştir) Darwin’in evrim kuramının karşıtları, genellikle gözün karmaşık yapısının, kuramın temel dayanakları olan kendiliğinden değişim (mutasyon) ve doğal seçilim süreçleriyle açıklanamayacağı görüşünü öne sürerler. Darwin de insan gözünün nasıl evrildiği konusunda bir açıklama getirememişti. Şimdiyse Avrupa Moleküler Biyoloji Laboratuarı’ndan (EMBL) araştırmacılar gözün evrimle mekanizmasını ve kaynağını bulduklarını açıkladılar. Gözlerimizdeki ışığa duyarlı olan koni ve çubuk biçimli hücreler, önceleri beyinde yerleşmiş bulunan eski bir hücre populasyonundan evrilmişler. EMBL araştırmasını yürüten Detlev Arendt ve Joachim Wittbrodt’a göre insan gözündeki hücrelerin beyinden gelmiş olması sürpriz değil. Bugün de beynimizin derinliklerinde ışığa duyarlı hücreler bulunuyor ve bunlar günlük etkinliklerimizin ritimlerini ayarlıyorlar. Önce hayvanların beyinlerinde bulunan bu ışığa duyarlı hücreler, evrim sürecinin daha sonraki evrelerinde gözlere göç ederek ve görüntü iletme yetisini kazanmış görünüyor. Biliminsanları ilk hayvan atalarımızda iki tür ışığa duyarlı hücrenin varlığını belirlemiş bulunuyorlar. Bunlar, rabdomerik ve cilial (kamçımsı) hücreler olarak sınıflandırılıyorlar. Hayvanların çoğunda rabdomerik hücreler gözlerin bir parçası haline gelirken kamçımsı hücreler beyindeki yerlerini koruyarak biyolojik saatleri düzenleme işlevini üstlenmişler. İnsanlar ve öteki omurgalılardaysa bunun tersi olmuş ve gözde yerleşen kamçımsı hücreler koni ve çubuk hücrelerine dönüşmüşler. Araştırmacılar göz oluşumunda evrim sürecinin izini, “yaşayan bir fosil” olarak tanımlanan Platynereis dumerilii adlı deniz kurtçuğunu inceleyerek bulmuşlar. Bu kurtçuk 600 milyon yıl önce yaşamış olan atalarından hala çok farklı değil.

Bu canlıya ayrıca böceklerle omurgalıların son ortak atası gözüyle bakılıyor. Arendt bu hayvanın daha önce başka bir araştırmacı tarafından çekilen beyin görüntülerini gördüğünde, beyin hücrelerinin insan gözündeki koni ve çubuk hücrelerle olan benzerliği dikkatini çekmiş. Araştırmacı bu hücrelerin aynı evrimsel sürecin ürünü olabileceğini düşünmüş. Daha sonra, EMBL’den başka araştırmacıların yardımıyla Platynereis dumerilii ‘nin beynindeki hücrelerin “moleküler Evrim ve Yaratılış 4 parmakizleri” başka hayvanların beyinlerindeki ışığa duyarlı hücrelerle karşılaştırılmış. Hayvanın beynindeki opsin adlı ışığa duyarlı bir molekülün, omurgalı gözlerindeki çubuk ve koni hücrelerdeki opsinle olağanüstü benzerlik gösterdiği ortaya çıkmış. EMBL araştırmacılarından Kristin Tessmar-Raible, “bu omurgalı tipi molekülün Platynereis dumerilii beyin hücreleri içinde etkin olduğunun görülmesi, bu hücrelerle omurgalı koni ve çubuk hücrelerinin ortak bir moleküler parmak izine sahip olduklarını ortaya koymuş bulunuyor. Bu da evrimde ortak bir kaynağın kanıtı. İnsan gözünün evrimiyle ilgili büyük bir bilmeceyi çözmüş bulunuyoruz” diyor. EMBL araştırmacıları, Science dergisinde yayımladıkları bulgularının sonunda hayvanlarda ışığa duyarlı hücrelerle gözlerin evrimi konusunda şu senaryoyu öne sürüyorlar. İlkel metazoalarda ışığın varlığını belirlemek ve ışıkla ilgili zamanlama işlevlerini (biyolojik saat) yönetmek için bir atasal opsin kullanan tek bir tür ışığa duyarlı hücre öncülü bulunuyordu. Prebilateryen (anatomide ikili simetri oluşmuş hayvanlardan önceki) atalarda opsin geni, c-opsin ve r-opsin adlı genlere dönüştü ve böylece öncül ışık algılayıcı hücrenin kamçımsı ve rabdomerik denen kardeş hücre türlerine farklılaşmasına yol açtı. Rabdomerik ışık algılayıcı hücreler, pigment hücreleriyle bir araya gelerek ilkel gözleri oluştururken, kamçımsı hücreler de evrilen beynin bir parçası haline gelerek yönsüz ışık tepkisi işlevini yüklendi. İkili simetrik anatomiye sahip hayvanlarda, örneğin günümüze kadar gelmiş Platynereis’te bu atasal düzen hala görülüyor. Omurgalılara uzanan evrim çizgisinde her iki tür ışık algılayıcı hücre, evrimleşen retinaya yerleşti. Rabdomerik ışık algılayıcı hücrelerine, gangliyon hücrelere dönüşerek görüntü işleme sürecinde farklı bir işlev üstlendiler.

Omurgalı gözünün evriminin önemli bir özelliğiyse, ışık algılama görevini üstlenenlerin rabdomerik değil, kamçımsı hücrelerin, yani çubuk ve konilerin olmasıydı. Dolayısıyla omurgalı hayvanların gözleri, farklı evrimsel tarihleri olan farklı ışık algılayıcıları kapsayan bileşik bir yapıyı temsil ediyor. SCIENCE, 29 Ekim 2004 Evrende Neden Hayat Var? Evrende mevcut dağa yasaları, koşullar uygun olduğunda hayatın ortaya çıkmasına izin verir. Hatta koşulların uygun olduğu bir ortamda, hayatın ortaya çıkması mevcut fizik ve kimya yasalarında büyük bir olasılıktır. Fakat bu neden böyledir? Evren neden koşullar uygun olduğunda hayat diye birşeyin ortaya çıkmasına izin verecek doğa yasalarına sahiptir ? Veya, başka bir ifadeyle, “Evrenimiz neden hayata izin veren bir evrendir?”. “Neden başka türlü değildir?” Evrende mevcut dağa yasaları, koşullar uygun olduğunda hayatın ortaya çıkmasına izin verir. Hatta koşulların uygun olduğu bir ortamda, hayatın ortaya çıkması mevcut fizik ve kimya yasalarında büyük bir olasılıktır. Fakat bu neden böyledir? Evren neden koşullar uygun olduğunda hayat diye birşeyin ortaya çıkmasına izin verecek doğa yasalarına sahiptir ? Veya, başka bir ifadeyle, “Evrenimiz neden hayata izin veren bir evrendir?” “Neden başka türlü değildir?” Burada dikkat edilmesi gereken şey, meseleue belki de tersinden bakmakta olduğumuzdur. Yani bizim bu soruyu sorabilmemiz için zaten hayata izin veren bir evrende yaşıyor olmamız gerekirdi. Dolayısıyla, bu soruyu sormamız belki de zaten anlamsız. Çünkü zaten evrenin dışında ne olduğunu bilmiyoruz. Belki de sonsuz sayıda Evrim ve Yaratılış 5 evre var. Belki bunların çoğu hayatın ortaya çıkmasına izin veren fiziksel kanunlara sahip değiller. Belki biz buna izin veren az sayıdaki evrenlerden birinde yaşıyoruz. Diğerlerinde bu soruyu soracak birileri ortaya çıkamayacağına göre, bizim , “Neden başka evren değil de biz?” dememiz kendi kendinin cevabi olan anlamsız bir soru belki de.

Fakat tabi ki, bu da bir spekülasyon. Çünkü evrenin ötesinde ne olduğunu bilmiyoruz. Başka evrenler olup olmadığını bilmiyoruz. Eğer varsalar, kaçının hayatın ortaya çıkmasına izin veren evren olduğunu da bilmiyoruz. Fakat zaten eğer spekülasyon yapıyorsa (yani delilsiz konuşuyorsak), seçenekler sonsuz. Belki de evren sonsuz defalar “big bang” patlamalarıyla ortaya çıkıp, sonra “big crunch” denen kendi üzerine çökmeyle yok oluyor. Ve her ortaya çıktığında başka doğa kanunlarıyla çıkıyor. Eğer bu sonsuz defalar oluyorsa, bazılarında hayata izin veren doğa yasalarının olduğu evrenler ortaya çıkabilir pekala. Eğer spekülasyon yapıyorsak, yani desteksiz atıyorsak, içinde “zeki tasarımcı” fikri bulunan ya da bulunmayan, ateist olan ya da olmayan pek cok evren açıklaması aklımıza gelebilir. Örneğin, evrenin kökeniyle ilgili çeşitli bilimkurgu eserlerinde işlenmiş bazi spekülasyonlardan örnekler:  Bu evren başka bir üst evrendeki bir bilgisayarda çalışan bir simülasyon programı ve bizler de bu programın, programlanmış karakterleriyiz. Hatta o da birbaşka üst evrenin ürettiği bir simülasyon ve insanlar olarak biz de gelecekte kendi evren simülasyon programımızı çalıştırmaya başlayacağız ve bu sonsuz bir zincir olarak devam etmekte. Kulağa saçma mı geliyor? Mantıksal olarak, görülmeyen, duyulmayan, neye benzediği bilinmeyen, sadist bir tanrının sırf kendi eğlencesi için sayısız insan hayatıyla oynaması türündeki bir spkekülasyon yine de eşdeğer ve ondan da daha ferahlık verici bizce.  İnsanlar ve genel olarak bu evrendeki hayat, milyarlarca yıl sonra öyle bir uygarlık duzeyine ulaşacak ki, zamanda geri gidip “big bang”i ve dolayısıyla bu evreni yaratacaklar.  Evren kendi üzerine kapanan bir halka gibidir. Başı veya sonundan söz edilemez.

Evrenin başlangıç (big bang) küre üzerindeki bir nokta (örneğin dünya üzerindeki kuzey kutbu noktası) gibidir ve big bang’in öncesinden bahsetmek kuzey kutbunun daha kuzeyinden bahsetmek gibidir. Yani anlamsızdır.  Big bang maddenin sonsuz bir yoğunlukta ve kendi içine çökmesi ile oluşturulabilecek bir şey olduğundan, bir karadelik oluştuğunda, bazı spekülasyonlara göre bu başka bir boyutta, bir “big bang”e sebep olduğundan, yeteri kadar gelişmiş bir uygarlık laboratuarda yapay bir big bang oluşturabilir ve belki de biz bir üst evrendeki bir fizikçinin laboratuarında oluşturduğu bir yapay “big bang”iz. Daha pek cok benzerleri üretilebilir bunların. Nitekim de üretilmiştir. Fakat kısaca, bu örnekleri verirken amacımız, bunlardan herhangi birinin doğruluğunu iddia etmek değil, sözkonusu olan açıklamalar “spekülasyon” (dayanaksız fikir) olduğu sürece, mantıksal olarak birbirine eşdeğer, içinde yaratıcı fikri taşıyan ya da taşımayan çok sayıda evren açıklamalarının mümkün olduğunu göstermektedir. Yani seçenek yokluğu yüzünden bir “zeki tasarımcı” fikrine ulaşmak gibi bir zorunluluğumuz yok. Ve bunun sebebi, herşeyden önce, bir spekülasyonu kabul etme Evrim ve Yaratılış 6 24.07.2004 Doğa ve Tasarım Doğa, bilinçsiz işlemesine rağmen, sanki birbiri için yaratılmış olduğunu düşündürecek yapılarla doludur. Fakat bu uyum, belli kurallar dahilinde kendi kendine işlemeye bırakılacak herhangi bir karmaşık sistemdeki uyumdan farksızdır. Görünüş yanıltıcıdır. Doğa, bilinçsiz işlemesine rağmen, sanki birbiri için yaratılmış olduğunu düşündürecek yapılarla doludur. Fakat bu uyum, belli kurallar dahilinde kendi kendine işlemeye bırakılacak herhangi bir karmaşık sistemdeki uyumdan farksızdır. Herhangi bir karmaşık sistemde, o sistemin temelindeki kurallar gereği, belli sizilimler, yapılar, görünüşler ortaya çıkacaktır.

Bir kuşun kanadına bakıp, bu uçmak için tasarlanmış olmalı demek, yağmur suyunun tepelerde birikmeyip çukurları doldurmak için yaratılmış olduğunu söylemekten farksızdır. Yağmur, doğa yasaları gereği(yerçekimi kanunu) çukurları doldurur. Kuşun kanadı ise, yaşadıkları çevreye uymak zorunda kalmış canlıların milyarlarca yıl içinde ortaya çıkardıkları sonuçtur. Damlayan suyun zamanla mermeri bile delmesi gibi, doğal seçilimin biriken etkileri uzun zaman içinde insanı hayrete düşüren ve tasarım ürünü olduğu izlenimi veren yapıların ortaya çıkmasına sebep olur. Yine kuş kanadı üzerinde konuşursak, kanadın bir tasarım ürünü olmadığını nasıl anlayabiliriz? Bize kanadın bir tasarım olmadığını gösteren pek çok ayrıntı var. Örneğin, eğer kanat bir tasarımsa, bir balinanın yüzgeci, yarasanın kanadı, ve bir insanın kolu arasındaki yapı benzerliği (bunların tümü 5 parmak veya uzantı etrafındaki perde veya et parçasından ibarettir) büyük bir tesadüf demektir. Hani tesadüflerden kuşku duyuyorduk? Bunların verimsiz bir şekilde aynı yapının deforme edilmesi sonucu o şekilde tasarlandığını düşünmek mi daha mantıklıdır, yoksa, kökeninde aynı olan bir yapının doğa şartları gereği zamanla çevresine uymasından dolayı değişik biçimler alması mı? Ayrıca, uçmak için kanat çırpmaktan çok daha iyi prensipler var günümüz fiziği açısından düşünecek olursanız. En basiti, bir balonu şişirip, sonra bırakın ve içinden hızla çıkan havanın balonu nasıl havada iterek hareket ettirdiğine bakın. Bu prensip, balonu havada hareket ettirmek için bir çift kanat takıp uçurmaktan çok daha iyidir. Allah ya verimsiz tasarımlar konusunda uzman, ya da bunlar bir tasarım işi değil. Ayrıca, canlıların beslenmeleri konusunda, Allah’ın aklına birbirlerini öldürüp yemeleri dışında, daha iyi ve daha az acımasız bir yöntem gelmemiş mi? Her şeye kadir bir konusunda bizi engelleyen “bilimsellik” kaygımızdır. Dayanaksız bir seyi kabul etmek istememe prensibimizdir. Ne de olsa, evrendeki hayat ve düzen zorunlu olarak, mantıksal bir biçimde “zeki tasarımcı” fikrine götürmüyor insanı. Bir şeyin delil olduğunu iddia edebilmek için, onu realiteden mantıksal olarak çıkarabilmek gerekir. Evrende düzen ve hayat olmasını, “zeki tasarımcı” fikrine nedensel olarak bağlayamadığımız için, bu olasılığı kabul etmek için ortada yeterli bir sebep yoktur.

Bir kabulü sırf başka seçenek olmadığını zanettiğimiz için kabul etmekle, bu kabulün doğruluğunu kanıtlamış olmak aynı şey değildir. Elde gerçekten başka seçenek olmasa bile (ki var), bir açıklamayı sırf seçeneksizlik yüzünden kabul etmek onu kanıtlamak demek değildir. Bu bilimsel bir tavır hiç değildir. Evrim ve Yaratılış 7 varlığın, ortamda bolca bulunacak cansız ve acı duymayan hammaddelerin besin olarak kullanılması türünde çok daha merhametli bir çözümü rahatça üretebilmesi gerekmez miydi ? Ya da insan vücudunun tasarımı. İnsan vücudunun iyi bir tasarım olduğunu iddia etmek, hayal gücünü yeterince çalıştırmadan konuşmaktan kaynaklanır. İnsan vücudunun pek çok zayıf yönü ve yetersizliği vardır. İlk bakışta akla gelebilecek bir nokta, yerde durmak için kullandığımız uzuvların sayısıdır. 2 ayak, denge açısından iyi bir tasarım değildir. 4 ayağın, yerde sağlam durma ve denge sağlama yönünden avantajı 2 ayağa göre çok daha fazladır. İnsanın ayağa kalkması, ön ayaklarını serbest bıraktığı ve alet kullanmasına imkan verdiği için evrim sürecinde avantaj yaratmıştır, yoksa iki ayakla daha hızlı koşulabileceği için değil. Çünkü tam tersi, koşmak, kaçmak ve kovalamak açısından, hem hız hem de denge için 4 ayak 2 ayaktan daha iyi bir tasarımdır. Dolayısıyla, eğer insan bilinçli bir tasarım ürünü olsaydı, her şeye kadir bir yaratıcının insanı 4 ayak ve en az 4 kol ile donatması gerekirdi. Çok sayıda paket taşırken, kollarınızın yeteriz kaldığını hissetmediniz mi hiç? İki eliniz doluyken, üçüncü bir eliniz olsa da paketleri bırakmadan kapıyı açabilseniz diye düşünmediniz mi hiç? Aynı şekilde parmakların sayısı ve orantısızlığı da başka bir kötü tasarımdır. Ellerimiz son derece asimetriktir. Bir yöne kıvrılan 4 uzuv ve diğer yöne kıvrılan bir uzuv (başparmak) tutma eylemi açısından ideal bir tasarım değildir.

Bizim böyle ideal olmayan bir tasarımla iş yapmamız, alet kullanmamız, doğanın elinde olanla çalışmak zorunda olmasından kaynaklanır. Bilinçli bir tasarımcı tutma uzvu geliştirecek olsa, belki parmak ve kıvırarak güç uygulama prensibini bile kullanmak istemezdi, çünkü bu aslında nesneleri manipüle etmek için ideal bir yöntem değil. Manipüle edilecek nesnenin şekline bağlı olarak değişik tasarımlar gerekir çünkü. İdeal bir tutma ve manipülasyon aracı çeşit çeşit yapı barındırmalıdır üstünde. Hatta örneğin tutacağı cisme göre şekil değiştiren, elastik tutma uzuvları, akla gelen çok daha iyi bir çözüm bu konuda. Ayrıca insan gözü hem sayı, hem vücuttaki yer, hem de görme yeteneği olarak idealden çok uzak bir organdır. İnsan gözünün en iyi kameradan daha iyi olduğu kesinlikle doğru değildir. Odaklanma yeteneği olarak insan gözü oldukça zayıftır hatta. Kartal gözlerini ve doğadaki pek çok başka gözü düşünün, tasarımlanmamış (yani evrimleşmiş) görme araçları (gözler) arasında bile insan gözünden çok daha iyi pek çok göz vardır. Ayrıca insan gözünün görme açısı en fazla 120 derecedir. Geriyi görebilmek için başımızı çevirmek zorundayız. Daha iyi bir tasarım, geriyi de gören, hatta arkaya da gözler koyan bir tasarım olurdu. Hatta, göz sayısı ve yeri konusunda, hayal gücünü çalıştırınca aslında en iyi tasarımın ilk anda gelenlerden çok daha farklı olması gerektiğini bile buluyor insan. Bilirsiniz çocukların hayal gücü genellikle yetişkinlere göre daha iyidir. Bir grup kişiye, göz için en ideal yerin neresi olması gerektiğini sormuşlar, çoğu kişinin aklına sadece başın arkası gelmiş.

Fakat aralarından bir çocuk, gözümün parmağımın ucunda olmasını isterdim demiş. İlk anda insanları şaşırtan bu cevabın biraz düşününce aslında kendi cevaplarından çok daha iyi olduğunu farketmişler. Çünkü düşünün, parmağın ucundaki bir göz ile, istediğiniz her yeri görebilirsiniz. Kısacası biraz düşününce, gözün yeri, yapısı ve sayısı konusunda akla pek çok alternatif geliyor. Örneğin ahtapot gibi bir vücut tasarımı (çok uzuvlu) ve her uzuvda pek çok görme aracından oluşan bir tasarım, dış dünyadan gelecek algı uyarılarından maksimum derecede yararlanan bir tasarım olurdu. Ya da insan gözünün görmeye muktedir olduğu dalga boylarını düşünün. İnsan sadece 400 ile 700 nanometre arasındaki dalga boylarına ait ışımayı görebilir. Bunlar ise kırmızı ile mor arasındaki renklere denk gelir. Bildiğimiz tüm renkler ve görebildiğimiz tüm aralık bu kadarcıktır. Halbuki fizik kitaplarındaki elektromanyetik radyasyon spektrumunu inceleyen herhangi biri görecektir ki, bu aralık tüm spektrumda bir nokta Evrim ve Yaratılış 8 bile kabul edilemeyecek kadar küçüktür. Benzer şey duyabildiğimiz ses dalgaları frekans aralığında da geçerli. İnsandan daha iyi duyan pek cok canlı vardır. Ki onlar bile mümkün ses dalgası aralığının çok küçük bir bölümünü kullanır. Günümüzün ilkel teknolojisiyle yapabildiğimiz sonarlar bile bu aralığı kat kat aşabilmektedir. (Ki teknolojisi sınırsız bir Tanrı’dan çok daha iyisini beklemek hakkımız).

Kuşa bakıp, “Ne güzel bir tasarım, amma da mükemmel uçuyor” derken, kaplumbağanın yürümek için bile doğru dürüst bir katkısı olmayan çolak bacaklarına bakıp neden aynı hayranlığı duymuyorsunuz? Üstelik ters dönmüş bir kaplumbağanın saatlerce, belki de günlerce konumunu düzeltememesine ve belki de bu yüzden yaşamını kaybetme tehlikesine bakıp neden aynı hayranlığı duymuyorsunuz? Örneğin insan, en başta dış etmenlere karşı oldukça dayanıksızdır. Soğuğa ve sıcağa belli bir sınıra kadar dayanabilir. Diğer canlılar karşısında da oldukça kötü tasarlandığını söyleyebiliriz. Örneğin, sayılamayacak kadar çok mikroba ve bakteriye karşı son derece hatta ölümcül derecede dayanıksızdır. Fizik yapısı da ayrı ayrı ele alınacak diğer hayvanlar karşısında hep olumsuzluk içerir. Bir keçiden bile yavaş, kargadan bile az ömürlü, bir domuzdan bile güçsüz, bir kuştan bile kötü gören, doğduktan sonra gelişmesi ve öğrenmesi bir sığırdan bile zor ve uzun süreç isteyen, hayranlık uyandıracak doğal yetileri olmayan (hiçbir insan yavrusu öğretilmeden bir şeyi kendiliğinden başaramaz, konuşmayı bile) bu kötü tasarım örneklerini çoğaltmak olanaklı. Peki bunun neresi iyi tasarım? Yüzümüzdeki her gün kesmek “zorunda” olduğumuz kıllar mı? Hiç kimseye bir yararı olmayacağı gibi kimsenin görmesi gerekmeyen yerlerdeki kıllar mı? Her gün uzayan hayvansallık artığı tırnaklar mı?(Diş gibi uzaması durabilirdi). Başımızdaki kılların kime ne yararı var? Böylece “türban” sorunu da ortaya çıkmazdı. Bu bile tek başına kötü tasarımın ötesinde provokasyon unsuru ve nifak niteliğinde. Kirpik gibi sıradan bir fırça yapacağına sürüngenlerinki gibi ikinci bir kapak koyamaz mıydı? Herşeyden önemlisi bizleri amfibik yaratsaydı fena mı olurdu? Bazı insanlar yüzebildikleri halde bazıları neden yüzemez? Üstelik yaşamını kurtaracak derecede yüzemez insanoğlu. Oysa diğer canlılar bunu başarırlar. İki aylık bir köpek yavrusu ortamını bulduğunda yaşamını tek başına sürdürebilir ama insan on yaşına gelse sürdüremez. Nerede iyi tasarım? İnsanoğlu beslenme konusunda diğer canlılar kadar yetenekli değildir. Nerede iyi tasarım? Hadi tasarım olduğunu kabul ettik diyelim, bu kadar kötü tasarlanmış bir yapıtı tasarlayana neden bu kadar hak etmediği övgüleri dizelim? Bu bile tasarım hatasının sonucu değil midir? Demek ki insanı insan yapan tek şey “beyin”. Ama bu bile iyi bir tasarım değil.

Bir insanı sütten kesilince her türlü yaşam koşulunun bulunduğu insansız bir ortama bıraksanız, bu beyin ne işe yarayacaktır? Büyüdüğünde ilk kez göreceği merdivene çıkmayı bile bilmeyecektir. Bu örnek deneyle kanıtlanmıştır. Hiçbir zaman konuşamayacak, belki de dört ayak üstünde yürüyecektir. Bilgi ile doldurulması gereken beyni boştur ve iş görmemektedir. Bunun neresi mükemmel tasarım? Üstelik tek başına beyne bakıp ne mükemmel diyebilir miyiz? O beynin işlerliğinin hiç mi önemi yoktur? Tasarım bu konuda eğitilmiş insanların işidir. Yani insana ait bir özelliktir. Ancak hatalı tasarlanmış, ya da tasarım ürünü olmayan bir insan beyni, tasarladığı tanrısını ancak insana ait olabilen özelliklerle donatarak bu kadar hatalı tasarlayabilir. Kısacası, biraz düşünüp, hayal gücünüzü biraz çalıştırınca aslında mükemmel uyumlu ve son derece iyi tasarlanmış sandığınız bu doğanın hiç de öyle olmadığını görürsünüz. Bu yukarıdaki örnekler biraz düşünüldüğünde çok rahat çoğaltılabilir. Bu kadarından bahsetmek, kastettiğimiz noktayı göstermek için yeterlidir. O da doğada ideal bir tasarım olduğunu düşünmenin sadece zihinsel bir şartlanma olduğudur. Evrim ve Yaratılış 9 24.07.2004 Hayatın Kökeni Bilim, dünya üzerindeki hayatın oluşumunu biyokimyasal olarak açıklama konusunda çok yol almıştır. Rus biyokimyacı A.

I. Oparin, hayatın canlı olmayan kimyasal maddelerden oluşmuş olabileceği fikrini dile getiren ilk bilim adamlarından biridir. Oparin ve ingiliz biyolig J. B. S. Haldane’in calışmaları 1930 ve 40’li yıllarda yapılan ve hayatın kökeninde kimyasal evrimi arayan çalışmaları derinden etkilemiştir. Bu konuda, Harold Urey tarafından önerilen ve Stanley Miller tarafından gerçekleştirilen basit fakat değerli bir deney 1953 yılında uygulamaya konulmuştur. Miller, metan, amonyak, hidrojen ve su buharından oluşan bir gaz karışımına bir hafta boyunca elektriksel deşarj uygulamış ve çıkan kimyasal maddelere bakmıştı. Sonuç şaşırtıcıydı, çünkü deney tüpü içinde, canlı organizmalarda rastlanan pek çok organik bileşik oluşmuştu. Miller, yapay olarak amino asitler, üre ve çeşitli türde yağ asitleri sentezlemişti. Bu çalışma, benzer pek çok çalışmanın önünü açtı ve farklı gaz karışımları kullanan ve enerji kaynağı olarak da ısı (yeryüzündeki koşulları taklit etmek amacıyla), ultraviyole ışık (güneşten gelen radyasyonu taklit etmek amacıyla, ki nitekim dünyanın ilk zamanlarında, ultraviyole ışığı süzen bir ozon tabakası yoktu) ve bazen de yine elektriksel deşarj kullanan (yıldırımları taklit etmek amacıyla) çeşit çeşit deneyler yapıldı. Yaratılışçı kaynaklar, Miller’in deneyine, kullandığı gaz karışımının ilkel dünyanın atmosferiyle aynı olmayabileceği gerekçesiyle saldırmışlardır. Fakat, bugün bilinmektedir ki, Miller deneyinin ürettiği maddeleri üretmek için Miller’in kullandığı gaz karışımı zorunlu değildir. Benzer sonuçlar, dünya gezegeninde bolca bulunan ve kimyasal açıdan reaktif pek çok maddeden üretilebilmektedir. Örneğin siyanidlerden, formaldehitlerden, veya karbon monoksit, nitrojen ve su buharından ibaret bir atmosferden.

Hidrojen siyanür, amonyak ve metan karışımına elektriksel deşarj uygulanması yoluyla kolayca üretilebilen bir kimyasal maddedir. Siyanür, oksijen içeren bir atmosferde ölümcül bir zehir olmasına rağmen, ilkel dünya koşullarında, hayatın ortaya çıkışında önemli bir rol oynamış olabilir. Bu tür deneyler, hayatın oluşumunda gerekli temel maddelerin, ne kadar basit ve kolay bir biçimde ortaya çıkabileceğini göstermiştir. Bu temel maddelerin ortaya çıkışı ise, pek çok başka olasılığı mümkün kılıyordu. Örneğin nükleik asitlerin oluşumu ve tüm canlıların kullandığı enerji kaynağı olan adenozin trifosfat (ATP)’nin oluşumu. Gerekli hammaddelerin ilkel dünya koşullarındaki oluşumu neredeyse şüpheye yer vermeyecek kadar açık gösterildikten sonra, sıra hayatın kökeniyle ilgili çalışmalara gelmişti. Sidney Fox ve diğerleri tarafından yapılan bir çalışma canlı hücrenin kökenine ait olası bir senaryo ortaya koymaktadır. Amino asit, aspartik ve glutamik asit (ki bu maddeler de yukarıda sözü edilen deneylerde görülmüş, ve hatta ay yüzeyinde ve meteorlarda bile rastlanmış maddelerdir) karışımını 65-70 santigrad dereceye kadar ısıtan Fox, amino asitleri polimerleştirmeyi (birleştirmek) başarmıştır. Bu tür bir reaksiyon güneş tarafından ısıtılmış bir yüzeyde mümkündür. Deneyin önemli bir sonucu, bu polimerleşmenin rastgele olmaması ve kendini düzenleyen, çok spesifik bazı diziler halinde meydana gelmesidir. Bu polimerler, daha sonra su ile temas haline geldiklerinde, Evrim ve Yaratılış 10 protein mikroküreleri adı verilen muhteşem yapılar ortaya çıkartırlar. Yağmur, bu imkanı ortaya çıkartabilecek bir etkendir. Hatta yağmur, bu yapıları sürükleyip daha fazla gelişmenin meydana gelebileceği bir ortam olan denizin içine taşıyabilir. Ya da deniz içindeki sıcak su kaynakları, bu tür işlemlerin meydana gelebileceği başka bir potansiyel ortam olabilir. Bu mikroküreler, kendilerini oluşturan polimerlerin özellikleriyle birlikte, ek olarak başka bazı özellikler de taşırlar.

Örneğin, elektriksel olarak aktif, çift katmanlı, zarı andıran bir yüzey. Eğer bu küreler, rahatsız edilmeden kendi hallerine bırakılırlarsa, çevredeki protein türü maddeleri bünyelerine alarak büyüyebilme yeteneğine sahiptirler. Hareket ederler, maya ve bakterilerdekine benzer şekilde yığın halinde toplanabilirler, hatta bölünebilirler. Bu yapılar, ayrıca ozmos ve seçici difuzyon özelliğine de sahiptirler. Yani küçük molekülleri geçirip, büyük molekülleri dışarıda tutmak gibi. (Hücre zarına çok benzer bir şekilde). Bu özellikler, yaşayan hücrelerde rastlanan bazı özelliklerle ortaktır ve bu yapıları oluşturan hammaddelerin özelliklerine bakılarak baştan tahmin edilebilirler. Bir mikroskop altında bakıldığında, bu mikroküreler, ilkel hücreleri andırırlar. Hatta, yapay olarak fosilleştirilmiş mikroküreler, 3.5 milyar yıl öncesine uzanan bilinen en eski mikrofosillere tıpa tıp benzerler. Dr. Fox, kendisine bu mikrokürelerin canlı olup olmadığı sorulduğunda, bu yapıları “canlı” değil ama “canlımsı” olarak nitelemiştir. Bu cevap, kaçamak bir cevap olmaktan ziyade, canlılığı tanımlamaktaki güçlükten kaynaklanan dikkatli bir cevaptır. Yüzyıllarca, bilim adamları canlı ve canlı olmayan maddeyi birbirinden ayırmakta hiç güçlük çekmemiştir, fakat günümüzde bu ayrım o kadar açık değildir. Yaşam, cansız maddelerden ortaya çıktığından, belli bir noktada çizgi çekip, bundan öncesi canlı değil, bundan sonrası canlı demek icap etmektedir.

Örneğin virüsler, canlı bir hücrenin içindeyken canlı gibi davranırlar, fakat dışarıda cansızdırlar. Kendi başlarına üreyemez veya metabolizma olarak işlev göremezler. Metabolizma olarak işlev görebilen, üreyebilen, çevredeki uyarılara tepki veren ve bulunduğu ortama adapte olan yapılara genel olarak canlı ismi verilir ve virüsler canlı ile cansız arasındaki bir ayrım noktası gibidir. Hücre, genel olarak, canlı kabul edilen en temel birimdir. Bu protein temelli mikrokürelere “proto-hücre” adı verilebilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir